Kısım 2 : Bir

386 48 16
                                    

Hafifçe esen bir rüzgar uzun, aşağıya sarkmış ancak dalgalarını koruyan saçlarını yana savuruyordu. Rüzgarın soğukluğu bulunduğu yüksekliktendi. Bir uçurumun kenarında bacaklarını dizlerinden itibaren boşluğa salmış, kollarını dizlerinin üzerine koymuş ve ellerini önünde kenetlemişti.

Taş, toprak olabilirdi onun oturduğu zemin fakat karşısındaki güzellik bu dünyanın harikalarını anlamasına yetecek kadar mükemmeldi. Sadece renklerinden ötürü kendilerini belli eden çok uzaktaki geyikler açık renkli bir nehirden su içiyorlardı. Önünde duran dağ ve tepelerin hepsi yemyeşil çimenler ile örtülmüştü. Ağaçlar sık olmayacak şekilde nehrin etrafına yayılmış, nehir ise George'a doğru geldikten sonra başka bir uçurumdan aşağıya yol çizmişti. Nehrin aktığı uçurumun sonu çıkan sisten ötürü görünmüyordu. Aşağıya akarken bu berrak nehir, geldiği bütün güzellikleri bir kenara bırakıp uçurumun taşlarında bambaşka bir varlığa evriliyordu sanki.

George bu güzel manzarayı izleyebilmenin verdiği huzur ile derin bir nefes aldı burnundan. Biraz içinde tuttu çektiği havayı. Karşısındaki güzellikten yayılan bu taze, güzel koku akciğerlerini hissetmesine sebep oluyordu. Bu yüzden havayı dışarıya bırakırken akciğerlerinin boş kaldığını hissedebilmişti. Ardından nefes alışlarını otomatiğe bağlayıp, su içip oynayan geyikleri izlemeye başladı.

Saçı çocukluğuna oranla fazla uzamıştı. Artık saçları omuzlarını biraz daha geçiyordu. Gözlerindeki sarılık ise hiç solmamıştı. Burnu da çocukken ona yakışmasına rağmen bebek görünümünden çıkmış, yine de şuanki yüz hatlarına tamamen uyum sağlayacak şekilde gelişmişti.

Gökyüzündeki yeni doğmuş olan Güneş'in gözlerine vuramaya başlaması onu biraz etkiliyordu. Bu yüzden Güneş'e kendince hakaret edip, sırtını sert zemine yasladı ve ellerini başının arkasında tekrar kenetledi. Gökyüzünün hala tamamen açılmamış olduğunu ve bir kaç gri bulutun süzülmekte olduğunu gördü.

Dün gece kamp yaparlarken yağan yağmurdan kalan bulutlar olduğunu düşündü bunların. Kamp sırasında her zamanki gibi etini yerken aklına gelen o sıradışı anı şimdi bir daha aklına geldi.

Ölüyordu. Bir kaç yıl önceki anılarında ölüyordu. O soğuk hava deposu dedi içinden. Buraya kadar gelmesindeki temel sebep oydu. Yaşadığı acı, sırtında hissettiği o sızı... Her biri şuan tekrar aklına geliyordu.

Gördüğü halüsinasyonlarda ölümün ne kadar mantıksız olduğunu hatırladı. Ona sürekli George diye seslenen Anima'ya kendi hayal aleminde verdiği o komik cevap geldi aklına. Nesnelerin şekillerini değiştirip kendi geçmişinden olduğunu düşündüğünü biçimlere dönüştüğü o kabus sayılabilecek anları hatırladı. Ölürken hiç acı çekmiyor oluşu, ona anlatılmak istenen bir şey miydi? Ya da bilinci ümidini kesip ona güzel rüyalar falan mı göstermek istemişti sadece? Her iki durumda da, George ölümün verdiği o apayrı soğukluğu hissetmişti. Yalnızlığın veya depresyonun verdiği o ciğerlerdeki boşluk hissinden apayrıydı bu! Soğuk tüm bedenine buzla kaplanmış gibi işliyordu ancak aynı zamanda bu ona sıcak geliyordu, bu iki zıt kavram birbirleriyle öyle bir ilişkiye giriyorlardı ki, ya da sadece çok hızlı değişiyordu bu hisler ve anlaşılamıyordu bu hız.

Ne kadar tuhaf.

Şimdi düşününce her şeyin geçmişte kalmış olmasındaki bir rahatlık vardı içinde. Kafa karıştırıcı bir şeydi.

O, gök yüzündeki bulutlara bakarak düşüncelerinin arasında hızla dolaşırken gelen ayak seslerini fark etmedi. Fark etmemesindeki en büyük etken gelen kişiydi.

Anima onun yanından geçip ayaklarını uçurumun boşluğuna saldı. Kafasının yanından geçerken ışığını bölmüştü ve hafif karanlık bir yüz ile ona alaycı bir gülüş atmıştı. Ayaklarını saldığında, George nefesini tutup güç alarak doğruldu ve Anima'nın yanında oturmuş oldu.

Onun geldiğini fark etmemişti çünkü o yanındayken her şeyin bir şekilde yoluna gireceğini biliyordu ve geçirdikleri bu uzun süre boyunca beyni artık onu her şeyiyle tanıyordu; George fark etmeden aslında beyni kimin geldiğini biliyordu.

Anima zaman içinde fiziksel olarak sadece olgunlaşmıştı, kıyafet ve saç bakımından hiç değişmemişti. Ruhen ise, daha alaycı ve komik sayılabilecek psikopat bir kişiliğe bürünmüştü. Dövüşürken tüm soğuk kanlılığıyla, George ileyken ise tüm neşesi ile görünüyordu.

Kafasını George'un omzuna yasladı. Ellerini dizlerinin üzerine koymuştu, parmaklarıyla oynuyordu yavaş yavaş. O bile bu manzaranın ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Üstelik, şansları vardı ki Güneş'in ışıklarını azaltacak bir bulut Güneş'in önüne geçmişti. Rahat rahat, akan nehrin sesini, uçurumdan yükselen uğultuları ve doğanın o nereden geldiği bilinmeyen ezgisini dinleyebiliyorlardı.

Artık birlikte olan Anima ve George, bu evrene göre kısacık olan ömürlerini ayrılmadan geçireceklerinden eminlerdi, insani olarak.

Karanlığın PrensiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin