ANTKAYZON

By Pride352

45.7K 1.5K 1.3K

Şimdiye kadar Tuğrul Atalay için hiçbir görev bu kadar zor olmamıştı. Tarihi eser kaçakçılarının peşindeki bi... More

TANITIM - 1
TANITIM - 2
TANITIM - 3
TANITIM - 4
TANITIM - 5
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm

20. Bölüm

936 19 43
By Pride352



Bölüm şarkıları; 

ItsAMoney - Arcade

Canozan, Damla Eker - Öyle Kolay Aşık Olmam

Birlikte dinleyelim mi?




Kalmak isterse ağırla, gitmek isterse bırak gitsin.

Homeros, Odysseia



Karanlık en savunmasız anında mı çöreklenir insanın üzerine? Sadece kendi canını değil, kendi canından olanları korumak adına en ufak bir ışık sızıntısına ulaşmak için ne kadar çabalayabilir insan? O an gelip çattığında korkudan dizinin bağı çözülse bile dimdik ayakta durmak zorundadır. Kılıcını kuşanır, sırtını dikleştirir. Ufacık bir ışık huzmesi görmüş olsa dahi, korkularını rüzgârın sağa sola savurduğu buğday başakları misali tüm gücüyle aralayarak kendinden uzaklaştırır.

Tanrılar yardımcıları olursa eğer; o karanlığın sonunu getiren, ucu bucağı görünmeyen yeşil çayırların üzerinde parıldayan güneş ışığına kavuşturacak büyük bir adımdır. Bir kadının kocasına, bir oğulun babasına, bir annenin çocuklarına ulaşması için açılan mucizevi bir kapıdır.

Korunmak istiyorsan, üstün olandan kork ve af dile...

Gecenin sabaha dönümünde onların hangi felaketi salacağını bilemezsin. Büyük dinlerin pek çoğunda Tanrıların tahtı olarak bilinir gökyüzü. Karanlığın ve aydınlığın yenilmek bilmez yöneticileridir hepsi... Hangi halka neyi layık görürse; kaderini bu güçle çizer.

Kimi zaman düşmanın sırtını dayadığı koca bir dağ olur, surların kapısına yüklenen askerlere verir tüm desteğini; kimi zaman ise sıkı sıkıya örülmüş taştan yapıların arkasında canının derdine düşmüş soylulara...

Bazen hangi tarafta olduğu bilinmeyen iki yüzlü bir zalimdir karanlık. Kime yardım ettiği kestirilemediğinde, savaşın galibini öngörmek de zordur. Arkasına aldığı askerlerle, tarafında yer almayan masumların canını almaya yemin etmiş bir şeytan mıdır galip gelecek olan? Yoksa kendisine emanet edilen canları ne pahasına olursa olsun koruyan cesur bir komutan mı? Akıtılacak kanları düşünmeden, sahip olacağı ganimetin peşinde dört nala sürerken atını; kılıcının kabzasına yapışmış, gözünü kan bürümüş askerlere mi yardaklık eder karanlık? Yoksa korkudan, karmaşadan, feryatlardan sıyrılmaya çalışan; Güneş'in zerresi dahi kendini göstermeye uzakken henüz, en tatlı uykularından uyandırılan acze düşmüş bir halka mı?

Savaş kıvılcımları bir kere tutuşmaya görsün... O geniş avlulardan, pürüzsüz mermerlerden, gün ışığının her bir rengin en güzeliyle mükafatlandırdığı canlı bahçelerden geriye ne kalır? Karanlık tüm renkleri dağıtır, korku bütün kapıları kapatır. Antkayzon'un en güzel kızlarının, en yiğit delikanlılarının salındığı meydanlar, tanrılara yakarılan büyük, gösterişli tapınaklar, geleceği inşa edecek olan iyi eğitimli çocuklar hangi izleri bırakır? Beşiğinden alınıp ipek örtülerle sarılıp sarmalanan bebekler de hisseder aynı korkuyu, surların önüne konuşlanmış askerler de... Yaşlılar ağır aksak ilerlemeye çalışırken, bazı kadınlar hizmetkarlarını sürükler peşinden, bazıları da çocuklarını tutar elinden. Meşalelerin aydınlattığı uzun, dar bir geçidin tam ortasında, o mucizevi kapıya ulaşma yolunda ilerlerler. Sonra, telaşlı seslerin yankılandığı, uçuşan eteklerin dalgalandığı, alevlerin gölgelerinin yükseldiği o yolun duvar kenarına siner bir kız çocuğu. Sığınmak zorunda kalır o çok korkulan karanlığa. İnsanlar koşuşturur, ayakları birbirine dolanır, çığlıkları birbirine karışır. Küçük kız gölgelerin arasında çırpınır.

Durmazlar.

Gözlerinden sicim gibi iner korkunun acımadan kırbaçladığı damlalar, son vermek için var gücüyle haykırır.

Yine de duymazlar.

Önünden geçen iki çocuğun gözleri değer bu kez gözlerine. Annelerinin çekiştirmesiyle ondan uzaklaştıklarındaysa sesi kısılır, umudu cılızlaşır. Korkusu büyüdükçe daha çok siner o köşeye, sindikçe üstüne bir perde gibi iner karanlık. Kızaran gözlerini kalabalığa diker, nemli ellerini tozlu eteğine sürer. Her şeyin bittiğini düşünüp gözlerini kapattığı anda havalanır bedeni yerden. Parmaklarına değen uzun siyah saçları sıkıca kavradığında bir tek annesinin adı çıkar titrek dudaklarından. Yüzünü yüzüne çevirdiğindeyse o anda tutunmayı istediği tek kadının hayali, kaybolan ruhu gibi uçar gider omuzlarından.

Bazı insanlar karanlıkla erken tanışır. Dalgalı bir denizin içine çektiği derinlikten sakin bir kıyıya çıkmaya çabalamak, çocukken yatılan odanın duvarındaki gölgeden iblislerle savaşmak, sımsıkı ağaçlarla örülü koca bir ormanın içinden gelen seslerden ürküp koşarak yola fırlamak, yalnızca ay ışığının aydınlattığı zifir gibi bir sokaktan geçmek gibi değildir bu. Gerçek karanlık hem bir ateştir hem de hiç çözülmeyecek bir buz... Bu iki zıt kavram birleştiğinde birbirini etkisiz hale getirir zannederiz fakat her zaman öyle olmaz. Bazen birleştikçe daha çok yakar insanın canını.

Canının yanmasının aslında ne demek olduğunu ilk anladığı zamana giderek, fırtınanın etrafında ne varsa alıp götürdüğü, ağaçların önünde diz çöktüğü kasvetli bir gün ortasında, elinden kimin tuttuğunu dahi bilmeden uyuşuk adımlarıyla bembeyaz mermerlerle kaplı büyük alana doğru yürüdüğü anı düşündü Zeynep. Yüksek çam ağaçlarından o an için gözüne dikenliymiş gibi görünen sivri yapraklarından düşen damlaları gördüğünde, kendi yüzünde o damlaların bir benzeri yoktu. Günlerdir öyle çok ağlamıştı ki, göz pınarları bedeninde var olan bütün kaynağı kullanmış, kullandıkça onu tüketmiş, tükettikçe bitkinleştirmişti. Babasının aile mezarlığı olduğunu söylediği bu yerde yüksek, soğuk mermerlere, soğuktan donmaya yüz tutmuş bitkilere, etrafındaki çiçeklere, ağaca baktı. O ana kadar karanlığı yalnızca günün geceye dönümünden saymıştı. Güneş'in ortadan kaybolması ve zamanı geldiğinde yeniden ortaya çıkmasına dek geçen süreden ibaretti karanlık. Korkmazdı.

Her gece uyumak için odasına gittiğinde annesinin gece lambasını açtığı, saçlarını okşadığı, baş ucundaki kitaplardan hiç bıkmadan tekrar tekrar aynı masalları okudukları keyifli anlardan ibaretti. Ne zaman uykuya daldığını bilmez, annesinin ne zaman gittiğini görmezdi. Sabaha ulaşmadan uyansa dahi seslendiğinde saniyeler içinde kucağında bulurdu kendini. Korktuğunda gözlerini sımsıkı kapatır, uzun, kahverengi saçlarına dayanır, onu sakinleştirecek sözleri dinlerdi. Mermerin başucuna geldiğinde ve ıslak toprağa dokunduğunda, onun hem buzdan bir bıçak hem de alevden bir pelerine dönüştüğünü hissetti. Toprak elinden yuvarlandığında, buzdan bıçak kalbinin en derinine bir daha hiç çıkmamacasına saplandı. Bu acıyı benimseyemeden giydi sırtına alevden pelerini. Karanlık aynı anda hem üşütür hem yakar mıydı?

