3| "Bazı iyiler aslında kötüdür."

350 54 49
                                    

[RM - Forever Rain]

Bir tık... İki tık... Üç tık... Derin bir nefes ve yağmura karışan RM'in sesi. "Keşke tüm gün yağmur yağsa," diyor dostum RM. Yağmur, cama vurarak cevaplıyor onu. "Çünkü biri ağlasın istiyorum bana."  Derken dakikalardır izlediğim pencere aydınlanıyor; tahmin edebiliyorsunuzdur, Jeon Jeongguk'un penceresi bu. Kolunu yavaşça dışarı uzatıyor, gözleri kapalı. Ah, ağlıyor... 

"Daimi yağmur..." 

Başını çıkarıp aşağısında biri var mı yok mu diye bakınıyor, saat gecenin bir yarısı, insanlar evlerindedirler. Kimsenin olmayışına sevinmiş olmalı ki dudağının kenarı buruk bir edayla kıvrılıyor, gözyaşlarını bir an olsun silmeye yeltenmiyor. Yavaşça doğruluyor ve bir bacağını pencere kenarından aşağı sarkıtıyor. Kalçasını buz gibi mermere yasladığında bir bacağıyla içeriden destek aldığını anlayıp gülümsüyorum; ne olursa olsun hayatı seviyor.

Sırtını pencere kenarına yaslıyor ve başını göğe kaldırıyor, gecenin lacivertini izliyor bir süre. Gözlerini göremediğim için kendi kendime sinirleniyorum, kanepemden kalkıp penceremin yanına geliyorum, camı açar açmaz yağmura karışan rüzgar yüzüme şöyle bi' güzel vuruyor ancak geri çekilmiyorum. Eğiliyor, aşağı sarkıyor ve Jeon Jeongguk'un gözlerinde yansıyan laciverte odaklanıyorum. Koyu kahve saçları ıslanıyor, üstünde beyaz bir tişört var ve altında yalnızca iç çamaşırı. Hasta olacak, diye geçiriyorum içimden. Yanına gitsem ne der? Kapı dışarı eder elbette. 

Ancak denemekten zarar gelmez. Onu bir başına bırakmayı hiç istemem. Böylelikle, pijamalarımla olduğumu önemsemeden ayakkabılarımı giyindiğim gibi evimden çıkıyorum. Merdivenleri koşarak iniyorum ve binadan çıkınca başımı kaldırıp ona aşağıdan bakıyorum. Ayağının altı mosmor kesilmiş; oyalanmadan koştur koştur onun oturduğu binaya giriyorum. Beş kat yukarı çıktıktan sonra kafama dank ediyor, zili çalacağım ve sonra? Sonra ne olacak? Ah, canım dostum! deyip içeri mi alacak beni? Ne kadar da aptalım!

Ağır adımlarla merdivene yöneliyorum yeniden fakat bir an duraksıyorum. Sarhoştur, diyor içimden bir ses. Böylelikle cesaretleniyor, yeniden kapısının önüne gidiyor ve tereddüt dahi etmeden zile basıyorum. Bir süre bekliyorum ve sonra içeriden adım sesleri duyuyorum. Yavaşça aralanıyor kapı. Çatık kaşları ve yarı ıslak bedeni ile tam karşımda dikiliyor Jeon Jeongguk. "Merhaba," diyorum yarım ağız gülümseyerek. Siktir, ne salağım!

Ama o hiç beklemeyeceğim bir şekilde kaşlarını yumuşatıp gülümsüyor. "Merhaba," diyor dersteki sert ve otoriter sesine tezat yumuşak ve nahif bir sesle. "Hasta olacaksınız," diyorum gözlerimi kaçırarak. Kapıyı biraz daha aralıyor ve beni içeri davet ediyor. Tamam, sapık olmadığıma eminim ama ya o? Niçin beni hemen evine alıyor? Ah, salağın tekiyim, sarhoş olmalı. 

Kapının önünde ayakkabılarımı çıkarıyorum. İçerisi kapkaranlık ancak pencereden yansıyan ay ışığı onun güzel bedenini aydınlatıyor, böylece dış kapıyı kapattıktan sonra ona dönüyorum. "Üstünüze bir şeyler geçirin," diyorum fakat beni anlamıyor. Bunun üzerine derin bir nefes alıyor, öncelikle gidip camı kapatıyorum. Sonra gözlerimi etrafta gezdiriyorum, tüm o içki şişelerini es geçip minik düğmeyi arıyorum. Çok geçmeden bulup doğruca oraya ilerliyorum ve düğmeye basıyorum; oda loş sarı ışıkla aydınlandığında Jeon Jeongguk yüzünü buruşturup gözlerini kapatıyor. Tanrım, aklıma mukayyet ol, diye geçiriyorum içimden. 

Kocaman ahşap gardırop gözüme görünür görünmez oraya ilerliyorum ve yavaşça kapaklarını açıyorum. Bu sırada Jeongguk kanepenin önüne oturup bağdaş kuruyor, başını geriye atıyor ve koltuğun kenarına yaslıyor. Bense bulduğum ilk uzun kollu üstü alıyorum, altına bacaklarını güzelce saracak bir pijama buluyorum ve dolabın kapaklarını kapatıp aşağı çekmecelere eğiliyorum, yine uzun, kışlık bir çorap buluyorum ve sonra dolaptan ayrılıp Jeon Jeongguk'a ilerliyorum. 

