ANTKAYZON

By Pride352

45.7K 1.5K 1.3K

Şimdiye kadar Tuğrul Atalay için hiçbir görev bu kadar zor olmamıştı. Tarihi eser kaçakçılarının peşindeki bi... More

TANITIM - 1
TANITIM - 2
TANITIM - 3
TANITIM - 4
TANITIM - 5
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm

21. Bölüm

852 19 27
By Pride352



Bölüm şarkıları; 

London Grammar - Nightcall

Anıl Piyancı & Cem Adrian - Ölüm ile Yaşam

TNK - Söyle Ruhum




(...) Uyku'yla Ölüm o korkunç tanrılar

(...) Biri dolaşır sırtına toprağın ve denizin

Tatlı bir huzur götürerek insanlara

Ötekinin demirdendir yüreği, tunçtandır canı

Yakaladığı insan kurtulamaz asla elinden

Hesiodos, Theogonia - İşler ve Günler



Kendi içindeki bir şehir devletinin en ulaşılmaz tepesine taşıdığı, zihninin gerisine attığı ve kıpırdamaya takati kalmasın diye sıkı sıkıya zincirlediği düşünceleri; günlerdir aç, susuz kalmış gibi hapsolduğu zindanın parmaklıklarına kararmış elleriyle öyle sıkı tutunuyordu ki, bu düşüncelerin olduğu yerde durmaktan kararmış, bakımsız bir demir yığınından ibaret olan demir parçalarını tüm gücüyle zıt yönlere iterek bulduğu en uygun boşluktan firar etmesine çok az kalmıştı. 

Tuğrul Atalay karmakarışık, dikenli, kalın bir tel yumağı gibiydi. Yumağın her bir katını kaldırmak için ellerini kanatmayı göze alırsa eğer; belki de içinde ne sakladığına ulaşabilirdi. Fakat ona ulaşmak için canını yakmaya cesareti var mıydı bundan emin değildi. Kimi zaman alaycıydı kimi zaman baskın...Bazen öfkeliydi, bazen yardımsever... Odasına adım attığı ilk gün onun mevcut bilgisi ve unvanıyla kendisine üstünlük tasladığını düşünmüştü. İçine girdikçe bazı düşüncelerini değiştiren; fakat asla onu tam olarak aydınlatmayan birine dönüşmüştü. Onu Fischer'den koruması için hiçbir sebep yoktu. Profesörle ne derdi olduğunu bilmiyordu. İki adam arasında saygı sınırlarını aşmayan ama fazla samimi de görünmeyen bir ilişki vardı. Aralarında onun hâkim olmadığı kişisel bir mesele vardı belki de... Öyle olsa bile bu durumun Profesörle olan çalışmalarını etkilemesine izin vermeyecekti.

Elindeki tabağa yerleştirdiği kurabiyeleri bu düşüncelerle salona götürdüğünde, Tuğrul'un, birkaç dakika önce birlikte oturuyor oldukları L şeklindeki koltukta uyuyakalmış olduğunu gördü. Koltuğun üzerine atmış olduğu ceketi, adamın kaykılmasıyla birlikte dizlerinin üzerine düşmüş, başıysa yastıkların üzerinde tam yatık şekilde olmayan, rahatsız bir pozisyonda duruyordu. Ne yapacağını bilemediği ilk birkaç saniyede elindeki tabakla ayakta duran Zeynep, tabağı mutfağa geri götürdükten sonra Tuğrul'un ve kendisinin büyük bir kısmını içmiş oldukları kahve kupalarını aldı. Onları da götürdükten sonra kendi odasına geçerek ince bir battaniyeyi dolaptan çıkardı ve yeniden salona döndü. Battaniyeyi kenara bıraktıktan sonra Tuğrul'un üzerine düşmüş olan ceketi alarak girişteki vestiyere astı. 

Yanındaki telefonunu da orta sehpaya bırakacakken, ekran ışığını açtı. Bazı e-postaların ve mesajların kapladığı ekran, menüye giriş için parmak izi istiyordu. Adamın o tuhaf evi gözünün önüne geldiğinde buna pek şaşırdığı söylenemezdi. Telefonu sehpaya bırakarak, almış olduğu battaniyenin katlarını açtı ve yavaşça Tuğrul'un üzerine örttü. Oldukça geç olmuştu ve elektriklerin geleceği yoktu.

Yerleştirmiş olduğu mum ışıklarının aydınlattığı salonda, kanepede uyuyan adamın düzenli nefes alışverişlerine baktı. Şimdi ne yapacaktı?

Mumların titrek ışıklarına baktığında, gözleri Tuğrul'un kitabın arasından çıkarmış olduğu kendi notlarında takılı kaldı. Işık büyüdü, canlandı. Satırlar, notları eline almasıyla bulunduğu yerden ayrılarak ellerini tutup onu yeniden içine girmek için çabaladığı bir ateş hattına sokmak için uğraştı. Salondaki masanın üzerinde duran laptopu alarak Tuğrul'un uzanmış olduğu kenarın diğer tarafına geçti. Şarjı tam dolu olan laptop kapağını kaldırarak daha uzun süre dayanması için ayarlardan güç tasarrufu modunu seçti, ekran parlaklığını düşürdü ve kitapla birlikte notları da yanına bıraktı. Oturduğu yerde bağdaş kurarak arkasına yaslandı ve laptopu kucağına aldı. 