Üşüdü.

Yandı.

Bir ardiyenin unutulan köşesinde, bir dolabın içinde aynı hissi yeniden yaşıyordu. Gözleri sımsıkı kapandı, karanlık etrafını sardı. Geriye doğru büzüştükçe çocuk kalbi daha da parçalandı. Bir süre sonra diğer odalardaki kapıların açılıp kapandığını, havadaki telaşlı sesleri duysa da yerinden kıpırdamadı. Babasının yüksek tondaki sesini duyduğunda sığınmak için kaçtığı odanın kapısı sertçe açıldı. "Sınırları belli olan bir evde küçücük çocuğun nerede olduğunu nasıl bilmezsiniz?" Babasının adımları odada yankılandığında arkadan gelen birkaç kişinin daha sesiyle hem çok korktuğu hem de sığınmaktan hiç çekinmediği o karanlık, saklandığı eski dolabın kapağının gıcırtılı bir sesle hızla açılmasıyla önce yüzüne sonra küçük bedenine vuran cılız bir aydınlığa teslim olmuştu.

Karanlık, bir tünelde yürüdüğünü ve bir adım bile atsa göremediği bir boşluğa düştüğünü düşündürürdü Zeynep'e. Işığı kaybetmek; çocukluğunun en yaralayıcı, en korkutucu, hatırlamaktan en çok sakındığı anılarını o istemese de zihnindeki karmaşık ağları kendi elleriyle açarak bulunduğu yerden çıkartmakla eşdeğerdi. Elindeki ilk yardım kutusuyla gitmek için hareketleneceği sırada biraz önce karşısında durduğu adam, salondaki diğer her şey gibi simsiyah bir sessizliğe büründü. O panikle telefonunun ışığından faydalanmak için soluna doğru ilerlemeye çalıştığında Tuğrul da onunla birlikte hareket ederek önünü kesmiş, elindeki kutu da Tuğrul'a çarpmasıyla yere düşmüştü.

"Işıklar..." dediğinde Tuğrul onu iki kolundan mengene gibi kavrayarak kutuyu düşürdüğü yerden uzaklaştırarak kendisine doğru çekti.

"Sakin ol." diyerek tutuşunu sertleştirdi ve kendisine iyice yaklaştırdı. "Yara saracağım derken, gecenin sonunda ya kendini ya beni öldüreceksin." dedi onun panikle inip kalkan göğsünü gömleğinin üzerinde hissederken. Dudakları adamın dudaklarına çok mu yakındı yoksa onu gafil avlayan korkusu yüzünden aklı bu kez gerçekten başından mı gitmişti bilmiyordu Zeynep. Kendi nefes alışverişleri arasında sanki tüy gibi belli belirsiz bir sıcaklık önce kendi dudaklarına sonra da boynuna uğramış gibiydi. "Telefonum." diye yutkundu. "Telefonu almaya çalışıyordum." Onun nefes alışverişlerinin düzene girdiğini anlayınca, bir kolunu bırakarak kanepeye doğru eğildi ve kendi telefonunu aldı. Feneri açarak havaya tuttuğunda Zeynep de derin bir nefes almıştı. Başını cama doğru çevirdiğinde görebildiği kadarıyla hiçbir yerde ışık yoktu. "Sanırım bu bölgede komple gitti."

"Birazdan anlarız." dedi Tuğrul bu kez Zeynep'in diğer kolunu da bırakarak. "Burada bekle. Mümkünse kıpırdamadan." dedi alaycı gülüşüyle dudağını büzerek. Kulağına doğru eğilerek fısıldadı. "En azından bunu başarabilirsin sanıyorum." Onun ne demek istediğini anlamadığı ve Tuğrul'un bu ses tonuyla ve yakınlığıyla uyuşmuş olan beyni aklı başında hareket etmesini daha fazla engellediği için, Zeynep'in gözleri endişeyle kısıldı. Onun yeniden sinirlendiğini düşünen Tuğrul, hafifçe gülümseyerek telefonun ışığını önüne doğru tuttuğunda ve yanından ayrılmak için hole doğru birkaç adım attığında sol eli Zeynep'in soğumuş eli tarafından sıkıca kavranmıştı.

"Gitme."

Önce başını yana, sonra da bedenini tamamen ona doğru çevirdi Tuğrul. Zeynep'se kurduğu tek kelimelik cümleden hızla pişman olmaya başlasa da yapacak bir şeyi yoktu. Endişeyle dudağının kenarını dişledi. Onun bu ifadesini izleyen Tuğrul ise anın keyfini çıkarmaya niyetliydi. "Duyamadım?" derken Zeynep'in kıvranışını, dudaklarından gözlerini ayırmayarak izledi. "Bir şey mi dedin?"

Derin bir nefes alan Zeynep ağzından az önce istemsizce çıkan o kelimeyi bu kez tüm farkındalığıyla tekrarladı. "Gitme dedim..." Tuğrul'a doğru yaklaştı. "Yani, demek istediğim, birlikte bakalım."

"Yanımdan ayrılmak istemiyorsun demek." dedi Tuğrul onun karanlık korkusunu çoktan anlamış ve keyiften dört köşe olmuş vaziyette. "Pekâlâ..." dedi izin verir gibi. Çenesiyle önüme düş der gibi yolu işaret etmişti. Onun ışığı tuttuğu tarafa doğru birlikte yürürken holün bitimine, kapıya dek geldiler. 

"Sigortaların yerini göstermek için..." diyerek döndüğünde, Tuğrul'un gülümsemesi iyice yüzüne yayılmıştı. "Çok yaratıcı." dediğinde Zeynep de soru dolu gözlerini ona dikmişti. "Sigortaların dış kapının yanında olmasını diyorum." dedi küstah bir ifadeyle. "Kimsenin tahmin edemeyeceği bir yerdeymiş." 

Atan sigorta olup olmadığını kontrol ederken, Zeynep de hemen yanında ellerini göğsünde birleştirerek duvara yaslandı. "Hiçbir fırsatı kaçırmıyorsun değil mi?" diye mırıldandı gözlerini yukarı dikerek. Sorunun ana sigortada olmadığını gören Tuğrul telefon ışığını oradan çekerek pantolonunun cebine koydu ve yeniden Zeynep'e döndü. Işığın yeniden kaybolmasıyla Zeynep de istemsizce bağladığı ellerini çözerek avuç içlerini duvara dayamıştı. 

"Ne yapıyorsun? Aç şunu..."

"Merak ediyorum." dedi Tuğrul dakikalar önce onun sarmış olduğu elini başının tam yanına koyarak. Dalgalı saçlarının birkaç tutamı elinin altındayken, kahverengi gözlerinin nasıl açıldığını fark etmesi için ışığa ihtiyacı yoktu. 

"Zeynep Karyel'i köşeye sıkıştıran şeyin nedenini." Ona cevap vermeyen Zeynep'in cebine uzanan elini bileğinden yakaladı. "Dilini böyle bağlayabilmesine şaşırdım. O çok cesur Zeynep de bir şeylerden korkuyormuş demek ki..."

Elini yukarı doğru kaldırdı Zeynep. Bileğini tutan iri avcun bitimindeki sargı bezinin varlığını hatırladı. "Ben de merak ediyorum." dedi onun yüzüne bakarak. "Elini bu hale getiren şeyin ne olduğunu mesela..." Çenesini dikleştirmişti. "Cevaplamaktan korkuyor musun?" dediğinde onun bileğini aniden bıraktı Tuğrul. Telefonu cebinden çıkararak ışığı onun yüzüne doğru tuttu.

"Öyle veya böyle...Herkesin korktuğu bir şeyler vardır. Ama benimkiyle ilgili teorilerinin bununla ilgisi yok." dedi vereceği tepkiyi inceleyerek. "Yine de tahminlerini bizzat senin ağzından duymak keyifli olur."

"İki haftada bir başımı belaya soktuğum düşünülürse, bu geceki olayın sebebi her neyse içinde olmadığım için mutluyum." dediğinde gürültülü bir kahkaha geldi Tuğrul'dan. Başını sorarcasına sallayan Zeynep de onun bu tepkisine karşı gösterdiği ilk şaşkınlığın ardından hem gülmüş hem de Tuğrul'un üzerine gitmeye karar vermişti.

 "Bu durumda, yine birini dövmüş olmanın olasılığı oldukça yüksek görünüyor. Demek ki olaylara karışmaya gönüllü olan sadece ben değilim. Ayrıca..." dedi vurgulayarak. "Gülme refleksinin çalışır durumda olduğunu da bilmiyordum."

"Senin gibi suratsız birinin bunu söylemesi ilginç doğrusu." dedi Tuğrul.

