{Yanmak}

7.1K 828 469
                                    

Her zaman çok düşünürdüm. Bir şeyleri kafaya takmak değil de, çözümüne ulaşana kadar o işi bırakmamak gibi bir huyum vardı.

Bu takıntı sayılır mıydı bilmiyorum ama bana göre öğrenmenin bir adımıydı. Bilgiye ulaşmanın veya istediğine ulaşmanın en önemli yoluydu.

Yıllarca Taehyung'u çözmek için uğraşmıştım. İnadım inat der, peşini bırakmazdım çünkü o hep bir kapalı kutuydu ve sadece görmemi istediklerini göstermişti bana.

Benim için kesinlikle takıntı değildi. Bana inanılmaz güzel gelen, hoş hallerinin altındaki, kapalı duygularını anlamak istemiştim sadece.

Kimsenin bilmediğini bana açsın, bir tek bana görünür olsun istemiştim. Ona olan tek takıntım, onun için özel olduğumu bilme ihtiyacıydı.

Ve ilk defa, bir şeyi çözümüne kavuşturamadan pes etmiştim. Taehyung'u bırakmış, ona olan köklü duygularımı sineye çekmiştim.

Onun yüzünden hiç düşünmediğim kadar düşünmüştüm. Filozofların bile benim kadar düşünmediğine emindim.

"Bay Julian. Ahırda başka bir at var. Tilda, ona dokunmama izin vermiyor"

Bakışlarımı, önümdeki tuvalden çekip endişeli bir ifadeyle yardım bekleyen çocuğa bakmıştım. Uzunca nefes verirken parmaklarım arasındaki fırçayı masaya koymuş, üzerime boya bulaşmasın diye taktığım beyaz önlüğü kalktığım taburenin üzerine bırakmıştım.

Asa ellerini önünde bağlamış, yanına geldiğimde kapının önünden çekilip geçmeme izin vermişti.

"At arabasına bağlayacaktım. Yanında başka bir at görünce birbirlerine bir şey yaparlar diye korktum. Sanırım ikisi de dişi. Kavga ederler diye diğer atı alacaktım fakat Tilda birden şaha kalkıp kişnemeye başladı. Diğer at da üzerime gelince korkup kaçtım"

"Bir şeyin yok, değil mi?" merdivenlerden inerken ona bakmaya çalışmıştım. Önümü göremediğimden bir anlık dengem bozulmuştu. Korkulukları tutmuş, önüme dönmek zorunda kalmıştım.

"İyiyim efendim"

"Tilda yaşlı ve huysuz bir at. Sakın seni sevmediğini düşünme. Çocukluğumdan beri ben hariç kimseyle iyi anlaşamaz" ben ve Taehyung hariç. Tilda, Taehyung'u çok severdi.

Son merdiveni de inip sağa dönmüş, geniş koridoru hızlı adımlarla aşıp arka bahçeye açılan ikili büyük kapıyı açmıştım. Açtığım gibi biraz uzakta kalan ahıra doğru koşmaya başlamıştım. Dün yağan yağmur yüzünden her yer çamur içinde kalmıştı. Ben koştukça botlarım cıvık çamura batıyor, çamur damlaları siyah pantolonuma nokta nokta sıçrıyordu.

Ahırın açık kapısının önünde zar zor durabilmiştim. Tilda'nın kilitli olan kapısını açmaya çalışan beyaz atı görmek beni fazlasıyla şaşırtmıştı.

"Jules" demiştim cılız sesimle. At sesimi duyduğunda başını bana çevirmiş, ön bacaklarını oyuncu bir tavırla yere birkaç kez vurup ufak ufak zıplamıştı.

"Buraya nasıl geldin kızım?"

Ona doğru birkaç adım atmıştım. Dokunmam için başını aşağı eğmişti. Elim siyaha çalan gri burnunu kavramış, başının üzerinde yumuşakça gezdirmiştim. Diğer elim de boynunda ve sert göğsünde gezinmişti.

Dün yağan yağmur yüzünden kirlenmişti. Yeleleri birbirine girmiş, kılları yıkanmadığından ve taranmadığından bakımsız ve sert görünüyordu.

Asa henüz yeni gelmişti yanıma. Nefes nefese kalmıştı. Başımı yavaşça ona çevirmiştim. Hayretle bakıyordu bana. Tilda da, Jules da sakindi. Muhtemelen buna şaşırmıştı.

Morbidezza •taekook•Where stories live. Discover now