Akmayan gözyaşında kaybolan hatıra - 6

36.7K 3.1K 88
                                    

Camları ve aynaları buğulandıran buharla kaplı banyonun geniş küvetinde bir kız, tepesinden akan sıcak suyun altında, üzerinde kıyafetleriyle yere oturmuş, donuk gözlerini çıplak ayaklarına dikmişti. Boğazındaki yumru acıtıyor, sıkıyor, boğuyor ama bir türlü geçmiyordu. Daha da kötüsü baktığı yeri görmüyor, herhangi bir şey üzerine düşünemiyordu. Farkında olduğu tek şey sıcak suyun ona iyi gelmemiş olmasıydı. Bu yüzden parmaklarının ufak bir hareketiyle, suyu soğuk tarafa çevirdi. Bu daha iyi diye geçirdi içinden. Üstelik düşünebilme kabiliyetini yeniden kazanmış gibiydi. Soğuk su, onu sarıp sarmalarken, üzerine yapışmış ıslak elbiseyi çıkarıp attı. Ayak tırnaklarına dolan kanı, uyuşmuş parmaklarıyla temizlemeye çalıştı. Dudağında kan izi olup olmadığını bilmiyordu ama yine de dokunmaya cesaret edemedi. Dokunduğu anda, daha çok acıyacak, belki de bir daha unutması mümkün olmayacaktı. Keşke ağlayabilsem diye düşündü. Ne var ki son iki saattir, göz pınarlarındaki suyun bir daha çözülmemek üzere donduğunu sanıyordu. Oturduğu soğuk fayansın üzerinden kalkıp, üzerine havluyu aldı ve kolye girişlerine dokundurmamaya özen göstererek - hala sızlıyordu - kurulandı. Sonrasında aynı havluya sıkıca sarındı ve sarsak adımlarla dışarı çıktı. Kapının önünde kendisini bekleyen meraklı iki gözle karşılaştı.

"Benden habersiz eve adam atmak, ha?"

Hira, kuzeni Ada'ya cevap vermedi. Yüzünü hiç görmemiş, sesini hiç duymamış gibi odasına çekilmek istedi ama kuzeni kollarını açıp önüne geçince durmak zorunda kaldı.

"Kimdi? Meraktan çatlıyorum!"

Hira, derin bir nefes aldı, konuşabileceğini sanmıyordu ama kelimeler ağzından zorlukla da olsa döküldü:

"Kendini nasıl hissediyorsun?... Canın yanıyor mu?... Senin için ne yapabilirim?... Hayır, unut gitsin. Sadece iyi misin? bile yeterdi."

Ada'nın meraklı ve saklamaya çalışsa da hafifçe gülümseyen yüzü, donup kaldı. Hira, önünde mıhlanıp kalmış kuzenini, eliyle hafifçe kenara itti ve dengesini kaybetmemeye çalışarak odasına çıktı. Hala ağlamıyordu.

Odasına girdiğinde kapıyı kilitledi, kalın perdeleri çekti ve üzerindeki havluyu atıp, aynanın karşısına geçti. Yüzü hafifçe beyazlamıştı ve gözleri nemli olmasa bile kızarıktı. Patlamış dudağı mora yakın bir renk almıştı ve sağ yanağında hafif bir iz görünüyordu. Üzerine kısa kollu bir elbise geçirdikten sonra, çatlayacak kadar ağrıyan başı için ağrı kesici iğne yapmaya karar verdi. Dolaptan aldığı enjektöre ilacı çekti ancak elleri hafifçe titrediği için tenine batırmaya fırsat bulamadan yere düşürdü. Yatağının altına kaçan enjektörü almak için eğildiğinde, gözüne açık mavi küçük bir ışık çarptı. Enjektörü unutan kız, yatağın altında duran açık mavi çipleri aldı ve merakla parmakları arasında çevirdi. Dıştan bir rüya çipi olarak göründüğü kesindi ancak deriye geçen iğneleri, bir hallüsinasyon çipini andırıyordu. İçini garip bir heyecanın sardığını hissetti ve yasak olduğunu bile bile - üstelik kendisine bile ait değildi - ıslak saçlarını aralayıp, çipi kafa derisine koydu. İğneler tatlı bir sızıyla deri altına yerleştiğinde, Hira, kendi görüsünü kaybederek, çipin içindeki hallüsinasyona daldı.

İlk önce tek görebildiği karanlığin kendisiydi, bu yüzden hayal kırıklığına uğramadığını söyleyemezdi. Ancak birkaç dakika sonra gözleri karanlığa alıştı ve bir elbise dolabının içinde olduğunu fark etti. Üstelik yalnız değildi. Eski bir kitabı karıştırmakta olan on yaşlarındaki çocuğun ayakları, kendi ayaklarına dokunuyordu. Hira, çocuğun kendisini göremeyeceğini ya da hissedemeyeceğini bildiği halde ayaklarını topladı. Birkaç dakika sonra dolabın bulunduğu odanın kapısının açıldığını duydu. Çocuk da duymuştu, kitabı aceleyle kapatıp elbiselerin arasına gizlemeye çalıştı.

