Τα δάκρυα της Ιουλιέτας

113 8 22
                                    

Bölüm şarkısı; Marc Aryan- Kalbin Yok mu?

•••
BÖLÜM ON BİR: JULİET'İN GÖZ YAŞLARI

Bazı şeyler imkansızdır. Peki imkansız nedir aslında? Birbirine yasaklı iki şeyde imkansızdır. Çünkü asla bir araya gelemezler. Onlar birbirine imkansızdır. Cennet ile cehennemin bir araya gelememesi gibi, ya da melekle şeytanın birlikte olamayacağı gibi. Yıllar önce Tanrı'ya olan inancımı sorgulamaya başlamıştım. Tanrı söyledikleri kadar iyi miydi? Cenneti yaratanda Tanrı'ydı, cehennemi yaratanda. Şeytan olmasaydı Adem ve Havva belki de hiç cezalandırılmayacaktı. Ama şeytanı yaratanda Tanrı'ydı. Belki de sadece dengeydi bu. İyide kötüde muhtaçtı birbirine. İnsanların birilerine ihtiyacı olması gibi. Belki de yaşadığım süre zarfında en çok birine ihtiyaç duyduğum zamandı şu an. Şeytan gelse yanıma, diyorum. Şeytana bile razıyım...

Karşımda oturan Arda'yla kahvaltı ederken bana hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyordu. Onu dinliyormuş gibi yapıp arada onu başımla onaylıyordum. Kafam çok başka yerlerdeydi. "...Sonrada adamları videoya çekmeye başladılar. Sen beni dinliyor musun?"

"Hah?"

"Yok bir şey. Nerelere götüreceksin beni? En son geldiğimde çok güzel kızlar vardı burada." Arda tam bir İstanbul beyefendisiydi, tabi böyle küçük çapkınlıklarıda vardı. Boğaziçi'nde inşaat mühendisliği okuyordu. Birbirimizden çok farklı insanlardık. Ne görünüş olarak, ne de huy olarak benziyorduk. O sayısal dersleri iyi olan bir öğrenciydi, ben sözel. O uzun boyluydu, ben kısa. O renkli gözlüydü, ben kahverengi. O her zaman daha başarılıydı, ben tuhaf kız. O sosyal biriydi, ben içine kapanık. Her açıdan sağlıklı biriydi, bense psikolojik sorunları olandım. O popüler ve yakışıklı çocuktu, ben kendi dünyasında yaşayan garip kız.

Benzeyen tek özelliğimiz saçlarımızdı sanırım. İkimizinde kahverengi kıvırcık saçları vardı. Derin bir iç çektikten sonra yapmacık bir gülümsemeyle baktım ve cevap verdim. "Tabii, nereye istersen gideriz. Gece kulübü, bar, sahil, nereye istersen." Çok fazla gezmek istemiyordum. Aslında hiç istemiyordum. Sadece evde kalıp yatmak istiyordum. Anladı. O hep anladı. En çok ona kırgındım ben. Hep anladı, ama hiçbir şey yapmadı.

Gözünün önünde erirken sadece izledi. O felaket gecenin ardından sadece izledi, bir daha düzelemezmişim gibi. En çok ona ihtiyacım vardı halbuki. Kardeşime ihtiyacım vardı. O yaklaşmadıkça ben uzaklaştım ondan. Yurt dışına çıktım. Her şeyden, herkesten biraz uzaklaşmak için.

Kahvaltı masasını topladıktan sonra sordum. "Ne tarz bir yere gitmek istersin?" "Sahil kenarında bir yerleri gezebiliriz." dedi. "Malibu uygun o zaman." dedim. Odama girip üstüme bir gömlek ve pantolon giydim. Havalar soğuduğu için yanıma bir kaban aldım ve salona geçtim. Arda'yı beklerken kitaplığıma gidip kitap seçmeye çalıştım. Dünya klasiklerinin klişelerinden olan Romeo ve Juliet'i aldım elime.

Okuduğum kitapları tekrar tekrar okumayı severdim. Her okuduğumda aynı hisleri yaşardım. Ama her seferinde farklı anlamlar çıkarırdım. Birinin yüzüne bakmakta öyleydi bence. Defalarca kez bakıp aynı şeyi görürdün, ama her seferinde farklı bir şey çıkarırdın. Aynı yüz hatları, sana her seferinde farklı duygular yaratırdı. Aklıma Cameron'ın yüzü gelirken kafamı dağıtmaya çalıştım. Kitabı çantama koydum ve Arda salona gelince birlikte evden çıktık. Clara'nın arabasını bir kaç günlüğüne ödünç almıştım. Birlikte arabaya bindiğimizde arabayı çalıştırdım ve vitesi takıp ilerlemeye başladım. Radyoyu karıştırırken "Telefonunu bağlayabilirsin." dedim. "Tamam." dedi ve telefonundan şarkı karıştırmaya başladı. Tanıdık melodi kulaklarımı doldururken istemsiz bir şekilde dudaklarımda bir tebessüm oluşmuştu.

Uyumsuz Hayaller | Cameron MonaghanWhere stories live. Discover now