"Bana suratsız diyorsan aynaya daha sık bakmanı tavsiye ederim." dedi Zeynep. "Daha eğlenceli olur eminim."

"Her şeye bir cevabın var. Karanlık fobini yanındaki varlığımla unutturduğum anlaşılıyor." dedi Tuğrul alayla. Ona yaklaşmıştı yeniden. "Ama unuttuğun bir şey daha var. Hemen şimdi, seni burada telefonuna uzak bir noktada bırakıp şu kapıdan çıkıp gidebilirim." Dudağının ucunu küçümser gibi kıvırdı. "Bana karşı daha nazik olmalısın." dediğinde Zeynep'ten tepki yoktu. Kendisine aksi yönde karşılık vermek için yanıp tutuştuğunu ve iç sesiyle verdiği savaşı görür gibiydi. Bunun üzerine arkasını döndüğü sırada "Gidemezsin." diyen yüksek tonlu ve sıkıntılı bir sesle durakladı.

Yeniden Zeynep'e dönerek bir omzunu duvara yasladı. "Kalmamı mı istiyorsun?"

Ağzının içinde yaptığı kısık sesli sövgüyü anlamazmış gibi sordu. "Duyamadım?"

"Evet." dedi Zeynep bu kez pes edercesine. "Kal. Lütfen..."

Halinden memnun bir şekilde "Pekâlâ..." dedi Tuğrul. "Bu kibar davetini görmezden gelecek kadar kaba bir adam değilim."

Sabır diler gibi bir nefes aldı Zeynep. "Telefonu verir misin?" dedi kendini garantiye almak istercesine.

Işığı öne doğru tuttu Tuğrul. "Bu kibarlığın gözlerimi yaşartıyor, önden yürü." dedi ona. "Ben arkandayım."

Kendi telefonunu bulana ve gelmek bilmeyen elektriğe yeniden kavuşana kadar dilini tutması gerektiğini düşünürken birlikte yeniden salona ilerlediklerinde, Tuğrul'un feneri kendi telefonunun olduğu tarafa tutmasıyla çölde vaha bulmuş gibi ona yapışıp ışığı açtığında ortam daha da aydınlanmıştı. Rahatlayarak etrafa bakındığında Tuğrul'un camlara yaklaşmış olduğunu gördü. Gözleri adamın ensesinde, kısa kesimli saçlarında, üzerine oturan beyaz gömleğinde dolaşıp sonra da kendisinin sarmış olduğu eline kaydığında, arabada elini gördüğü ilk anda kafasında dört dönen soru işaretlerinden birinin çengeli etine batmış gibi irkildi. 

Kiminle tartıştığını ya da kavga ettiğini bilmiyordu. Belki de basit bir kazaydı. Ama içindeki zayıf ses sonuncu ihtimale ikna edememişti beynini. Bu camiada tanıdığı diğer akademisyenler gibi değildi. Tuhaftı. Bütün farklılıklarına rağmen etrafındaki insanların çoğu belli başlı kalıplar içerisinde gibiydi. Eliyle tutacağı, gözüyle göreceği somut bir farklılık değildi Tuğrul'daki. Geldiği ilk gün olanlar için mi, sürekli karşı karşıya geldikleri için mi böyle düşünüyordu bilmiyordu. O ilk gün nedeniyle kendisine kafayı takıp, huzursuz etmeye çalıştığını düşünmüştü. Eray Hoca'nın doğum günü ve sonrasında olanlara dek... Tuğrul'un evinde girdikleri tartışmayı...Üzerinde hakimiyet kurmaya çalışarak, her söylediğine koşulsuz şartsız uymasını bekleyişini... Fischer'le ilgili söylediklerini... Onun arkasından bakarken, aklından geçirdiği bu düşünceler; elektriklerin gidişiyle, Tuğrul'un onu kendisine çektiği o anda sonlanıyordu. Zihninde canlanan resimde, ilk başta korkudan hızlanan ve azaltmaya çalıştığı kalp atışları; bu kez önüne çok daha farklı bir şekilde çıkıyor ve o an ikisi arasındaki birkaç saniyelik yakınlaşmayla bitiyordu. Bunu düşünmek istemez gibi kendiliğinden harekete geçmişti dudakları.

"Çay mı, kahve mi?"


***


Doğan'ın ve operasyona katılan tüm ekibin uzaktan şifreli olarak bağlanmış olduğu toplantıda, Myra'dan kaçırılarak satılmaya çalışılan eserlerin ele geçirilişi masaya yatırılmıştı. Yakalanan satıcının kimlerle bağlantılı çalıştığının belirlenmesi için başlatılan araştırmaların yanında, alıcının da bir milletvekiliyle akrabalık bağının bulunduğu ortaya çıkmıştı. Bu yüzden milletvekilinin bu olayla ilişkisinin olup olmadığı da araştırılacaktı.

Kararlaştırılan saatte, tüm ekip toplantıda yer alırken yalnızca Tuğrul sisteme giriş yapmamıştı. Toplantı başlar başlamaz söze giren Mehmet Özder, Tuğrul'la bağlantı kuran son kişi olduğu için Doğan'a Tuğrul'un son durumu ile ilgili birkaç soru yöneltmişti. Doğan ise yaptıkları son konuşmayı hatırladığında, Zeynep Karyel denilen bu kızın Tuğrul'un başına iş açacağı konusundaki endişelerini o an için bir kenara bırakarak, Tuğrul'un operasyonla ilgili raporunu daha sonra vereceği konusunda adamı onayladı. Tuğrul'un sahada olması ve diğer akademisyenlerle bir arada bulunması nedeniyle bu konu üzerinde pek durmayan Mehmet Özder "Otelin sahibi olan Tekin Demirkan'ın satışla bir bağlantısı olmadığı netleştirildi." diye devam etti. "Satışın müzenin açılacağı gün, müzeyle bağlantılı olan otelde gerçekleştirilmiş olması, Tekin Demirkan ihtimalini ortaya koysa da bu akşam elde edilen bilgiler ve yapılan ilk sorgulamalar Demirkan adını temize çıkarmış gözüküyor."

"Müdürüm bu geceki operasyondan sonra Tekin Demirkan'ın güvenlik müdürünün ve tüm güvenlik ekibinin işine son verdiği bilgisini aldık." dedi bir başkası. "Güvenlik zafiyetinin farkında olduğu için ertesi günü bile beklemediği anlaşılıyor."

"Adamı takdir ettim." dedi Doğan gevşek bir gülümsemeyle. "Hızlı harekete geçenleri severim. Kıçlarına tekmeyi basmasaydı sırada kendi müzesinde sergilediği eserler de olabilirdi."

Operasyonun yürütülme ve sonuçlandırılma aşamalarıyla ilgili birkaç detay daha tartışıldıktan sonra yeniden konuşmaya giren Mehmet Özder, ele geçirilen eserlerin Bakanlık yoluyla Antalya Arkeoloji Müzesi'ne iade edileceğini belirtti ve bu gece görevde olan tüm ekibe teşekkür ettikten sonra operasyonla ilgili raporları iki gün içinde beklediğini hatırlatarak toplantıyı sonlandırdı.


***


Çakmakla yakmış olduğu ocaktaki ufak çaydanlıkta, kahve için koyduğu suyun kaynamasını beklerken bu sürede telefonun ekranını kaplayan bildirim ve mesajları silmeye başladı Zeynep. Mutfakta bulunan ve şarjı tam olan ışıldağın yanı sıra iki kalın mum daha yakıp salona götürmüştü. Raftan iki kupa alırken bölümün genel whatsapp grubuna gelen, bu gece çekilmiş oldukları fotoğraflara baktı. Bu sırada Duygu'dan peş peşe gelen mesajlarla, onunla olan konuşma penceresine geçti.

Gönderen Duygu:

Zeyno... Geldin mi eve? Çok mu kızdın ne kadar kızdın?

Gözlerini devirerek ekrana baktı Zeynep. Normal şartlarda kızacağını bal gibi biliyordu. Tuğrul onları bırakacağını söylediğinde, kendisinin reddedeceğinden emin olduğu için balıklama dalmıştı yine. Nerden bilebilirdi iyi ki de yapmış diye düşünebileceğini? İyi ki demişti değil mi sahiden? Duraksayarak bir elini mermere koydu. Kupaların yanında duran ve tüm mutfağı aydınlatan ışıldağa baktı. Ne olursa olsun şu an yalnız olmadığına memnundu. Yanında tüm baskınlığı ve egosuyla ona zor anlar yaşatan Tuğrul Atalay olsa bile... "Hiç yoktan iyidir." dedi kendi kendine. Yeni bir bildirim sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı.

