Sınıfın kapısına kadar birbirimizin hızlandırılmış adımlarından gaza gelerek ilerledik ve sonunda beklediğim şey oldu, kapıya yaklaşıp aynı anda içeri girmeye çalıştığımızda birbirimize çarptık ve onun elindeki sütten varlığı bile belli olmayan kahve çarpmanın etkisiyle kartondan sıyrılarak üzerime döküldü. Sıcak sayılmazdı, ılık denilebilecek kadar soğumuştu ama önemli olan bu değildi. Üzerime dökülen kahveye sinirlenerek elindeki bardağı elime almış ve kalanı onun üzerine boca etmiştim.

İyi de yapmıştım. 

Ne olduğunu ikimiz de yeni kavrarken gözlerimizi birbirimizin gözüne diktik. İkimizin de sahte öfkelerle parlayan gözleri buluşurken şaşkınlıkla aralanan dudaklarından birkaç kelime çıktı.

"Ne yaptığını sanıyorsun gavurların kesip bayram süslemesi yaptığı, oyuk götlü bal kabağı?"

"Sen ne yaptığını sanıyorsun cacığı cacık yapan asıl malzemesi hıyar?" sözlerimle gözlerini kocaman açıp kahve bardağını tutan elini kalbine götürürken bana bakmaya devam etti.

"Hayatımda duyduğum en büyük hakaretti." aynı anda birbirimizin gözlerine bakarak öfkeyle göz kapaklarımızı kıstık, ve aynı anda araladığımız dudaklarımızdan aynı kelimeler çıktı.

"Ölüm döşeği." bu çocukluğumuzdan beri sürdürdüğümüz bir gelenekti. Birbirimize saçma nedenler yüzünden hakaret ettiğimizde bir kazanan olana kadar her şeyi yarış haline getirirdik. Ya da birimiz ölümün döşeğine gidene kadar...

"Büyüyün biraz!" diye homurdandı içerideki tetikçilerden biri. Ve onların sözlerini takip eden seslerle ortama bir uğultu çöktü.

"Eşek kadar oldular hala yarışıyorlar!"

"Merak ediyorum acaba gerçekten sidik yarıştırıyorlar mı?" gibi onlarca ses gelirken bizim tek derdimiz sınıfın içine aynı anda girmekti çünkü Ölüm Döşeği bunu gerektirirdi. Aynı anda giremezsek birimiz yenilmiş olurduk ve bunu kesinlikle kabul edemezdim. 

İkimiz de aynı anda atağa geçip sınıfın kapısına koştuğumuzda yan yana durarak kapının tüm girişini kaplamış bulunduk. Yan yana durduğumuz için de kapıdan geçmemiz zorlaşmıştı, biz de kıpırdanarak bunu iyice imkansız kılıyorduk. 

Kıpırdanıp Kor'u geri itlediğim süre boyunca içeriye göz atmıştım. Duvarlar beyazdı ve tuhaf bir şekilde burada hava rutubetli ya da tuhaf değildi. Gayet normal, hatta temiz kokuyordu. Tam karşımızda beş kişi vardı. Biri Mezar, iki yanında duranlar korumaları olduğunu öğrendiğim adamlardı. En sonda ise Mezar'ın ilk günkü eğitimini izlemek için yanında duran Esrar'dı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, ne zaman bu çocuksu huylardan vaz geçeceğimizi düşünüyordu. 

"Kızım çekilsene!" dedi öfkeyle Kor kapıdan benimle geçmek için kıpırdanırken.

"Oldu, çekileyim de dört yüz yetmiş beşinci Ölüm Döşeği turnuvalarında kazanan sen ol!" kulağımdaki kulaklıktan hala ses gelmeye devam ediyordu. Aynı şarkı dönüp duruyordu, muhtemelen döngüye girmişti. 

"Kor, öncelik kadınların, Kurşun'a sataşmayı bırak." diye teşvik etti Esrar, bizim kavgalarımızdan oldukça keyif aldığı yüzündeki sırıtıştan belliydi. Kor kısaca bana baktıktan sonra iğrenç bir şey görmüş gibi burnunu kırıştırarak başını hızla iki yana salladı.

"Ben Kurşun'dan daha kadınım be! Şundaki tipe bak! Yere düşen ekmeği öpüp kafasına koymadan tuvalete atmış!" dedikten sonra başını bana çevirip tepinerek bağırdı, "Çarpık bacaklı, kuru götlü," hemen sonra bir anda bileğimi tutarak elimi havaya kaldırdı, "Şunun ele bak! Yuh, yavrum, mermer tokatlıyor maşallah! Dişi cinsiyetli bir bireyin eli değil, bu elin sahibinin adı anca Mahmut, Şükrü falan olur. Hadi eli geçtim, memesi yok! Nakil istersen veririm yavrum, bende fazlası var" 

Geceye HapsoldukHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin