Lavantalar Öldüğünde

By valdyraine

7.7K 546 795

Çocukluğundan beri hayatını kontrol eden mental sorunlarla aldığı her nefeste mücadele etmekte olan Eylül, bi... More

Sayısız Maske
I. Asla Yenilemezsin
II. Miladınla Tanışmak
III. Geçmişin Anahtarı
V. Dilemmalar Arasında
VI. Kül Sızı ve Sancılar
VII. Kriz Tohumları
VIII. Buzdan Kalenin Çelik Duvarları
IX. Enkazdan Artakalanlar
X. Kırılan Kabuk Sesleri
XI. Katabasis Köprüsü
XII. Kırık Taç ve Camdan Yürek
XIII. Ruh Nekrozu
XIV. Kırık Anahtar

IV. Gölgeler Şafağı

425 35 82
By valdyraine

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
"GÖLGELER ŞAFAĞI."

bölüm şarkısı:
unsecret (ft. sam tinnesz & fleurie) - no sanctuary.




IV.I

Karşımda parlak bir ayna gibi duran o iri gözler, bakmaya devam ettikçe cenazeye çevirdi etrafımı. Yansımam korku içinde ancak kendinden bir o kadar da emin bir şekilde alevlerin arasında dururken yanık parmak uçlarıyla kesiklerle kaplı avuçlarına baktım.

Yangını ben çıkarmıştım.

Korku içinde bir adım geriye gittiğimde geyik başını arkaya itti ve yine karanlığa büründü gözleri. Geri çekilmeye başlarken hafifçe salladı uçları altın rengindeki boynuzlarını, arkasını dönüp uzaklaşana dek hep bana baktı. Attığı her bir adımda sallanır gibi oldu toprak ya da ben dengemi kaybettim yalnızca. O da gittikten sonra etraf yine sessizliğe gömülünce sarsılarak arkama döndüm ve Kuzey'in şaşkınlık içinde beni izlediğini gördüm.

İkimiz de bir şey söylemeden gördüklerimizi sindirmeye çabalarken tek kelime etmeden baykuş seslerini dinledik. Gördüklerimin sadece birer yanılgı olduğuna kendimi inandırmak için defalarca ellerime baktım fakat ne kadar bakarsam bakayım orada gerçeğin üzerini örten sahte izler görüyordum bir şekilde. Bir saniye için her şey normalken baktıkça kırılıyordu tırnaklarım, yanıklarla kaplanıyordu parmaklarım. Kendime engel olamıyordum.

Kuzey endişeli bakışlarını üzerimden ayırmadan yanıma gelip "Anlayamıyorum," dedi zayıf bir sesle. Sanki o kadar çok bağırmıştı ki sesi kısılmıştı.

"Halüsinasyon görüyor olabilir miyiz?" diye sorduğumda bana bakmadan "İkimiz aynı anda ve aynı şeyleri görebilir miyiz sence?" diye yanıtladı beni. Kelimelerin iğneleyici bir tonu yoktu lakin bir nebze gergin gibiydi. Belki de o da ne düşüneceğimi tam anlamıyla bilemiyordu.

Düşünceli bir şekilde etrafında dönerken "İlk defa böyle bir durum başıma geliyor fakat düşününce... Gördüklerimiz arasında bir bağlantı olması gerekmez mi sence de?" diye sordu Kuzey, hemen ardından benden gerçekten bir cevap bekliyormuşçasına yüzüme baktı. Başımı bir fikrim olmadığını belirtmek adına iki yana salladım yavaşça.

"Bir düşünsene... Bu hayvanlar tarih boyunca pek çok destanda ya da türlü mitolojilerde rol oynadı. Belki onlar da Sophie gibi bugünkü dünyaya değil de geçmişe aitlerdir, olamaz mı?"

Dudaklarımı büktüm çaresizce çünkü ne olduğuna dair en ufak bir fikrim dahi yoktu. Halüsinasyon görüyor gibiydim daha çok yahut bir türlü uyanamadığım bir rüyanın içindeydim.

Hiçbir şey söylemeyeceğimi anlamış olacak ki Kış Köşkü'nün olduğu tarafa dönüp başını eline doğru eğdi hafifçe. Elindeki lambanın ışığı giderek zayıflarken "Eğer düşündüğüm gibiyse bundan emin olmalıyız. Sophie'nin portresine kütüphanedeki eski bir kitabın arasında rastlamıştım, belki de onlar hakkında herhangi bir bilgiye yine orada ulaşabiliriz," diye kendi kendine mırıldandı ve ağır ağır binaya doğru yürümeye başladı.

Son bir kez ezilmiş lavantalardan oluşan yolun sonuna baktıktan sonra Kuzey'i takip ederek binanın girişine yürüdüm. Yüzümdeki bütün kıvrımlarda hâlâ geyiğin soluğunun sıcaklığı dolaşırken saç diplerimden yayılan soğuk terlemeye mide bulantısı eklenince gözlerimin kararmaya başladığını hissettim ancak duraksamadım ve derin nefesler alıp vererek kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Koridorlar sessizliğini koruduğu için kalp atışımı bile gürültülü buluyor, zihnime yayılan sinsi cümlelerin duvarlar arasındaki yankısını duyabiliyordum. Kuşku dolu düşünce iblisim saç diplerimden uzattığı pençeleriyle alnımı çizerken "Ya sana yalan söylüyorsa, ya aslında her şeyin sebebini biliyorsa ve seni kötü bir amaç için buraya sürüklemişse?" diye fısıldıyordu bana. Onu dinlemek istemiyordum lakin tenimde açtığı yaralardan zorla sızıyordu sözleri içeri, tüneller kazıyordu kendi kirli yüreğiyle zihnimin arasına, kanallar kuruyordu akıtmak için zehrini. Arkasında yürürken özenle kesilmiş kumral saçlarını incelediğim, omuzlarındaki tansiyonu gömleğinin üzerinden dahi hissedebildiğim adamın bana doğruyu söylemediği fikrine inanmamak için kendimle savaşıyordum.

Kütüphanenin geniş kapısından içeri girerken Kuzey arkasını dönüp bana baktığında iblisin bana söylediklerinin yanlış olmasını diledim çünkü sırrımı paylaşan tek kişiye, gerçekleri öğrenmeye ikimiz de bu kadar ihtiyaç duyarken bütün kalbimle güvenebilmek istiyordum. Bir kabustan farksız geçen günlerimin nedenini, şanslıysak çözümünü bulabilirdik birlikte fakat aramızdaki bağın güçlü ve gerçek olmasına ihtiyacım da vardı. Aksi takdirde keşif yolculuğumuz başlamadan sona ulaşırdı.

Merkezi tanıtan dosyada gördüğümden çok daha büyük olan kütüphaneye girdikten sonra Kuzey nereye gitmesi gerektiğini bildiği için ışıkları yakıp sol taraftaki uzun kitaplığa doğru yöneldi, bense yüksek tavana doğru uzanan rafları incelemeye başladım. Ne aradığımı bildiğim söylenemezdi ancak kitaplara göz gezdirmekten başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Gezinirken alt raflarda daha çok yeni kitapların, üstlerde ise daha eski tarihli kitaplar olduğunu, rafların üzerine yapıştırılmış etiketlerde kitaplıkların türlere göre ayrıldığını ve neredeyse her alanda kitap ile bazı dergilerin bulunduğunu fark ettim. Burası gerçekten kapsamlı bir kütüphaneydi, bu da Kuzey'in cevaplar için neden buraya gelmek istediğini kısmen açıklıyordu aslında.

Odayı incelemem bitince merdivenin yanında durup Kuzey'in bana uzattığı kitapları ortadaki masaya götürme görevini üstlendim. Birkaç dakika içinde o da kucağında birkaç kalın kitapla yanıma geldi ve "Bunlar zooloji ve mitoloji üzerine bazı kitaplar," derken elindekileri önüme bıraktı. Kitapların büyük çoğunluğu İngilizce olsa da en üstteki farklı bir dildeydi.

"Yunanca bildiğini bilmiyordum."

"Aslında bilmiyorum, sadece diğerleriyle aynı rafta olduğu için aldım. Belki resimlerden bir çıkarımda bulunabiliriz, gerekirse çevirisini yapacak birini de bulabiliriz."

Kitabı önüme çekip sayfalarına kısaca göz attıktan sonra "Yalnızca kapağındaki yazının soyu tükenmiş hayvanlarla ilgili olduğunu anlayabildim," dedim. Kuzey gözlerini irileştirerek bana baktı.

"Sen Yunanca biliyorsun sanırım."

"Tam değil, okulda seçmeli ders olarak almıştım," diyerek kitabı masanın ortasına ittim ve diğer kitaplara yer açtım. Bir sonraki de yine hayvanlar hakkındaydı, onu da eledim.

Önüne benim ittiğim kitaplardan birini çeken Kuzey "İlginç bir tercih," deyip kaşlarını kaldırınca hafifçe gülümsedim.

"Tarih okuduğum için bir gün faydası olacağını düşünmüştüm."

"Eh, o halde bu kitabı inceleme görevini sana bırakıyorum."

İkimiz de uzun bir süre boyunca önümüzdeki sayfalarda durumumuzla bağlantı kurabileceğimiz herhangi bir bilgi aradık. Saatin epey geç olduğunu düşünüyordum ancak Kuzey hiç uykusu gelmiş gibi görünmüyordu, bu sebeple her ne kadar araştırma işine ertesi gün devam edebileceğimizi söylemeyi planlasam da sustum. İkimiz de karşılıklı sandalyelere oturduk ve zamanı umursamadan bir çıkış yolu aradık.

Kitapları incelemem sürse de bunalıp başımı sayfaların arasından kaldırdığımda aklımda kalan yegâne şey hem Türk hem de Avrupa'daki türlü mitolojilerde kurtla geyiğin fazlasıyla ön plana çıkıyor olmasıydı fakat okuduğum hiçbir şeyi içinde bulunduğumuz durumla bağdaştıramıyordum bir türlü. Bu yüzden sıkıntıyla bir kapağı daha kapatıp "Okuduğum hiçbir şey bu olanlara bir açıklama getirmeye yetmiyor," diye sitem ettim en sonunda. Kuzey de buraya geldiğimizden beri belki de yüzüncü kez yaptığı gibi kaşından şakağına hayali bir çizgi çekip "Benim de öyle," diyerek bana katıldı ve önündeki kalın kitabı kapatıp arkasına yaslandı.

"Doğada düşman sayılan hayvanlar arasında bizim göremediğimiz nasıl bir ilişki olabilir ki?"

"Üstelik iki avcı da avlarından çekiniyor ya da ondan kaçıyor gibiydi."

"Evet, bu da işleri daha da karmaşıklaştırıyor," derken ayağa kalktı Kuzey ve sıkıca kapalı bordo renkli kadife perdeleri araladı. Arkamdan vuran ışığın izlerini masanın üzerinde gördüğümde başımı ona doğru çevirdim ve bu kez güneşten dökülen aydınlık parçalar gözlerimi yaktı.

"Düşündüğümden çok daha uzun bir zamandır buradaymışız," diyerek ayağa kalktım ve kitapları düzenleyip masanın köşesinde aynı hizada bıraktım ancak kalktığım gibi şakaklarıma iğneler batmaya, görüşüm bulanıklaşmaya başlayınca masaya dayanmak durumunda kaldım. Avuçlarımı ahşap zemine bastırıp kendimi toparlamaya çabalarken durumumu fark eden Kuzey yanıma geldi ve önüme düşürdüğüm başımın hizasına gelmek için eğilerek "İyi misin?" diye sordu.

Ona kısa bir cevap verip "İyiyim," dedim lakin bu doğru değildi. Aklımda hem buraya hem yanımdaki adama dair bir sürü şüphe vardı, içimdeki karanlıkta yaşayan şeytanlar rahat bir nefes almama dahi izin vermiyordu ve bunlarla birlikte mental sorunlarımın fiziksel izleriyle de mücadele etmek zorundaydım. Bir de yeni bilmeceler eklenmişti şimdi bütün sorunların yanına, sanki ansızın bırakılmıştım uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasına ve pusula bile yoktu yanımda.

Ellerimi karnımın üzerinde birleştirip kapıya doğru ilerledikten sonra Kuzey de arkamdan geldi ve gecenin bütün yorgunluğu üzerimize çökmüş gibi sessizlik içinde koridorda yürümeye başladık. Ne var ki bu durum çok uzun sürmedi, birlikte binanın yemekhanenin bulunduğu kanadına geçtiğimizde karşımıza bize doğru hızlı adımlarla gelen Karya çıktı. Önümüzde dururken gözlerinden taşan öfke ve korku beni öyle tedirgin etti ki bu histen kaçabilmek için bir kez daha tırnaklarımı tenime bastırdım.

"Onu sen mi çağırdın?"

Bu soruyu sorarken Karya hiddetli gözlerini Kuzey'e dikmişti ancak sıklıkla bana da aynı duyguyu taşıyarak dönüyordu bakışları. Kuzey sakin bir şekilde "Kimi?" diye sorduğunda Karya sıktığı yumruğunu havaya kaldırdı.