"Giydireyim sizi," diyorum kanın toplandığını hissettiğim yanaklarım ve durmadan kaçırdığım gözlerimle. Bana izin verip doğruluyor, ayaklanıyor ve kanepenin ucuna oturuyor. Önünde diz çöküyorum. Titreyen ellerim tişörtünün eteklerini bulduğunda, o, kollarını kaldırıp bana yardımcı oluyor, beyaz, tertemiz teni gözlerimin önündeyken sertçe yutkunuyorum. Doğrulup ona doğru eğiliyor ve elimdeki siyah uzun kolluyu sırayla başından ve kollarından geçiriyorum. İç çamaşırı pek ıslanmamış, bu beni biraz rahatlatıyor çünkü ne de olsa halen tanımıyorum onu, düşüncelerinin ne kadar kirli olduğunu bilemiyorum. Hele de böylesine sarhoşken...

Ayağa kalkıyor ve ellerini omuzlarıma yaslıyor; onunkilerin de tir tir titrediğini fark ediyorum. Bu afallatıyor beni. Gri pijamayı nazik bir tutumla bacaklarından geçirip yukarı çekiştiriyorum. Bacaklarını güzelce saran pijama ile derin bir nefes alıp gülümsüyorum ve tekrar dizlerimin üzerine oturup sağ ayağını bileğinden kavrıyorum, buz gibi ayakları, avuçlarımda ısıtmak geçiyor içimden ancak çabucak toparlıyorum kendimi. Elimdeki siyah çorabı sırasıyla önce sağ ayağından sonra da sol ayağından geçiriyorum. En sonunda başımı kaldırıp gözlerine bakıyorum. Ah, diyor içimden bir ses o sırada: Nasıl sığmış koca bir galaksi oraya? Tanrım... Tanrım, aklımı kaybedeceğim.

"Teşekkür ederim," diye fısıldıyor, odada çıt ses çıkmadığı için rahatça duyuyorum onu. Bana doğru bir adım atıyor ve sonra üstüme doğru düşüyor. Belinden yakalayıp düşmesine izin vermiyorum. Gözleri şimdi tam gözlerimin hizasında. Gülümsüyor, göz kenarları kırışıyor ve ben titreyen dizlerimi zapt etmeye çabalıyorum. "Karşılığında herhangi bir şey istiyor musun?" diye soruyor. "Hayır, hayır," diyorum: "Siz iyi olun yeter, Bay Jeon." 

"Bay Jeon mu?" Çatık kaşları ile yüzüme daha da yanaşıyor. "Jeongguk de, benim evimde resmiyete gerek yok." Bunun üzerine benim de kaşlarım çatılıyor ama onunki gibi oyuncu bir tavırla değil, sahiden afalladığımdan. "Siz- Yani, sen... Hatırlıyor musun beni?" 

"Şu gözler unutulur mu hiç?" diye fısıldıyor. Aklım yanlış şeylere kayıyor ve hızla toparlanıp gözlerinden uzaklaşıyorum. Belindeki ellerimden birini koluna sarıyor onu yavaşça yatağına getiriyorum. Bedeni mavi örtünün içinde minicik kalıyor. Ama saçları ıslak! Hızla fırlayıp banyo olduğunu düşündüğüm kapıya ilerliyorum ve çekmeceleri karıştırıp bir havlu buluyorum. 

"Işığı kapatır mısın?" diye mırıldandığında havluyu yanına bırakıp ışığı kapatmaya gidiyorum. Sonra yatağın kenarına oturup saçlarını nazik bir tutumla kuruluyorum. Bunu neden yaptığım hakkında en ufak bir fikrim dahi yok. Kötü bir adam mıdır ki? Hiç sanmıyorum ancak bilirsiniz, bazı iyiler aslında kötüdür. 

Saçlarının tamamen kuru olduğuna emin olduğum zaman onun uyuyakaldığını fark ediyorum. "Ah," diye fısıldıyorum kendi kendime. "Uyuttum onu..." Elim benden habersiz yumuşacık görünen saçlarını buluyor ve kıvırcıklaşmış tutamları nazikçe okşuyorum. Kirpiklerinin gölgesi yanaklarına düşerken kuru ve büzüşmüş dudakları gözüme kusursuz görünüyor. Birden, fazlasıyla tuhaf bir dürtüyle eğilip dudaklarına dudaklarımı bastırıyorum ancak tüy kadar hafif bir öpücük bu. Ondan ayrılırken çıkan ıslak ses afallamamı sağlıyor, ne yaptığımı fark ediyor ve ardıma dahi bakmadan koşar adımlarla çıkıyorum oradan.

Hava biraz aydınlanmaya başlamışken kendi yatağımda tavanı seyrediyorum. İşaret parmağım kendi dudaklarımda, bu hissi sevdiğimi düşünüyor, onu yeniden öpmenin nasıl hissettireceğini düşlerken uyuyakalıyorum. Bu, hayatımda tattığım en rahat uyku... Tıpkı düşlerinde meleklerle oynayan bir bebek gibi hissettiriyor. 

 

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.
Born to be Blue | taekookWhere stories live. Discover now