Tez önerisinin bulunduğu klasörden bir belge açıp en son neler yazmış olduğuna göz atmak istedi. Antkayzon'un sosyal ve ekonomik faaliyetleriyle ilgili bölüme odaklanmaya çalıştı. Antkayzon'un sosyal, kültürel, askeri ve siyasi hayatına dair elde edilen bilgiler, Profesör Fischer'in kazı başkanlığını devralmasıyla birlikte artmış ve önceki yıllarda da ortaya konulan bazı bilgileri doğrular şekilde; uygarlığın denizcilik faaliyetlerinde döneminin ilerisinde olduğu anlaşılmıştı.

Antik dönemde Likya Bölgesinin en önemli limanlarından biri olan Antkayzon Limanı varlığını binlerce yıl devam ettirmiş, Antkayzon'un da bölgeye olan hakimiyetinde önemli bir unsur olmuştu. Liman, uygarlığın ekonomik ve ticari ilişkilerinin sürekliliğini sağlamış; ayrıca Antkayzon kıyı şeridine konumlandırılmış kadırgalardan oluşan donanma ile şehrin savunması konusunda kara kuvvetlerini destekleyen bazı birlikler için de askeri uygulama alanı olmuştu. Özellikle ll. Klemenos haricinde en fazla bilgiye sahip oldukları kral olan ve M.Ö. 7. Yüzyılda Antkyzon'a liderlik yapmış olan Smyros, soylular meclisinde Antkayzon Limanı'nın ekonomik ve ticari faaliyetler dışında savunma sistemlerinde nasıl kullanılacağıyla ilgili konuları ele almıştı. 

Limanın bulunduğu kıyı, diğer bölgelerden ve Likya şehir devletlerinden gelen malları yükleme-boşaltma amacıyla kullanılırken diğer bir kısmı da askeri faaliyetler için ayrılmıştı. Olympos ve Gagai antik kentleri arasında yer alan Antkayzon, bu sınırlar arasındaki bölgede, özellikle kıyı şeridinde gerçekleştirdiği faaliyetlerle döneminin en etkili şehir devletleri arasında yer alıyordu. Kıyıdan biraz uzakta bir tepeye konumlandırılmış olan, surlarla çevrili kaleden gözetleme kulesi aracılığıyla limanda çalışan denizciler ve Antkayzon'un iç talebini karşılamak üzere dışarıdan getirilen malları buradan şehrin içine taşımakla görevli işçiler takip edilebiliyordu. 

Liman caddesinden çıkan yol, kentin ticari faaliyetlerinin yapıldığı, Yunancada Agora adı verilen, büyük dikdörtgen şeklindeki bir alanı kapsayan pazar yerine bağlanıyor ve bu alanın dört bir yanında kendi mallarını satmak ve deniz yolu ile Antkayzon'a ulaşan ithal ürünleri halka ulaştırmak isteyen esnafların dükkanları ve iş yerleri bulunuyordu. Kazı ekibinde üç boyutlu çizim konusunda uzman olan kişiler elde edilen bulgular ışığında, Profesör Fischer'in isteği üzerine limandan Antkayzon'un iç kısımlarına dek uzanan alanı kullandıkları programla üç boyutlu olarak modellemiş ve bu bölgeyi sanal ortamda tanımlayarak binlerce yıl önce Antkayzonluların günlük yaşamını nasıl bir ortamda sürdürdüğüne dair bütünleştirici bir bakış açısı edinilmesini sağlamışlardı. Fischer, Zeynep'e bu görüntülerin daha kapsamlı olacak şekilde ve elde edilen yeni arkeolojik bulgularla birleştirilmesiyle birlikte Antkayzon için hazırlanacak sunum ve diğer tanıtım faaliyetleri için oldukça önemli olduğunu ve antik kente olan ilgiyi güçlendireceğini söylemişti.

 Bir süre daha yazdığı bölümü kontrol ettikten sonra oluşturulan üç boyutlu görüntülere bakmak için bluetooth kulaklığını takarak Profesörden almış olduğu dosyayı açtı. Aynı pozisyonda oturmaktan rahatsız olduğu için laptopu dizlerinden alıp önündeki sehpanın üzerine koyarken Tuğrul'a baktı.

Adam heykel gibi aynı şekilde, kıpırdamadan yatıyordu. Onun uyuduğunu ilk gördüğündeki gibi... Bir elini başının altına koymuş, beyaz gömleğinin katlamış olduğu kolları dirseğine kadar çıkmıştı. Yaralı elini ise bacağının üzerine serbestçe bırakmıştı. Gözlerini onun üzerinden çekmeye çalışarak arkasına yaslanan Zeynep videoyu başlattı ve sırtına yanında bulunan yastıklardan birini daha koyarak kendine çok daha rahat bir pozisyon oluşturdu.

Video, yüksek bir tepeden Antkayzon şehir merkezini masmavi bir gökyüzü altında yüzündeki mağrur ifadeyle izleyen at üstündeki bir askerin görüntüsüyle başlıyordu. Bir başka görüntüdeyse aynı asker, sırtına çapraz şekilde asmış olduğu kılıcıyla dev bir kadırganın güvertesinde, dalgalar eşliğinde Antkayzon Limanı'na yaklaşıyordu. Askeri birlikler Antkayzon'da yarım ay şeklinde oluşmuş olan doğal limanın bir kısmındayken ayrılan diğer yarısında da ticari gemilerle getirilmiş malları güverteden limana indiren köleler görünüyordu. 

Limandan pazar yerine geçerken Zeynep'in arka plana yerleştirilmiş olan müziği bir kenara bırakan zihni, yüklerin taşındığı at arabalarının tekerlekleri arasına karışan Antkayzon halkının sesini; binlerce yıl öncesinde kalmış olsa da gücünü onlara ulaşan deneyimli ellerden alarak yeniden canlanmış ve kulaklarına doldurmuştu sanki... Bir yanda farklı boyutlarda yapmış oldukları çömlek ve kapları kurutanlar, diğer yanda ise kurulan pazarda mallarını tezgaha yerleştirmeye çalışan esnaflar... Güneş'in tepeye yükselmesiyle birlikte daha da kalabalıklaşan meydandan aynı askerin geçişiyle videonun sonuna doğru gelirken, Zeynep'in giderek ağırlaşan gözkapaklarının gücü, yeni bir direniş başlatacak durumda değildi. Tuğrul'un hemen yanında olmasının verdiği güven ve başını kanepenin üst kısmına yaslayarak izlemeye devam edişi, uykunun bedenini kolayca ele geçirmesini sağladı. Yorgunluğun da verdiği etkiyle, huzurlu ve derin bir boşluğa kendini bıraktığında video çoktan bitmiş ekran da kararmıştı.

Onun dizlerini karnına çekerek büzüşmüş, başının aşağıya düşmüş, saçlarının yüzünün bir kısmını kapatmış haline; tam önünde durarak baktı Tuğrul. Mum ışığının yansıttığı duvarda bir dev gibi görünen gölgesi, Zeynep'e doğru eğilişiyle tıpkı onun bedenini gözleriyle yakalayan bakışları gibi kızın üzerine kapandı.

Önce Zeynep'in videoyu izlerken kucağına almış olduğu notları bir kenara bıraktı. Çenesini yavaşça kavrayarak başını kaldırdı ve onun bir tepki verip vermeyeceğine baktı. Tepki yoktu. Sonra, hafif aralık dudakları arasından çıkan nefesi hissetti. Bunun üzerine kulağından çıkardığı kulaklıkları da notların olduğu yere attı. 

Bir kolunu Zeynep'in sırtını yasladığı kanepeyle belinin arasında kalmış olan kalan boşluğa uzattı, diğerini de bacaklarının altından geçirerek onu kucağına aldı. Mırıldanarak başını göğsünden aşağı kaydıran Zeynep'i yatak odasına taşırken kendi içinde yaşadığı savaşta mağlup olan tarafın mantığı olduğunun farkındaydı. Bu gece mantık filan kalmamıştı. Aklı ne halt ettiğini kafasında döndürüp dursa da içinde Zeynep'e karşı duyduğu ve çoğu zaman bastırmaya çalıştığı o kuvvetli çekim, yapması gerekenlerin önüne geçiyordu. Görevde bu zafiyetlere asla yer olmasa da aşikâr olan, şu anda mantığının ve kalbinin aynı safta olmadığıydı. Bazen tüm fonksiyonların önüne geçen bu organın, insan zihninin yürütmeye çalıştığı mantığı, bir diş ağrısı karşısında düşüncelerin hiçbir şeyi değiştirmeye kudreti olmayışı gibi çaresiz bıraktığından bahseder Marcel Proust. Doğruydu. Mantığını bu kadar kolayca nakavt eden bu küçük organ, aynı zamanda cesaretini de körüklüyordu. Cesaret sözcüğünün Latince kökeninin kalpten gelmesiydi belki de nedeni. Onun karşısında gösterdiği tüm zafiyete rağmen, bu görevi kusursuz bir şekilde gerçekleştireceğine dair inancı ve özgüveni asla sarsılmayan adam yine Tuğrul'du.

Yatağa yatırdığında, Zeynep'in üzerinden çekilmeden önce birkaç saniye yüzünü huzursuzca buruşturuşunu izledi. Yüzüne yapışan birkaç tutam saçı geri çekerken parmaklarının tenine yaptığı dokunuş ve ondan gelen hafif, çiçeksi koku; tıpkı mantığına hükmeden kalbi gibi erkeklik hormonlarını da çaresiz bırakmıştı. Bu yakınlığın etkilerini vücudunda hissettiğinde, küfrederek üzerinden doğrulmak üzereydi ki bir şeyler söyleyerek koluna yapışan Zeynep onu durdurdu. Onun söylediklerine değil dudaklarının hareketine odaklanan gözleri ve yastıkta dağılan saçlarının yanına kızı hapsetmek istercesine koyarak yüklendiği kolu işini asla kolaylaştırmıyordu.

"Sikeyim böyle işi." dedi boğuk bir sesle. Zeynep'in ise sanki onu duymuşçasına verdiği tek karşılık, yapıştığı kolunu daha da sıkı kavramak oldu.

"Pek yardımcı olmuyorsun Zeynep Karyel..." dedi onun kolundaki ince, uzun parmaklarına bakarak. "Madem beni yanında istiyorsun..." diye devam etti duraksamadan.

 Gömleğinin üstten iki düğmesini açtı. Düğmeleri söküp atmanın şu durumda pek etkili bir çözüm olmayacağını biliyordu. Ona, kendisiyle beraberken ilk defa tüm kalkanlarını indirmiş, tüm uysallığıyla karşısında yatan bu kadından başka iyi gelecek bir şey yoktu. Bunun şu anda olasılık dışı olduğunu bildiği için "Soğuk duş da iyi bir seçenek." diye düşündü pervasızca gülümseyerek. Kolunu Zeynep'in başının yanından çekerek üzerinden kalktı. Sırtını yatakta ondan kalan boşluğa bıraktı ve tıpkı salonda olduğu gibi bir kolunu başının altına aldı. Operasyon gecesinin sabahını bu şekilde bağlamak planları dışında yer alsa da durumdan memnun olmadığını söyleyemezdi. Zeynep'in onun için endişelenmesinin hoşuna gittiği açıktı. Onun gibi biri için elindeki kanamayı bu kadar ciddiye almak anlamsızdı. Tuğrul Zeynep'in gözlerindeki endişenin kaynağına ulaşmak için onu ne kadar zorlasa da bütün gece duyduğu kaçamak cevaplardan ibaretti. 

Çünkü savunmak için her zaman saldırmayı tercih ediyordu.

Fakat gece Zeynep'in planlarındaki gibi de gitmemişti. Kendini savunmak için etrafına ördüğü surlar, karanlığın gönderdiği birliklerle, top ateşine tutulmuş gibi birer birer yıkılmıştı. Dört bir yana saçılan taş parçalarını tek başına toparlayamayacağını anladığındaysa güvenebileceği tek kişiye, Tuğrul'a sarılmıştı. Zeynep'in sandığının aksine bir an bile uykuya yenik düşmemiş olan Tuğrul, onun yorgunluğa teslim olduğu anda karşısındaydı.

Uyku bir çeşit ölüm halidir. Karanlık ile aydınlığı, gündüz ile geceyi, varlık ile yokluğu birleştirir. Dünyada sahip olunan ne varsa hepsinin bir bilinmeze gönderildiği, yalnızca fiziksel gücün değil; aynı zamanda korkuların, umutların, bencilliğin, öfkenin, iyi ya da kötü hatıraların, en önemlisi de zamanın kocaman bir boşlukta salındığı bir süreçtir. İnsanın belki de kendini tamamen bıraktığı ve bu kadar şeffaflaştığı benzer bir an daha yoktur. Dünya ile tüm irtibatın kesildiği, iradenin tamamen yok olduğu yine de her gece insanların kavuşmaktan hiç korkmadığı, hatta mevcut korkularından kaçmak için de kimi zaman koşa koşa kollarına atladığı bilinen bir gerçektir. Bu yüzden ölümün kardeşi olsa da sevilir.

Bazıları ise varlığını o kadar kolay teslim edemez ona. Uykuya tam bir teslimiyet, dönülmeyecek hatalar kavşağının ortasında, büyük bir yangına sebep olacak onlarca araç tarafından parçalanıp, yok olmaya sürükleyebilir kimilerini. Bedenin ve zihnin bıraktığı emanete ihanet ederek bir düşman ordusu gibi gelebilir üzerine... Bu yüzden; kimileri için uyku denilen o belirsiz yol, uzun bir yolculuğa çıkar gibi derin ve sürekli değil her an yüz yüze geleceği bir tehlike varmış gibi tetikte gerçekleşir. Şimdi bulundukları bu ortamda, yan yana uzanan iki beden arasından kendini bilinmezliğe teslim etmeye gönüllü olan taraf Zeynep'ti. Tuğrul'un üzerinden ayrılmayan bakışlarına, zihninden tamamen bağımsız olarak hareket eden elini, adamın sert karnının üzerine koyarak karşılık verdi. Saatler ilerledikçe; geceye eşlik eden sessizlik derin soluklarına, karanlık ise aydınlığa karıştı.

Zeynep'in derin uykusunun sakinliğinde, mum ışığının vurduğu komodinin üzerindeki çerçeveyi gördüğünde; kolunu başının arkasından çekerek yukarı doğruldu Tuğrul. Stephansplatz Meydanı'nda kalabalığın ortasında Zeynep'in de içinde bulunduğu bir grup birbirine sarılarak ve ellerini havaya kaldırarak neşeli bir poz vermişti. 

Grubun en önündeki Zeynep'in sarıldığı kişi Bahar'dı ve ikisinin tam arkasında üzerlerine eğilerek aralarına girmiş kumral bir adam vardı. Bu kısma odaklanırken; Viyana'nın göbeğinde, şehrin kalbinin attığı meydanda, aşina olduğu insan kalabalığının uğultusu, sokak çalgıcılarının sesi, dolup taşan kafeleri, mağazaları gözünde canlandı. Aynı anda; on iki yaşında bir erkek çocuğunun o noktada dolaşmaya devam eden hayaleti, Zeynep'in gülümsediği çerçevenin ışığını söndürür gibi, içinde bir yeri oyarmışçasına, keskin bir sızının varlığıyla kendini hatırlattı.



Kasım, 2002

ADNAN MENDERES HAVALİMANI, İZMİR

Ölüm Tanrısı olarak adlandırılan Thanatos, Uyku Tanrısı Hypnos'un da ikiz kardeşidir. Bir insan ölümüne doğru yürüdüğü an, kendisi fark etmese de saçından bir tutam almak için karşısında yer alır. Thanatos saçını kestiği an, o kişi Hades'in Ölüler Diyarı'na giden kayığa geri dönmeksizin binmiştir artık. Yapılan tüm planların önünde, iki büyük duvar gibi beklemektedir bu iki kardeş... Bir makasla kesilir hayatın ipliği, bir saç teli kopar ve sıkışır vedanın en zor kısmına... Sonbahardan kışa dönüşün başladığı şehirde, güvenlikten geçiş hazırlığında, kabanının düğmelerini çözmeye başlayan kadın için uykuyla uyanıklık arasındaki dar vadide Thanatos ve Hypnos'un yaklaşan varlığından habersiz, sıradan bir veda olarak başlamıştı onların sabahı... Kocasının bir dönem misafir öğretim üyesi olarak ders verdiği ve onunla kendi öğrencilik yıllarını güzelleştiren anılar topladığı şehre yeniden birlikte gidiyor olmak heyecan vericiydi. Cultural Heritage Foundation for World Peace tarafından kendilerine ulaştırılan davet mektubu sonrası Engin'le birlikte üniversitedeki ve kazı alanındaki işlerini organize etmek biraz uğraştırıcı olsa da Viyana merkezli bu sivil toplum kuruluşunun gönüllüleri ve dünyanın dört bir yanından gelecek diğer akademisyenlerle yapılacak fikir alışverişi ikisi için de çok önemliydi. İzmir'den Viyana'ya bu defa yanlarında Tuğrul yokken gerçekleştirecekleri bu yolculuk yaklaşık üç saat sürecekti.

"Sadece üç gün..." dedi Esin, Tuğrul'u öperken... "Üç gün sonra dönüyoruz."

Kullanmayı çok sevdiği o hafif leylak kokusu; veda seremonisine tüm güzelliğiyle eşlik ederken, Tuğrul'un montunun fermuarına sıkışan saç teli genç kadının canını yaktı. Geri çekilirken; Thanatos'un onlar için yaptığı planın bir işareti gibi yere düşen incecik birkaç teli hiç fark etmedi. İnce uzun parmaklarının şefkatli dokunuşuyla Tuğrul'un kulağına son cümleleri fısıldadı.

"Görüşürüz oğlum..."

"Bu pazar..." dedi başını sallayan Tuğrul yumruk yaptığı elini babasına uzatarak.

"Bu pazar..." dedi Engin, onunla yumruk tokuşturarak. "Basketbol takımının kaptanı ve Engin Atalay'ın oğlu olarak üzerine düşeni yap. Rakip takımı pestile çevirdiğinizi görmeden huzura ermeyeceğim. Ama şimdi... İzninle bu güzel hanımla üç gün baş başa kalmanın tadını çıkarmaya başlayayım."

"Seminere gittiğinizi söylemiştin." dedi Tuğrul gülerek.

"Eh, bu bahaneyle 13. evlilik yıldönümümüzü de ucuza kapatacağım." dediğinde karnına bir yumruk yemişti.

"Düşündüm de Engin'i burada bırakıp Profesör Wilson'ın söz verdiği yemek davetini kabul etmek daha cazip olabilir." dedi Esin kocasına göz süzerek.

"Wilson mı?" dedi Engin kaşlarını çatarak. "O kılkuyruk hala peşinde mi dolaşıyor senin?" derken elindeki çantayı ayağının dibine bıraktı. Uyarırcasına "Esin..." derken kocasının babasıyla vedalaşan kadın hiç de oralı değil gibi görünüyordu. "Sana emanet baba..." dedi Tuğrul'a göz kırparak.

"Esin çıldırtma beni şu Wilson mevzunu anlat." diye üstelerken araya girdi Tuğrul.

"Beni dedeme emanet edeceğine babamı etsene anne, geceyi yabancı bir ülkenin karakolunda geçirmek istemiyorsanız yani..." dediğinde oğluna güldü ve kocasının koluna girerek yerdeki çantayı yeniden eline tutuşturdu Esin. "Senin babandan daha iyi bir partner olacağına kuşkum yok." derken Tuğrul'un yüzündeki gülümseme de genişledi. "Beni götürmediğine pişman olacaksın anne."

"Biraz sıkıntılı bir yolculuk olacak ama merak etme canım, ben onunla her şekilde başa çıkarım." derken adamın gönlünü alacak bir öpücüğü yanağına kondurmayı da ihmal etmemişti. "Bununla konuyu kapatacağımı sanıyorsan çok yanılıyorsun." diye homurdanmıştı Engin.

Ellerindeki çantalarla güvenlik kapısına doğru yürürlerken dedesinin ikisinin çocukça davranışlarına dair söylediklerine pek kulak vermedi Tuğrul. Daha önce de onları bu noktadan yabancı topraklara yollamış, kimi zaman beraberinde dönen fotoğraflarla yetinirken kimi zaman tarihin izlerini önüne süren şehirlerin sokaklarını, müzelerini onlarla birlikte arşınlamıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan miras kalan o tarihi ağırlığın kendini hissettirdiği başkentte yürümek, Mozart ve Vivaldi gibi o topraklarda yetişen müzisyenlerin dünyaca ünlü eserlerini şehirdeki kafelerin yanında yöresinde duymak, Sanat Tarihi Müzesi'nin bahçesindeki kalabalığa göz gezdirmek ve binanın içine henüz girmemişken; müzenin o büyük kubbesinin üstündeki şehirlerin koruyucusu, sağduyuyla sürdürülen savaşın ve barışın tanrıçası olarak adlandırılan Athena'nın muazzam heykeline hayranlıkla bakmak Tuğrul'un anne babasıyla yaptığı ziyaretten aklında kalan en önemli parçalardı.

Havaalanının telaşlı kalabalığına karışan anons sesleri eşliğinde ikisine de el sallarken; zihnine akan bu görüntüler de anne ve babasının aynı anda arkalarına dönüp aynı şekilde ona karşılık veren elleri gibi bulanıklaştı. Ölümün karasularına kulaç atan iki beden, Tuğrul'un hafızasının kadrajına son kez ortak bir gülümsemeyle girdi. Bu görüntü bir daha asla eskisi gibi olmayacak anılarına uzak mesafeden fırlatılan çevik bir bıçağın, teninde bıraktığı kısa fakat sızısıyla da her an orada olduğunu anımsatacak derin bir kesik gibi çakılmıştı.


***


Günün parlak ışıklarıyla gözünü açtığında; başını yastıktan kaldırmadan önce Zeynep'in ilk fark ettiği şey yanındaki komodinde erimeye yüz tutmuş olan mumun zayıf ışığı oldu. Gözlerini kısarak, dirsekleri üzerinde yavaşça sırtını yataktan kaldırdığında bir anlığına nerede olduğunun bilincine varamadı. Etrafına baktığında düşündüğü, buraya nasıl geldiğiydi. Uyku sersemliğiyle ne yaptığını hatırlamıyordu. Sanki uyumadan önce ağır bir anti-depresan almış da ilaç sabaha kadar tüm vücudunu uyuşukluk içinde bırakmış gibiydi. Tuğrul'un içeride olduğunu bilmenin verdiği panikle hızla doğrulup ayağa kalktı. Sessiz olmaya çalışarak salondan içeri girdi.

Kimse yoktu.

Mutfağa, banyoya ve diğer odaya baktı. Vestiyere gitti. Ceketi de yoktu. Tuğrul'un evdeki varlığına dair hiçbir iz kalmamıştı. Ellerini sıkıntıyla saçlarının arasından geçirirken, elektrik düğmesine bastı. Gelmişti.

"Harika..." diye söylendi kendi kendine. Bütün gece yanındaydı ve sabah uyandığında Tuğrul'un tek kelime etmeden çekip gittiğini görüyordu. Zorla yanında tutmuş gibi hissettirmişti. Hoş, bir bakıma öyleydi. Zayıf anını yakalayıp yanında kalmasını istediğini söyleten oydu ne de olsa... Salona geri dönüp şarjı azalan telefonunu prize taktıktan sonra hemen mesajlarına baktı. Tuğrul'dan yine bir şey yoktu. Diğer gruplardan, Fatih'ten ve Duygu'dan gelen mesajlara göz attı. Duygu'yu aramak için mesaj ekranından çıktı. Birkaç defa çaldıktan sonra kızın "Alo..." diyen uykulu sesi doldu kulağına.

"Dışarıda kahvaltı için harika bir pazar!" dedi Zeynep.

"Ne..." dedi Duygu uyku halinden günlük hayata geçiş yapamadığını belli edercesine. "Saat kaç Allah aşkına?"

"Dokuzu yirmi geçiyor." dedi Zeynep umursamaz bir tonda. "Senin için yeterince geç değil miydi? Hay Allah."

"Rüyanda mı gördün diyeceğim ama uyuyup uyumadığını bilemiyorum." dedi Duygu bunun üzerine. "Böyle sabahın köründe beni arayıp ben yerimde duramıyorum, hadi kahvaltı yapalım tavrını dün gece Tuğrul Hoca'yla yaptığınız yolculuğa yorayım mı?"

"Çok garip ama sanırım haklısın." Gözünü gece Tuğrul'un yatmış olduğu koltuğa dikti. "En azından bir kısmında."

"Ben her zaman haklıyım." dedi Duygu hınzırca. "Fark etmen biraz zaman aldı. Neyse... Tamam. Şimdi planı yapıyorum. Önce..." dedi üzerinden örtüyü tekmeleyerek atarken. "Daha insani bir saat ayarlaması yapabiliriz. 11.00 nasıl?"

Zeynep'in de toparlanmaya ihtiyacı vardı. Tuğrul'un dün gece burada kaldığıyla ilgili bir şey söylememişti Duygu'ya çünkü bu durumda en az yarım saatini daha telefonda yerdi. "Mükemmel." dedi ona. "Yeri de belirledin mi bari?" dedi alayla.

"Mesaj atarım. İzin ver, ben de uyanayım." dedi Duygu uzun uzun esneyerek. "Haberleşiriz."

"Ya da boş ver." dedi Zeynep. "Ben nereye gideceğimizi biliyorum."


***


"Geçen sefer kaçtın ama bu sefer yüzünü gördüm nihayet." dedi Serkan Zeynep'in sandalyesine kolunu uzatarak. "Bu şerefi neye borçluyuz?" Bahar'a bakarak göz kıptı. "Üçünüz aylar sonra bir araya geldiğinize göre konu önemli galiba."

"Tamam." dedi Zeynep kabullenircesine gülümseyerek. "Seni biraz ihmal etmiş olabilirim." derken Serkan'ın yüzüne yayılan eğlenceli ifadeye baktı. "Şu kız birkaç hafta önce üzerime gül kokladığını söylediği için geldim." dedi Bahar'ı işaret ederek. "Kendimi bir göstereyim dedim. Gelmişken ekibi toplamasa mıydım?"

"Valla ben söyledim." dedi Bahar bir elini havada sallayarak. "Abim sözünde durmayacak bu gidişle, senin akademi sevdanla nereye kadar dedim." Zeynep'e dönerek sırtını sıvazladı. "Söz dinlemiş. Aferin kızıma."

"Bence de." dedi Serkan gülmeye devam ederek. "Yerinde bir karar. Kimseyi bulamazsak birbirimizle evleneceğiz dedik ama bilirsiniz. Koşullar değişince anlaşma da değişir."

"Ooo..." dedi Duygu tabağında kalan simit parçasını ağzına atarken. "Zeyno, Serkan da elden gidiyor yavrum bu da gol değil."

Zeynep yapacak bir şey yok dercesine ellerini iki yana açarken, göz gezdirdiği gazetenin pazar eklerini katlayıp oturdukları masanın bir köşesine koydu Serkan. "Neyse..." dedi sanki gitmesi için gözünün içine bakıyormuş gibi duran üçlünün, sessiz bir sırrı paylaşıyormuşçasına gizemli görünen yüzlerine bakarken. "Konseyi topladınız anlaşıldı. Kahveleri yaptırıyorum." Ayağa kalkmıştı.

Onun uzaklaşmasını göz ucuyla izlerken öne doğru eğilen Duygu "Senin şu abin var ya..." dedi Bahar'a "On numara adam. Hemen çaktı durumu da nezaketen kalktı, valla takdir ettim."

"Öyledir." dedi Bahar gülerek. "Ama kıymeti bilinmedi." Zeynep'e bakarak imalı bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı.

"Ha o mu?" dedi Duygu Zeynep'e bakıp sırıtarak. "Üzerine alınmasın canım, Zeynep'in gözü Tuğrul Hoca'dan başkasını görmüyor zaten şu ara." dediğinde dudağına götürdüğü çay bardağından aldığı yudumu püskürtecekti Bahar. "Dün geceden bu yana değişen ne?" diyerek Zeynep'e baktı. "Aramızda bir şey yok demedin mi?"

"Doğru. Aramızda bir şey yok." derken Duygu kafasını iki yana salladı alayla.

"Ama Tuğrul'da bir şeyler var."

"Tuğrul'da...?" dedi Duygu gülümsemesini genişleterek. "Tuğrul Hocam'a noldu? Dur tahmin edeyim, dün gece seni eve bırakırken aradaki mesafeyi de pencereden aşağı mı attınız?"

"Bir dakika, bir dakika." dedi Bahar. "Şu anda günlük dizilerin yoldan çevrilmiş hiçbir şey bilmeyen figüranı gibi ortada kaldım."

"Çenesini kapatırsa..." dedi Zeynep avcunu Duygu'nun ağzına doğru götürerek. "Anlatacağım."

Bu sırada önlerinden kahvaltı tabakları toplanmış ve Serkan'ın talimatıyla yapılan kahveleri de gelmişti.

Dün gece kokteylden ayrıldıktan sonra olan biteni Bahar'a özetledikten sonra kahveden bir yudum aldı. "Eli yaralıydı diyorum. Kazara olmuş bir şey değil. Bıçak kesiği gibiydi."

"Yol kavgası demiş işte." dedi Duygu bacak bacak üstüne atarak. "Tuğrul Hoca da olsa Türk erkeği damarı var sonuçta, takışmıştır ne var bunda? Burada asıl konuşmamız gereken şey gece birlikte kalmış olmanız."

"Keyfimizden kalmadık herhalde." dedi Zeynep. "Elektriği ben mi kestim?"

"Valla ben olsam keserdim." dedi Duygu iç çekerek. "Öyle bir yaratıkla baş başa, mum ışığında..." derken yine hülyalara dalmıştı.

"Ayrıca adam, bana ne senin karanlık korkundan diyerek basıp gidebilirdi." dedi Bahar. "Aslında sizi dün gece öyle burun buruna ilk gördüğümde anlamıştım bir şeyler olduğunu."

"Evet, öyle ki fazla yüklenmeden trafoları patlatmışlar." dediğinde ikisinden gürültülü bir kahkaha koptu.

"Ha ha ha." dedi Zeynep. "Çok komik. Öldüm gülmekten." Arkasına yaslandığında daha çok kendisiyle konuşur gibiydi.

"Siz ne derseniz deyin, o adamda başka bir şey var. Birden fazla kişiliğe sahip gibi. Nerede ne tepki verir kestiremiyorsun. Fakültede beyefendi, yalnızken sokak serserisi gibi..."

Duygu "Devamı mutfakta aşçı, yatakta..." dediği sırada Bahar'ın kaş göz hareketiyle susmasını işaret etmesiyle duraksadı ve yavaşça arkasını döndü. Serkan soran gözlerle kendisine bakıyordu.

Havada kalan cümlesini tamamlayamamanın verdiği bozuntuyu çaktırmayarak kocaman gülümsedi ve "Birlikte bir kahve daha?" dediğinde Zeynep'le Bahar'ın kahkahalarını masumca omuzlarını kaldırarak izledi.

Serkan'ın bir süre daha yanlarında oturup sonrasında kendi ofisinin olduğu bölüme geçmesiyle, Bahar'ın Olympos Antik Kenti'nde çekmiş olduğu son fotoğraflara baktılar. Bu ara basının bölgeyle oldukça ilgili olduğunu söyleyen Bahar "Bu hafta sonu Akdeniz ekinde Olympos ile ilgili bir yazı dizisi de olacaktı." dedi onlara. Serkan'ın önünden alıp diğer boş masalardan birine bırakmış olduğu gazete eklerini toplayarak masaya geri döndü. 

"Bunlardan birindeydi."

Sayfaları karıştırırken gözüne başka bir haber çarptı.

FAHRİ DEMİRKAN MÜZESİ'NDE GÖRKEMLİ AÇILIŞ

Demirkan Holding'in sahibi Tekin Demirkan, bölgede ve Türkiye'de iyi tanınan merhum iş insanı Fahri Demirkan'ın adını taşıyan özel müzenin açılışını görkemli bir törenle gerçekleştirdi. Yaptığı açılış konuşmasında geçmiş ve gelecek arasında kurulan en somut bağın bu toprakların bıraktığı eserler olduğunu belirten Demirkan, babası Fahri Demirkan'ın da en büyük isteğinin, bu zengin topraklardan çıkarılan eserlerin daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayacak özel bir müze kurmak olduğunu belirtti. Çok sayıda eserin sergilendiği özel müzenin açılışına, iş dünyası ve sanat camiasından pek çok ünlü isim akın etti.

En üstte yer alan Tekin'in ve hemen altında gazetecilerin çekmiş olduğu diğer ünlü simaların fotoğraflarına baktıktan sonra "Öncesinde dün gecenin özeti var." dedi gazeteyi Duygu ve Zeynep'e de uzatırken.

"Ünlü mü olduk?" dedi Duygu gülerek.

"Sosyete dururken bizim ekibin haber kaynağı olduğunu sanmıyorum." dedi Zeynep bunun üzerine.

Başıyla onu onaylayan Bahar "Haklı." dedi. "Sosyetik güzeller bütün sayfayı kaplamış."

"En sıkısı da Tekin Demirkan'ın yanında." dedi Duygu. "Adama da vantuz gibi yapışmış resmen. Kim bu?" dediğinde Bahar da yeniden o sayfaya doğru eğilmişti. "Onun gömlek değiştirir gibi sevgili değiştirdiğini biliyoruz, pek şaşırtıcı değil."

"Ben sosyeteyle ilgilenmemek için bu şehirdeyim." dedi Zeynep omuz silkerek.

"Melih Karyel'in kızının aralarında dolaştığını bilseler, bu sayfanın en büyük fotoğraflarından biri sen olacaktın." dedi Bahar.

"Babamla onca sene sadece Zeynep olmanın mücadelesini verdikten sonra..." dedi gazeteyi bırakan Zeynep arkasına yaslanarak. "Olduğum yerde kalmaktan gayet memnunum."





Kitapla ilgili video editlerini ve alıntıları takip etmek için;

Instagram: @burrcukaya11

Twitter: @burrcuky

Bölüm şarkıları için hazırladığım Spotify listesine profilimden ulaşabilirsiniz. 

Continue Reading

You'll Also Like

173K 808 6
!!! KİTAPTA BOLCA SMUT BULUNUR !!!
150K 10.4K 38
Biz adımız gibi özgür bir timdik. Hür Timi. Kendi kurallarımızı koyardık. Bu askeriye işleyişine ters olduğu için de sürekli azar işitirdik. "Hangi...
596K 62.2K 28
Bugün tam bir ay oldu buraya geleli. Dört duvarın arasındayım. Küf kokuyor burası, biraz da is. Derin bir koku çekiyorum içime, işte diyorum kendime;...
229K 15.5K 45
Yeşim köstebekti. Ona en çok güvenen adamın, Mehmet Bey'in aradığı kişiydi, düşmanıydı. Yüzbaşı Yiğit ise hiç güvenmediği bu kadının onu her seferind...