Birkaç saniye için duraksadıktan sonra işaret parmağıyla sol taraftaki pencerelerden gözüken arka bahçeyi işaret edip "O devasa geyiği tabii ki," dedi dişlerini sıkarak.

Kuzey'in bakışları gergin bir şekilde bana döndü ve ben de "Hayır, o bizi buldu," diye mırıldandım sorunun ne anlama geldiğini dahi idrak edemediğim halde.

Karya'nın dudakları hayrete düştüğünü belirtecek şekilde aralanıp gözleri irileşince bizim bütün gece boyunca bulamadığımız bir bilgiye sahip olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ellerini alnına götürüp şakaklarını ovuştururken "Demek doğruymuş," diye fısıldadığında ise bundan emin oldum.

"Ne doğruymuş Karya? Neler oluyor?"

Ellerini indirip bakışlarını sert bir tavırla bana çevirdiğinde sklerası kırmızı izlere mağlup olmuş, alnının ortası daha keskin izlerle dolmuştu.

"Eskiden anneannem bana ondan bahsederdi hep, kendi de hiçbir zaman görmemiş ancak annesi onu gördüğünü söylermiş. Taşıdığı ruhun ölümünden sorumlu olan kişiden intikam alacağı günü bekleyen ancak bunun için herkese de kolay kolay güvenmeyen en önemli gölge taşıyanlardan biri olduğunu söylerdi," diye konuşurken aniden duraksadı ve Kuzey'e tek bir an için baktı. Sonra bir adım geriye çekilip kollarını havaya kaldırarak bizi işaret ederken "Sizin karşınıza çıktığına göre bunun bir anlamı olmalı," diye ekledi.

Söylediklerinin tek bir kelimesini bile anlayamadığım için kaşlarımı çatmıştım ki Kuzey üzerindeki şaşkınlıktan hızlıca sıyrılıp "Ama farkındaysan onu gören bir tek biz değiliz," dedi. Karya'nın dikkati ona çevrildi, gözleri tamamen korkunun etkisi altında gibiydi.

"Sen de gördün."

"Anneannemin ve dolayısıyla da onun annesinin soyundan geliyorum, bu yüzden şaşırdığımı söyleyemeyeceğim fakat başkalarının da onu görebildiğini bilmiyordum."

Kuzey Karya'yı şüpheli bir şekilde süzerken bir kez daha lafa karışıp "Peki ama neden çıktı karşımıza, neden şimdi? Hem gölge taşıyan da ne demek?" diye sordum. Karya cevap vermeden başını sallamakla yetindi sadece. İkisi de bir şeyler saklıyormuş gibi gergin bir ifadeye sahip olduğu için huzursuz olmuştum fakat konuyu daha fazla uzatmaya da niyetim yoktu. Yorulmuştum.

"Sanırım bu durumda tek yapabileceğimiz onun tekrar görünmesini beklemek."

İkisi de bu fikrime katılınca birlikte kahvaltıya gitmeyi teklif ettim, böylelikle bu sırada bir gelişme olursa konuşma şansı bulacaktık. Hep birlikte yemekhaneye gittiğimizde içeride henüz bir iki kişi olduğunu görünce biraz da olsa rahatladım ve diğerleri tezgâha doğru ilerlerken onlardan ayrılıp lavaboya yöneldim. Bu sabah kendimle savaşmak için fazla yorgun hissettiğimden davranışlarımı kendi içimde sorgulamadan ritüelimi gerçekleştirmeye başlamıştım ki yanımdaki lavaboda Kuzey belirdi aniden fakat ellerini öylece yıkayıp gitmedi. Ellerimi kurularken aynadaki yansımasından onu izlediğim sırada onun da bir ritüeli olduğunu fark etmiştim.

Kendisini izlediğimi ve tam olarak neye dikkat ettiğimi anlayınca "Yalnız olduğunu düşünmemiştin, değil mi?" diye sordu gülümseyerek ve musluğu kapatıp üç tane mendil aldı kutudan, tıpkı sabun damlalarında ve her bir damla için ellerini ovuşturduğunda olduğu gibi bunda da aynı sayıyı seçmişti.

Onu izlediğimi fark ettiği için utanmıştım, bu sebeple hiçbir şey söylemeden dikkatli bir şekilde kapıyı açıp dışarı çıktım. Kuzey'le birlikte büfeden kendimize yiyecek ve içecek bir şeyler aldıktan sonra pencere kenarındaki masalardan birinde oturan Karya'nın yanına gittik. Biz masaya gelene dek avucunu buharı üzerinde süzülen fincanın etrafına sarmış şekilde dışarıyı izliyordu, yanına oturduğumda dalgınlığı üzerinden atıp bize döndü.