"Kes sesini." diye tısladı bir adam. İçeri girenlerden diğeri, hıçkırarak ağlıyordu.

"Gönder onları burdan. Hemen."

"Aptal mısın sen? Yüzlerce yıllık emek, para, güç. Hepsi yok mu olsun?"

"Hiçbiri artık umrumda değil. Kıyamet bugün kopacak olsa bile umrumda değil."

Adam daha yumuşak ve teselli edici bir sesle:

"Aşkım...Bunu defalarca konuştuk. Eğer bu yörüngede kalmaya devam edersek, hepimizin sonu olur. Mutlu olmak için, bir şeyleri kazanmak için, fedakarlık yapmak gerekir."

"Neden benim oğlum? Bu lanet olası dünyada milyarlarca insan var. Neden sadece ben fedakarlık yapmak zorundayım?"

"Benimle evlenirken neyin içinde olduğunu biliyordun. Seni defalarca uyardım." Adamın sesi artık az öncekinden çok daha sertti.

"O zamanlar aşıktım. Yalnızca sen vardın. Aptallıktı." Kadın hıçkırarak garip bir feryat çıkardı, kısa bir sessizlikten sonra toparlandı. "Her gece yatarken bunu düşünüyorum, oğlum kaçtığımız yolun kapısında sonsuza dek tıkılı kalacak. Hayır bekle. Bu en iyi ihtimaldi. Atomlarına da ayrılabilir. Bizse o lanet delikten kaçıp gideceğiz. Ne için? Mutlu olmak mı?"

Karşısındaki adam derin bir nefes aldı ve sesinin gücünü koruyamayarak cevap verdi:

"Benim için de zor." Adamın sesi küçük bir çocuğunki gibi dalgalandı sonra çok daha kısık bir sesle devam etti. "Bak...İyi dinle. Eğer tereddütlerimiz öğrenilirse, enstitü kolyeyi bizden alır. Otorite, para, güç, bunların hepsini geçtim. Eğer kolye alınacak olursa, bu çocuk senin sandığından çok daha önce ölecek."

Kadın sessizliğiyle onayladı adamı. Hıçkırıkları yatışmıştı.

"Şimdi gözlerini sil, içeri girelim ve Enstitü başkanına hoşgeldin diyelim." Adam, karısıyla küçük bir kız çocuğunu avutur gibi konuşuyordu. İkisi geldikleri gibi sessizce odayı terk etti.

Hira, eklemlerini oynatamayacak kadar şoktaydı. Onları dinlerken, vücudu nefes almayı bile unutmuş gibiydi. Garip olan, karşısındaki çocuk da kendisinden farklı görünmüyordu. Küçük çocuk, gömleğini araladı ve anahtar şeklindeki kolyeyi neredeyse onu oradan sökecekmiş gibi tuttu. Yanakları, akan gözyaşlarından sırılsıklam olmuştu.

Hira, görüsünü yeniden kazanıp, odasına geri döndüğünde, birkaç dakika yerden kalkamadı. Banyodayken, hiçbir şeyin daha kötü olamayacağına emindi fakat şimdi, ne kadar yanıldığını görebiliyordu. Açık mavi ışık saçan çipleri çıkarıp kapattı ve terlemiş avuçlarına gömdü. Gözbebekleri dehşetle büyümüştü ve ağzının içi kupkuruydu. Ne yaptığının farkında değildi yine de ayağa kalkıp dolabından siyah pelerinini alıp üzerine geçirirken nereye gitmek istediğini biliyordu. Çipleri terli avuçlarında daha sıkı tuttu ve sessizce odasını terk etti. Saat akşam sekizi gösteriyordu ve derse kadar iki saati vardı ancak enstitü kavramının kendisi bile Hira'nın aklından uçup gitmişti. Merdivenleri sessizce inerken, kendisine selam veren hizmetçilerin farkında bile değildi. Kız, zemin kattaki mutfağın önünden geçerken, neredeyse yerde süründü. Kapının yanındaki güvenlik cihazına varana dek nefes dahi almadı.

"1 3 8 9" Dayısının, kayıt odasına girerken kullandığı şifrenin aynısıydı çünkü Hira, dayısının iki ayrı şifre kullanamayacak kadar kötü bir belleğe sahip olduğunu biliyordu. Nitekim işe yaradı ve hayatında ilk kez, devasa binaların arasındaki sokaklara adım attı. Nereye gideceğine emin olamayarak bir süre etrafına bakındı. Nadir de olsa toplu taşıma trenlerinin hala var olduğuna emindi. Yeryüzünden başlayan bu trenlerin gökyüzüne yükseldiğini açık ve net görmüştü. Tek yapman gereken birine sormak, hepsi bu dedi kendi kendine. Bulduğu ilk sokağa daldı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.

KOLYEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin