2. Bu evde yardım çığlıklarına koşulmaz.

316 8 3
                                    

Bölüm şarkısı; Lana Del Rey–Dark but just a game.

***

Köşkün sahipleri, azı dişlerini göstermekten çekinmezdi. Ulu çınarlar gibi güçlü ve varlıklılardı. Her gece yatağımın üstünde, yorganımın altında titrememe sebebiyet veren bakışları, duruşları ve gülüşleri vardı.

Köşkün sahipleri, köşkün rengine rağmen ruhları kapkara olan birkaç insandan oluşurdu.

Gece olunca köşkün yok olan pembeliği, sabaha karşı benim vücudumda çiçek olurdu. Kollarımda izler, bacaklarımda yaralarla bir çiçek olmayı alnımın akıyla taşırdım. Bazen mor sümbüllerle bezenirdim, bazen kırmızı karanfiller takınırdım. Ben her gece, çiçek tarlalarını dolaşır, çınarların yıkılmaz bedenlerine çarpardım.

Bir çiçeği ayağınızın ucuyla ezebilirdiniz, onu çiğneyip geçebilirdiniz ama bir çınar her zaman korkuturdu sizi. Aynı beni korkuttuğu gibi...

"Selam, baba." Sergen elindeki iş çantasını yüzüme attı. Kravatını bollaştırarak ceketini çıkarttı ve salona girdi.

Bir tane misafir salonu, bir tane de oturma salonumuz vardı. Oturma salonundaki krem pofuduk koltuklar, krem renkli eskitme halı karamel rengi ahşap parkelere inanılmaz uyumluydu. Ortadaki cam sehpa ve çevredeki deve tabanı saksılarıyla sıcak bir ortam yakalanmıştı salonda.

Yine de, evin diktatör olduğunu daha önceden söylemiştim. Bir diktatör sıcaklığa ihtiyaç duymazdı, fikirlerini dayatabileceği bir alana ihtiyaç duyardı.

Bu sebepten ne kadar krem rengiyle sıcaklık yakalansa da, duvarlardaki tüyleri diken diken eden Guernica tablosu ve çevresinde duran Nilüferler tablolarıyla insan kendini evin içinde bile olsa, yabancı hissediyordu. Mobilyaların ve tabloların tezatlığı bana Köşk'ün ne olduğunu ve ne olacağını hatırlatıyordu.

Bu odada dünyanın en rahat koltukları olsa da, dünyanın en ürkütücü tabloları olduğu sürece ilk dikkati onlar çekecek ve herkesin ağzını açık bırakacaktı.

"Annen nerede?" diye sordu Sergen, salona girer girmez.

"Mutfağa gitmişti." diye sessizce yanıtladım. Ağzımın içine doğru konuşmamı sevmediği için bana korkunç bir bakış attı.

"Düzgün konuş, gerizekalı orospu." Kucağımdaki çantayı sımsıkı sardım. Hakaretlerine alışkındım işin aslı, benim tek korkum gözleriydi. Kahvenin en koyu tonundaki gözleri bana baktığı zaman kendimi savunmasız ve aciz hissediyordum.

Bana bakmasına dayanamıyordum.

"Özür dilerim." dedim çarçabuk.

Neyse ki annem içeriye girdi de ilgisini kaybetti bana karşı. Annem, tekerlekli sandalyesini orta sehpanın yanında durdurup, gülümsemeye çalıştı.

"H-h-hoş-geldin."

Sergen, annem yüzünden orta sehpa ve iki koltuk arasında sıkıştı. Çirkin yüzünde memnuniyetsiz bir gülüş belirdi.

"Hoşbuldum. Çek şu tekerlekleri." Annem hızlıca önünden çekildi. "Yemek hazır mı?"

"H-h-hazır. N-n-nnn-nihan g-getirecek."

Sergen, annem cümlesini bitirince ofladı. Annemi dinlemek bile ona acı veriyor olmalıydı sonuçta onu bu hale getiren kendisiydi, kendi malına zarar vermişti. Oyuncağını kırmıştı ve en iyi doktorlara da götürse çıkarabilecekleri en iyi iş, tekerlekli sandalyede oturan kekeme ve ağzı kaymış bir kadındı.

wisteria [gxg]Where stories live. Discover now