"Buraya geldiğim ilk hafta sana başkalarının göremediği insanları gördüğümü söylediğim zamanı hatırlıyor musun?"

Kahvesinden bir yudum alan Kuzey bir an için duraksasa da fincanını masaya koyarken "Evet, hatta ilaçlardan olabileceğini de düşünmüştük," diye yanıt verdi. Bunun üzerine "Ama değildi," derken çatalını sert bir biçimde tabağının yanına bıraktı Karya.

"Dün gece hiç tanımadığım birini gördüm yine. En son tanımadığım birini gördüğümde neler olduğunu biliyorsun, tekrar başka bir dünyaya düşüp düşmeyeceğimi nereden bileceğim ben şimdi?"

"Dilersen bu konuyu terapi sırasında konuşalım, şimdi ne yeri ne de zamanı."

Karya öfkeyle yumruklarını sıkarken bana baktı, bense bakışlarımı kaçırdım. "Gerçek olmayan bir şeyler gören bir tek ben değilim, neden ondan saklıyorsun?" diye sorduğunda ise bu kez benden kaçan Kuzey'di. Avucunu masaya bastırıp masanın üzerine hafifçe eğilerek Karya'ya bakarken "Sonra konuşalım," dedi dişlerini bastırarak.

"Yoksa bu karanlık çukurdaki tek normal insan sen misin Eylül? O yüzden mi Kuzey senin yanındayken hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıyor?"

"Kes şunu Karya."

Bu gerilime daha fazla dayanamayıp "Ben de gerçek olmayan şeyler görüyorum," dedim en nihayetinde. Bunu duyunca geri çekilip arkasına yaslandı Karya ve kollarını göğsünde birleştirip ayağını sallamaya başladı.

"Ona anlatmayacak mısın?"

Sorgulayan bir ifade takınıp kaşlarımı çatarak Kuzey'e bakıyor olsam da o hâlâ benden kaçıyordu. Dudaklarını ısırıp sırtını sandalyeye yaslarken düşünceleriyle söyleyecekleri arasında gidip geldiğini seziyordum fakat bu sırada merakım da bütün benliğimi ele geçiriyor, sabrım da son anlarını yaşıyordu. Tam bir şeyler söylemek üzere dudaklarımı aralamıştım ki Kuzey ayağa kalktı ve ben de dilimin ucuna gelen bütün sözcükleri durdurdum.

"Burası doğru yer değil, odamda konuşalım."

Bu cümlenin ardından çaresizce Karya'ya baktım, o da bana kaşlarını kaldırarak cevap verdi. Bunun üzerine şimdiden şüphelere ve kaygılara boğulmaya başlayan zihnimin haykırışlarını duymazdan gelerek masadan kalktım ve bir kez daha kendimi bej renkli duvarlardan oluşan uzun koridorda buldum. Yine neyin peşinden gittiğimi bilmeden ilerliyor, tek bir nefeste kendimle binlerce savaş veriyordum ancak bu yolda ilerlemekten de alıkoyamıyordum kendimi. Odak noktam yalnızca ilerisiydi, geriye kalan her şeyse etrafıma ördüğüm camdan surlara çarpıp kayboluyordu.

Kuzey'in odasına geldiğimizde eşikten içeri girmeden önce duraksadım ve koridorun ortasında duran Sophie bunu fark etti. Ellerini arkasında birleştirip eteklerini sallarken hiçbir şey söylemeden yalnızca gülümsediği için belki de ondan ilk kez ürktüm ve aceleyle içeri girdim. Kapıyı kapatırken eşiğin diğer ucunda durup "Sözünü tutmanın vakti geldi Mademoiselle," dedi ve aramıza koyu bir engel girmeden hemen önce koşarak uzaklaştı.

O gidince rahat bir nefes alıp çoktan masasının başına geçmiş olan Kuzey'in karşısındaki sandalyeye oturdum. Tam olarak nasıl bir açıklama beklediğimden emin değildim ancak Karya'nın söylediklerinden sonra Kuzey'in bir şeyler sakladığı kesinleştiği için en azından benden gizlenen şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyordum.

"Bana nasıl bir oyun oynuyorsun, bilmiyorum fakat beni bütün bunların içine sen sürükledin, o yüzden bana bir açıklama borçlusun."

