Kocaman şöminesi bana bir evin sıcaklığını hissettiriyordu.

Ev.

Bu kelimenin anlamı üzerine kaç gece düşündüğümü hatırlayamıyordum. Kaç gece her kelimeye, her detaya, her bir ana, her bir harekete kafa yorduğumu, zihnimin gösteri sahnesinde tekrar tekrar oynattığımı bilmiyordum. Bazen bazı kelimelerin anlamı üzerine düşünmemek gerekirdi. Çünkü düşündükçe o basit anlamını yitirip, seni bir sürü kelimenin havada dönüp durduğu bir girdaba hapsederdi. İçinden çıkamayacağın hatta çıkmak istemeyeceğin dipsiz, karanlık bir kuyuda aklındaki düşüncelerle yapayalnız kalırdın.

Belki iki aydır ilk defa etrafıma gerçekten bakmak isteyerek baktım. Bilge'yle olan evimiz her zaman maksimalist, onun renkli kişiliğini yansıtan, dağınık bir ev olmuştu. Masanın üzerinde her daim dergilerini, ojelerini, birikmiş kahve kupalarını, orada burada çıkardığı giysilerini görebilirdiniz. Her yerde bir objesi, biblosu ya da minik bir saksısı bulunurdu. Acınası toplama ve temizlik çabalarıma rağmen ev asla sadeleşmezdi ama sanırım, o evi o kadar sevme sebebim de aslında buydu. Beraber yaşadığınız insanların arkasından toplarken kızdığınız, evde siz yokken neler yaptığına dair bıraktığı küçük ipuçlarının bu kadar değerli olabileceği aklınıza bile gelmez. Bir sabah uyanırsınız ve o evden çoktan gitmiştir; siz evi toplarken sabah asla kapatmaya tenezzül bile etmediği yatağından kalkıp duşa girdiğini fark edersiniz. Nemli bornozu yatağın üzerindedir. Tarağın telleri saçlarla dolu bir şekilde aynanın önünde duruyordur. Çorapları yatağın hemen yanında, yerdedir. Makyaj aynasının önü darmadağınıktır. Bir sürü kıyafeti deneyip beğenmediğini yatağın üzerine yığılmış ve ters çıkarılmış kıyafetlerden anlarsınız. Komodinin üzerinde hâlâ ılık olan yarım kahvesi duruyordur ve bardağın ağzında ruj lekesi vardır. Ama bir gün, bir sabah uyanırsınız ve ev tamamen dün yatarken bıraktığınız gibidir. İşte o zaman yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu anlarsınız.

Bu ev, Bilge'yle yaşadığımızın aksine oldukça minimalistti. Ev dekore edecek biri olmadığım gibi sadece yaşamımı daha konforlu hâle getirecek olan eşyaları hızlıca online sipariş vermiştim. Salondaki büyük duvarda şömine, köşede bugüne kadar bir kere bile açılmamış bir televizyon, şöminenin karşısına ve soluna, pencerenin önüne konumlandırılmış iki krem rengi koltuk ve yerdeki kocaman beyaz halıdan ibaretti. Belki de aklımdaki tüm o kalabalık düşüncelere yer açmak için evi bu kadar sade döşemiştim.

Tüm olayların nasıl başladığı bir kez daha kafamda döndü. Bu hikâye ben doğmadan çok daha önce, benimle hiç ilgisi olmayan kişilerle başlamıştı ve bir şekilde kendimi olayların merkezinde bulmuştum. Başkasının hikâyesinde başrol oynamak zorunda olan insanlardık. Bizim hikâyemize dönüşmek zorunda olan bir hikâyeydi bu... Bu hikâyenin başlamasında hiç etkisi olmayan ama bu hikâyeyi bitirmek zorunda olan insanlardık.

Tekrar düşüncelerim Kuzey'e yöneldi. Neredeydi, ne yapıyordu, hiçbir fikrim yoktu. Kimsenin nerede olduğunu bilmiyordum. Kim ölmüştü, kim sağ kalmıştı? Hatta sağ kalan var mıydı? Hikâye bitmiş miydi yoksa yeni mi başlıyordu?

Sanki tüm yaşananlar milyon yıl öncesinde kalmış gibi hissediyordum...

Kuzey... Sahip olduğum her şeyi bana veren, aynı zamanda uzun süre önce elimden alan Kuzey Bozkurt. Ailemin ölümünün sorumlusu olan Kuzey Bozkurt. Kuzey Bozkurt'un ve Atakan Barlas'ın babası ile başlamıştı her şey. Av ve Avcı isimleri buradan geliyordu. Başlangıçta tüm İstanbul'a nam salmış iki düşman ailenin hikâyesiydi bu aslında. Yeraltı dünyası dediğimiz, aslında herkesin olduğunu bildiği ama kimsenin bulaşmak bile istemeyeceği bu dünyaya ait iki kök aile vardı. Barlas ailesi ve bu ailenin dostları; insan ticareti, çocuk ticareti, hayvan ticareti, silah kaçakçılığı gibi her türlü pis işlerle uğraşan bir grupmuş. Bozkurtlar ise bu düzeni yıkmak ve yeraltı dünyasını yerle bir etmek istiyorlarmış. Kendilerini bir şekilde adalet savaşçısı olarak ilan etmişler. Kendilerine Avcı diyorlarmış. Benim ailem de daha biz doğmadan önce Bozkurtların yanında yer alıyormuş. Ancak Habil ile Kabil'in yüzyıllardır süren bu savaşına bir son veremeyeceklerini anladıklarında aralarında bir ateşkes yapılmış. Bozkurtlar ve Barlaslar kesinlikle birbirlerini öldüremeyecekler ama bildikleri her yoldan işlerine engel çıkarmaya devam edeceklermiş.

Bir gün Barlaslar bu anlaşmayı bozmuş ve tüm Bozkurtlardan kurtulmak için bir plan yapmışlar. En başta da Kuzey'in babasını öldürmüşler ve intikam ateşi bu olayla başlamış. Kuzey ve kuzeni Burak, bu olay olduklarında yurt dışındaymış ama haberi alır almaz Kuzey, babasının yerine geçmiş. Bu olay kuzeninin ailesinin de dâhil olduğu birçok ölüme sebep olmuş. Babasını öldüren herkesi tek tek bulup, hepsini acımadan ortadan kaldırarak yeraltı dünyasının en karanlık isimlerinden biri olmuş. Tabii kibri her zaman hatalar yapmasına yol açan Kuzey Bozkurt'un, Barlas'ın iki oğlu olduğundan haberi yokmuş. Bunlardan biri de Atakan'mış. Ve Barlaslara katılan tüm babaların evlatlarını sağ bırakmış. Çünkü onlar masummuş. Babalarının günahlarını çekmek zorunda olmayan çocuklarmış.

İşte biz, o çocuklardık.

Bu olayların üzerinden huzur içinde on iki yıl geçerken; Atakan, Kuzey'in yanında çalışmış ve güvenini kazanmayı başarmıştı. Sonunda Atakan ona ihanet edip bu savaşı kaldığı yerden başlatınca Kuzey, Atakan'ın sevdiği kadını bulup onu kaçırarak intikamını almayı planlamıştı. Tabii ki Atakan, Kuzey'den çok daha kurnaz olduğu için ablamla olan ikiz derecesinde benzerliğimden faydalanarak, ablamı yanına alıp, beni Kuzey'e yem olarak bırakmıştı. Aynı zamanda ailemizi de hedef olarak göstermişti.

İşte hikâyeye giriş şeklim aynen böyleydi. Korkak ve onursuz bir şekilde, bir adamı sevdiği kadınla vurmaya çalışan başka bir adamın saçma planı ve ölümcül bir hatası ile...

Ancak kader denilen kavram ağlarını ördükten sonra o ağdan kurtulmanız imkânsızdır. Hızla içine çekildiğim bu girdaptan sağ mı yoksa ölü olarak mı çıktığıma hiçbir zaman karar veremedim.

Ailemin katili beni kaçırmıştı ve ben de ona güvenmiştim. Bilge, Atakan'la birlikte kayıplara karışmıştı ve benim onu bulmam için Kuzey'in imkânlarından faydalanmaktan başka bir çarem olmadığını anlamam uzun sürmemişti. Atakan, ailemizi Kuzey'e hedef olarak göstermişti ve Kuzey'in de emriyle tüm ailemizi Bilge'yle gözlerimizin önünde öldürmüştü. Son olarak hatırladığım her şeyi zihnimden bir kere geçirdim. Atakan'ın telefonla bizi arayışını, Kuzey'e onu sevdiğimi söyleyişimi... O son gecemizi...

Hiç konuşmadan sadece bakışarak yan yana yatışımızı... Her bir kıvrımı, her bir noktayı, beni, lekeyi, ayrıntıyı ezberler gibi, sanki ilk ve son kez birbirimize bakar gibi geçirdiğimiz o son gecemizi...

O terk edilmiş depoya gidişimizi, Efla'nın ihanetini, Kenan Baba'nın yardıma olan ihtiyacını ama gidemeyişimizi, Dolunay'ın yaralanışını, Sarp'ın ve İmge'nin gözlerimin önünde ölmesini...

Kuzey'in benden onu affetmemi isteyişini ve sonunda Atakan ve Bilge'yi buluşumuzu...

Kuzey, Atakan'la bir anlaşma yapmıştı. Bizi serbest bırakması karşılığında Kuzey de Atakan'ın kardeşi Ertan'ı serbest bırakacaktı ve ikisi de birbirlerine karşı kozlarını oynayacaktı. Ancak Kuzey yine yanlış kişiyi kaçırmıştı. Elindeki kişi Ertan değildi ve dolayısıyla Atakan bizi bırakmayacaktı.

Aynı anda üç şey olduğunu hatırlıyordum...

Kapıyı kırıp içeri giren kişinin yüzüne hayretle bakarken üç el farklı silah sesi duydum.

Ve ben, kalbimin hemen üzerinde korkunç bir acı hissettim.

Tüm sesler yok oldu ve ben karanlık bir kuyunun içine düştüm...

AV & AVCIWhere stories live. Discover now