map

14 2 11
                                    

1 Mart 1994

Hava, baharın gelişinin temsilcisi olduğunu belirten bir mart günü için fazlasıyla ışıltılı ve güneşliydi. İrili ufaklı bir okul dolusu çocuk, öğlen yemeği yenmesi gereken arayı dışarıya çıkmakla değerlendirmeyi seçmişti. Kimisi oyun demirlerine asılmış, kimisi salıncak setine meyve sularını ve peynirli domatesli hazır sandviçlerini midelerine indirmek üzere kurulmuş, kimisi de ağaçların dallarına asılarak birbirlerine fıkralar anlatmaya başlamışlardı. Yemekhane tamamen boştu. 

Benim dışımda. Ben yemekhanedeydim ve yüzümde alabildiğine ruhsuz, donuk bir ifadeyle Peter ile her zaman oturduğumuz masada oturuyordum. Elimde kırmızı bir Sharpie kalem vardı, kalemin ucuyla aynı renkte olan ve uzun bir mermiyi andıran kapağını kalemin arkasına geçirmiştim. Diğer elimin altında ise bir harita vardı, kollarımı masanın üzerinde uzatmış bir şekilde doğrudan perdenin gün ışığının girmesine izin vermediği pencereye doğru bakıyordum. Bir anlığına kafamdan milyonlarca şey geçiyor, diğer ana hiçbir düşünce kalmıyor ve zihnim bomboş kalıyordu. Bedenimde her kafadan farklı bir ses çıkıyor olsa da benden geriye kalan her bir zerreciğin düşüncesi aynı patikada kesişmekteydi: Mathilda Fay Bishop sonu olmayan bir kuyunun içerisine atılan ufak bir çakıl taşından ibaretti. Bir duvara tutunup geri tırmanması için eksik olan şey elleriydi, çukurun sonuna varıp başka bir yere gitmesi için gerekli olan şey de kuyunun dibiydi. Milyonlarca yıl önce bir kaya olan bu küçük çakıl taşının tek kurtuluşu kendini kuyunun yuvarlak duvarlarına savurmasından geçiyordu: Kendi kendini parçalaması ve en sonunda yok olması ona mecbur kılınmıştı.

Derin bir nefes alıp parmaklarımın arasındaki kırmızı kalemi çevirerek zamanın akışına kendi kendimi iade etmeye çalıştım ve gözlerimi birkaç kere zorlanarak kırptım. Kirpiklerim kaskatı kesilmişti, onları birbirine kavuşturduğum her an gözlerime batan cam kırıklarını andıracak kadar sert bir acıyla sızlıyorlardı. Gün içerisinde fazlaca göz kırpmak zorunda olduğum için her şeye alıştığım gibi buna alışmam da uzun sürmemişti. 

Çeneme tutunarak kucağıma düşmeye yeltenen sıcak yaş damlalarını hangi zaman diliminde yüzümden süzüldüklerini sorgulamadan üzerimdeki hırkanın parmak uçlarıma dokunan koluyla sildim, bu sırada haritadan elimi kaldırmak mecburiyetinde kalmıştım. Olağanüstü derecede acı veren bir ağrıyla sızlayan kalçama fazla yüklenmeden tahta oturakta öne doğru kaydım ve haritaya doğru eğildim. Herhangi birinin buraya gelme veya ders zilinin çalma ihtimaline karşı acilen bunu yapmam gerektiğini biliyordum. Ne kadar çabuk o kadar iyi durumuyla karşı karşıyaydım ama biliyor musunuz, işaret parmağımı yerimden oynatacak takatim yoktu. 

Boston haritasında olduğum yerin üzerine bir nokta koydum. Zorunlu olarak okumakta olduğum bu tımarhane çakması okul şehrin kırsal kesimine yakın sayılırdı. St. Claries'e kuş bakışı bakıldığında yakın görünse de iki saatlik gidiş yolculuğundan sonra okulun oraya fazlasıyla uzak olduğunu anlayabilmiştim. Kalemimin ucunu mat renkli haritaya değdirmeden gidebileceğim olası yerleri gözlerimle takip ettim ve sonunda kusursuz bir yer bulduğumda kalemi kağıda dokundurdum. Kırmızı nokta aslında okula fazlasıyla yakındı ancak dairesel hareketlerle kalemi etrafta dolandırıp durduğum için bulması birkaç dakikamı almıştı. 

