Bölüm 26

2.4K 235 89
                                    

Ertesi gün babamın sabaha karşı yaktığı şöminenin karşısındaki kanepeye kurulmuş, dizüstü bilgisayarımdan Feminist Epistemoloji konulu bir makale okuyup aklımı kalan bütün o negatif düşüncelerden arındırmaya çalışıyordum. Özetle, beni bu dünyada en çok mutlu edebilecek şeylerden birisini yapıyordum. Babamla kahvaltımızı yaptıktan sonra tatilime dahil olan bugünün tamamını cep telefonumu kapalı, bilgisayarın başında makale ve sonra kanepeden hiç kalkmadan saatlerce roman okuyarak geçirmek istediğime karar vermiştim.

Ve dürüst olmak gerekirse bu hayatımda almış olduğum en doğru kararlardan bir tanesiydi.

Bunu yapmayalı çok uzun zaman olmuş gibi hissediyordum. Kendime zaman ayırmak, yani. Chloe'nin o aptal doğum günü partisinden sonra hayatımın tamamı var olan düzeninden uzaklaşmıştı. Ve ben düzenim olsun isterdim. Hayatımdaki yapı sarsılmadan ilerlemeliydi ve kafama taktığım tek şey gelecek kaygımla birlikte SAT puanlarımdan başka hiçbir şey olmamalıydı.

Bir de dünyadaki bütün kitapları satın alıp, her birini teker teker okuduğumdan emin olmak.

Makaleyi okurken babam bana iki defa kupa bardağın içine hazırladığı eşsiz tarifi -aslında son derece basit, ama babam mutfakta iyi olmadığı için ve mutfağa dair yapabildiği en iyi şey genel olarak kahve hazırlamak olduğu için bunu eşsiz olarak nitelemekten hoşlanıyordu- olan sütlü kahveden getirmişti. Bir ara şöminenin karşısındaki tekli koltuklarda oturup haftalık gazetelerden okudu. İlginç bulduğu bazı şeyleri sesli bir şekilde okuyarak benimle paylaştı ve düşüncelerimi aldı. Kurulduğum ikili kanepedeki ayak ucuma oturmak istedi ama onunla birlikte sığmayacağım için onu iterek tekrar tekli koltuklara gönderdim.

Dizüstü bilgisayarımı kapattıktan sonra şu anda okumakta olduğum, Percy Jackson serisinin ikinci kitabı olan Canavarlar Denizi'ni elime aldım. Babam, okuyacağı bütün gazeteleri bitirdikten sonra dizüstü bilgisayarımı alıp bir şeylere baktı. Yakın gözlüğünün burnunun ucuna kadar düştüğü yerden düzeltişini birkaç defa yakalamıştım ve içten içe bunu hem çok komik hem de çok sevimli bulmuştum.

Üzerinde çizgili, kendi bedenine göre hafif bol sayılabilecek bir yün kazak vardı. Saçlarını yine ensesinde gevşek bir şekilde toka yardımıyla tutturmuştu ve sakalları uzamaya başlamıştı. Bilgisayardan bir şeyler incelerken kaşlarının ortasında bir çatıklık oluşmuştu. Bunu gördüğüm zaman da çok sevimli olduğunu düşünmüştüm ve ona baktığımda, aslında babamın tamamen bir kopyası olduğumun farkına varmam uzun sürmedi.

Ve bu beni hayatım boyunca en çok mutlu eden şeylerden ikincisiydi. Birincisi de, babama sahip olmaktı. Çünkü eğer o olmasaydı, nasıl bir hayata sahip olurdum hiçbir fikrim yoktu. Düşünemiyordum bile. Muhtemelen lanet olası dünyada nefes aldığım süre boyunca Cotard sanrısı yaşardım.

Ben bunları düşünüp, kendimi okuduğum kitaba yeniden odaklamaya çalışırken babam bilgisayarın ekranını kapatıp ortadaki dikdörtgen sehpanın üzerine bıraktı. Sanki bir işi varmışçasına aceleyle çıkarken ona nereye gittiğini sordum. Portmantodan deri ceketini alıp giymeden önce, bacaklarıma örtmem için bir battaniye getirdi ve soruma cevap vermeyi es geçerek, evden çıktı.

Bunu yapmasına şaşırmıştım. Çünkü habersiz çıkmak ya da nereye gittiği merakını içeren türden bir soru sorduğumda ondan cevap alamamak ailemizde pek alışkın olduğumuz bir olay sayılmazdı. Çok sinirli bir şekilde evden çıksa bile -ki bu neredeyse dört, beş yılda bir ancak olurdu- nereye gittiğine dair bize haber verirdi. Bu yüzden birazcık endişelenmediğim değil. Fakat ne olabilirdi ki? En fazla annemlere tren istasyonundan almak için giderdi, o kadar.

Yaklaşık bir buçuk saat sonra eve döndüğünde kanepede oturmaya devam ediyordum. Kitabımın kaldığım sayfasının arasına işaret parmağımı sıkıştırıp, omzumun üzerinden arkamı dönerek holdeki görüntüsüne baktığımda üç büyük boya kutusuyla birlikte birkaç işçinin paketlerle bazı mobilyaları getirdiğini gördüm.

Terrible Love || hemmingsDove le storie prendono vita. Scoprilo ora