Gönderen Duygu:

Tuğrul Hoca'yla yolun ortasında durup kavga ediyor olma olasılığını hesaplıyorum.

"Mekân yanlış ama tahmin doğru." dedi yine sesli olarak. Asansörün önünde adamın bir yakasına yapışmadığı kalmıştı. Bu kavgacı, zorba kişilikle sadece el yaralanmasıyla kurtuluyorsa iyi diye geçirdi içinden. Duygu'ya kasıtlı olarak kısa cevap yazarken gülümsüyordu.

Gönderen Zeynep:

Sence?

Anında cevap yazmıştı. Çevrimiçi olduğu için yakasını bırakmayacağını biliyordu. Öğrenmeden durmayacaktı.

Gönderen Duygu:

Yaşama belirtisi verdiğine göre sağ salim gelmişsin işte. Dur görüntülü arayayım.

Salondaki Tuğrul'u ve karanlığı düşündüğü an hızla cevap yazmaya başladı. Elektriklerin kesilmiş olması bir yana Tuğrul'un Duygu'yla konuşmalarını duyma ihtimali bile korkutucuydu. Duygu'nun neler söyleyebileceğini az çok tahmin edince bu görüşmenin olmaması ve Tuğrul'un kendisiyle ilgili hiçbir şey duymaması ikisinin de hayrına olacaktı. Adamın eline daha fazla malzeme vermenin gereği yoktu.

Gönderen Zeynep:

Hayır Duygu şimdi değil.

Gönderen Duygu:

Yapma Allah aşkına basit bir olayı amma büyüttün ya.

Duygu hala Tuğrul'un onları bırakma kısmına takılmış olduğunu düşünüyordu elbette. Olan biteni şu an anlatması mümkün değildi.

Gönderen Zeynep:

Ben seni sonra ararım.

Gönderen Duygu:

Bir dakika ya... Bu yanımda özel biri var gizemi. Hey... Yoksa????

"Anlamasaydın da şaşırsaydım." diye söylendi Zeynep.

Gönderen Zeynep:

Duygu... Arayacağım seni dedim hayatında bir kere sabırlı ol.

Gönderen Duygu:

Tuğrul Hoca hala yanında değil mi? Yazamıyorsan bir işaret ver bari...

"Off Duygu." dedi Zeynep yine sesli bir şekilde. "Sen benim ne ile uğraştığımı bir bilsen..."

Arkasından gelen ve "Yazık..." diyen tok bir sesle döndüğünde Tuğrul'un dibine kadar gelmiş olmasını beklemiyordu. Görünmez falan mıydı bu adam? Varlığını neden asla hissettirmiyordu?

"Çocuk bakıcılığımın karşılığı bu olmamalıydı." dediğinde kaşları havalanan Zeynep "Özel konuşmaların dinlememesi gerektiği on yaşından önce öğretiliyor diye biliyorum." dedi ona.

Zeynep'in üste çıkma çabasını izlerken, bu gece Doğan'a kendisi tarafından verilen dinleme talimatını bilme imkânı olsaydı ne tepki vereceğini düşündü Tuğrul. Dudakları kızgın olduğu zamanlardaki gibi büzülür, hesap soran gözleri alev alev yanar mıydı? Ondaki pes etmeyen ruhu seviyordu. Ne yanlış ne doğru, ilk defa önünü arkasını düşünmeden üzerine gitmesinin nedeni buydu belki de. Onu konuşturmanın hoşuna gittiğini inkâr edemezdi.

"Ortada bir konuşma olması için iki kişinin karşılıklı olarak iletişim kurması gerekir." dedi gelişigüzel bir şekilde. Zeynep'e doğru bir adım daha attığında, o da kendi bedeniyle uyumlu şekilde aynı anda geriye adım atmıştı. Sağ tarafına uzandığında onun irileşen gözlerinden aklından ne geçtiğini okumaya çalışarak ocağın altını kapattı. Bir eli Zeynep'in geri çekilişiyle kalçasını dayamış olduğu mermerde kalmıştı.

Derin bir nefes aldı Zeynep. Kendisini kızdırmaktan özellikle keyif alıyor gibi bir hali vardı adamın. Kupaları kenara çekme bahanesiyle yana kaydı. "İletişimden bahsedeceksek, kaba kuvvetle olayları çözmeye çalışmanın bu söylediklerinle olan tezatlığını konuşalım o zaman." dedi önündeki kahve kavanozunun kapağını açarak. 

"Aşağıda olanları söylememe gerek var mı? İyi akşamlar dileyip basit bir soru soran adamı bir dövmediğin kaldı çünkü."

"Tezatlık yok." dedi Tuğrul. Zeynep'in bardaklara koymuş olduğu kahvelerin üzerine çaydanlıkta kaynamış olan suyu ilave ederken. Onun sanki kendi eviymiş gibi rahat hareket etmesine şaşırsa ve bu durum ilginç bir şekilde hoşuna gitmiş olsa da bir şey söylemedi Zeynep.

"O da bir iletişim şekli." derken kahveleri karıştıran Zeynep'e odaklanmıştı. "Herkesin anladığı dil aynı olmaz." Kendisine uzatmış olduğu kupayı alarak onun önünden salona girdiğinde "Koruduğun puştun hak ettiği dilden konuştum." dedi kanepeye oturarak.

"Aynı dilin yakınından geçmediğimiz kesin." dedi onun yanına oturan Zeynep. Uykusuzluktan giderek küçülen ve yanan gözlerini ovuşturdu. "Olaylara aynı gözle bakmıyoruz çünkü. Aynı şeyleri hissetmiyoruz."

"Senin o kibar dilinin ve iyi niyetinin gerçek dünyada geçerli olduğu çok az yer var Zeynep." dedi Tuğrul kahvesinden bir yudum alarak. "Öyle olsaydı..." dedi sehpanın diğer ucundaki bir kitaba uzanarak. İçinden Zeynep'in kendi el yazısıyla tuttuğu bazı notları çıkartarak önüne bıraktı. "Harkedaimon ve Teundross arasındaki savaş da olmazdı. Harkedaimon'un konuyu konuşarak çözmediğini biliyoruz."

Zeynep'in Profesör Fischer'den aldığı ve Antkayzon'la ilgili yeni buluntulardan ortaya çıkarılan son bilgilerdi bunlar. Tuğrul Atalay'ın gözünden kaçan hiçbir şey yoktu.

"Peki elin?" diye sordu Zeynep bunun üzerine. Parmakları kendiliğinden Tuğrul'un bileğine uzanmıştı. "Bu da konuşularak çözülmeyen bir olayın izi mi?" dediğinde onun hem konunun Fischer'e uzanmasını engellemek hem de başından beri öğrenmek istediği şeyin üzerine gitmek için yaptığı bu hamleye ağır ağır gülümsedi Tuğrul.

"Yol kavgası..." derken Zeynep'in elini çekişi ve gözlerindeki inanamaz ifade onu eğlendirmişti. Fischer'le ilgili uyarılarına aldırmadığı açıktı. Bir kolunu Zeynep'in omuz hizasındaki kanepenin üzerine koyarak kral tahtındaymışçasına rahat bir ifadeyle Zeynep'e doğru eğildi.

"Yol vermedi biri..." derken Zeynep'in uykusuzluktan küçülmüş gözlerinin tam içine baktı. "Ben aldım. Adamın haberinin olmaması üzücü..."

"Çünkü..." diye devam ederken cümlenin geri kalanını vurgulu bir tonla söyledi.

"Benim olana göz dikenin girdiği hiçbir savaş, galibiyetle sonuçlanmaz."





Kitapla ilgili video editlerini ve alıntıları takip etmek için;

Instagram: @burrcukaya11

Twitter: @burrcuky

Bölüm şarkıları için hazırladığım Spotify listesine profilimden ulaşabilirsiniz. 

Continue Reading

You'll Also Like

251K 10.7K 34
Kocam, bin adamın bir kurşunuyla öldürüldü. Ben ise, bin kurşunla tek bir kişiyi öldüreceğim. "AKSİYONUN EN ÇARPICI SERİSİ" Kocası, bir suikastte öl...
62.8K 3.6K 32
Ben İpar Gök, İpar yüksek dağların kar tutmayan yerlerinde yetişen bir çiçekti. İsmimi babam koymuştu, annemle karşılaştıkları ilk gün ona İpar hatun...
72.1K 3.1K 23
Teğmen Asya Öztürk'ün aylardır peşinde olduğu terörist sonunda kendi kendini mahv edecek bilgileri Asya'nın eline verir . Fakat işler Asyanın istediy...
868K 15.4K 27
🔞Türkiye'nin en büyük mafyası tarafından kaçırılmak ve onla ilişki yaşamak.🔞 🔞Bolca +18 vardır. 🔞