Kalemi kağıttan kaldırarak belirlediğim mükemmel noktaya baktım. Denize kıyı olan bir uçurumu seçtiğim için memnun olmadığımı söyleyemezdim. Olabildiğince donuk bir ifadeyle kırmızı noktanın alanını genişletebilmek için noktayı bir çarpıya dönüştürerek etrafına büyük bir yuvarlak çizdim. Daha sonra okuldaki kırmızı noktadan büyük çarpıya dümdüz, irice bir ok çizerek iki noktayı birleştirdim. Aralarındaki mesafeyi hesaplayabilmek için çantamdan cetvelimi çıkarak iki ana bölge arasında kaç santim mesafe olduğunu ölçtüğümde sonuç dört çıkmıştı. Haritanın sağ alt köşesinde yazan ölçeği ifade eden kesre baktığımda ise şehrin dört binde bir oranında küçültüldüğünü gördüm. 

Bu da okul ile bitiş noktası arasında yalnızca on altı kilometre mesafe olduğunu gösterirdi. Otobüse de binebileceğim gibi on altı kilometreyi en fazla iki buçuk saatte yürümem de çok olası bir durum olurdu. Sol elimdeki kalemin kapağını kapatarak plastik kalemi masaya bıraktım. Gözlerim hâlâ haritadaydı.

Her şeyden kaçmaya ihtiyacım vardı ve bunun tek çıkışım olduğunu biliyordum. Peter'ın üniversiteye gitmesi için iki yıl daha bekleyebilirdim ancak kalçamdaki bu ağrının, hava güzel olsa da dışarı çıkamayacak kadar boşaltılmış oluşumun ve iki ay öncesine kadar nefret ettiğim o sokuk boğazlı kazakları giymeye mahkum edilmemin sebebiyle gelen prangaları bir daha üzerimden atamayacağımı biliyordum. Peter'a anlatamayacağımı biliyordum. Onunla ensest ilişkim olduğu söylentisiyle adını karaladığım için benden utanması çok olasıydı. Üstelik olanların hepsi eninde sonunda bana bağlanmıyor muydu? Ben kabuslarımla cesurca mücadele etseydim dedikodular başlamazdı, ben çikolata çalmak için Thomas'ın odasına girmeseydim o ilk taciz asla yaşanmazdı, ben bıçak kemiğe dayanmadan çok önce o göt deliği heriflere benimle uğraşamayacaklarını söyleyip kafalarına kitap indirseydim zorbalık başlanmadan sonlanmış olurdu ve yine ben o akşam süt almak için yatakhaneden çıkmasaydım, o gün Thomas bana güldüğünde yüzüne tükürmeseydim beş kişinin tecavüzüne uğramazdım. Olan her şey o kadar gerçekçiydi ki boğazlı kazağın ve babamın hırkasının içindeyken bile tüylerim diken diken oluyordu ve ben o gözyaşlarının nereden geldiğini yine kestiremiyordum. 

Yüzümü tekrar sildim ve titreyerek derin bir nefes aldım. Eğer ben de annem gibi veya Carla gibi gidersem, babam o korkunç fayanslarla çevrili zemininde tıkırtıların ve kıkırtıların yankılandığı sikik hastaneden kurtulana kadar Peter dünya üzerinde tamamen yalnız kalmış olurdu. Bunu göze alabilecek kadar acımasız olabilir miydim? Öz kardeşimi -altı yaşına kadar tanıdığım Peter olmadığını biliyordum ama elimde değildi, gerçek ağabeyimle olan benzerlikleri göz ardı edilemeyecek kadar fazla iken onu ağabeyim gibi görmeden yaşamam mümkün olmazdı- babamızın dönüşüne kadar başıboş, çaresiz ve bu zamana kadar sevmiş olduğu aile üyelerinden ayrı bırakabilecek kadar merhametsiz olabilir miydim? 

Kendi kendime düşündüm: "Son düşüncem kendi huzurum olursa yine de bencil olur muyum?"

Peki ya ben gittikten sonra Peter adıma sürülen tüm lekelerden haberdar olursa onu terk edişime hak verir miydi?

Cevabını asla alamayacağım sorular sormayı bırakmam gerektiğinin farkına vardığım o an haritayı katlayıp çantama koymanın ve gitmenin zamanı geldiğini anladığım ana eş değerdi. 





believerWhere stories live. Discover now