Kuzey bana itiraz etmedi, yalnızca yine kaşından şakağına uzanan izler çizdi.

"Sana tamamen açık ve dürüst davranmamış olabilirim ancak oyun yok," derken önündeki bilgisayarı açıp bir şeyler yazdıktan sonra kısa bir süre için ekranı izledi.

"Burada atasezi adını verdiğimiz bir sendrom üzerinde çalışıyoruz ve burada, Kış Köşkü'nde olan herkes bu çalışmanın bir parçası," derken bilgisayarı bana çevirdi ve hiç beklemediğim bir şekilde üzerinde kendi fotoğrafımın bulunduğu bir doküman buldum karşımda.

"Ve sen de."

Şaşkınlığımı yenip "Bu da ne demek oluyor?" diye sorabilsem de aslında kelimeleri hep kesik kesik telaffuz etmiştim. Kuzey ekranı tekrar kendine çevirdi ve bu sefer farklı bir sayfa açıp bana başka dosyalar göstermeye başladı.

"Bu sendromu yaşayanlar, başkalarının göremediği insanları görebiliyor. Bazı noktalarda kesin olmamakla birlikte bu gördüğümüz insanların bizim atalarımız olduğunu, aradaki kan bağı nedeniyle onları görebildiğimize inanıyoruz. Bunu bir yetenek olarak görüp ona soygörü ismini takanlar da var fakat bu duruma yüzde yüz hâkim değiliz henüz."

Ekrandaki görüntüyü tekrar değiştirdi ve bütün bir sayfayı kaplayan soyağacı üzerine parmağını bastırırken isimleri daha görünür kıldı.

"Bu, Karya'nın ailesini gösteren şema ve bu da onun gölge taşıyanı... Yani, onu ikinci dünyaya taşıyan aracı hayvan," derken köşedeki kulaklı orman baykuşunun resminin üzerinde durdu. Parlak, iri gözlerine bakarken lavanta bahçesinde dinlediğimiz baykuş sesleri geldi aklıma.

"İkinci dünyaya geçtiğimiz hafta geçiş yaptı ve bütün her şey onun için çok yeni, alışmaya çalışıyor."

Duyduklarımı beynim işlemekte ve anlamlandırmakta zorlanırken "İkinci dünya nedir?" diye sordum korku dolu bir sesle.

"Atalarımızın hayatına onların yerinde dahil olduğumuz yere bu ismi verdik. Onların bedeninde olsak da ruhumuz hâlâ bize ait, bu yüzden benliğimizin ikinci dünyadaki yansımasına gölge diyoruz," derken ekranda Karya'nın fotoğrafı ile siyah beyaz eski bir fotoğrafı yan yana getirdi.

"Karya, ikinci dünyaya geçtiğinde Moira'nın gölgesiydi, yani bugün bize bahsettiği kişi, anneannesinin annesinin," diye ekledikten sonra başka bir sayfaya geçti.

"Burada da çalışmada yer alan diğer kişiler ile gölgesi oldukları atalarını kayıt altına alıyoruz."

O konuşurken ben de tanıdık olmayan yüzlerle isimlere, gördükleri insanlarla olan ilişkilerini belirten satırlara bakmayı sürdürdüm. Sanki dilime bir kilit vurulmuştu da konuşmayı unutmuştum, düğümler atılmıştı bütün sinirlerime ve düşünme yetim kaybolmuştu. Durgun, soğuk bir ırmak akıyordu damarlarımda, içim titriyor fakat bedenim hiçbir şeye tepki vermiyordu. Ayağa kalktım ancak bacaklarım beni taşımıyordu, oturunca da omurgalarım bedenime diken misali batıyordu.

Kendimi kaybediyordum.

Sıkıca tutunduğum ruhum kanıyor, kesiklere gömülen tırnaklarım pençelere dönüşüyordu. Hızla geçip giden film sahneleri gibiydi gözlerimin önünde canlanan kareler, kimisi hayaliydi kimisi gerçek. Sahte görüntüler arasından güçlükle kaçıp masadan uzaklaştım ve avuçlarımı alnıma bastırıp karanlık bir labirentte kaybolan bilincimi sakinleştirmeye çalıştım lakin her şey öyle yabancıydı ki kendimi güvende hissetmemenin verdiği rahatsızlık hissi beni daha büyük bir girdabın içine sürüklüyordu.

Nefesim giderek sıklaşırken en tetikte olmam gereken zamanda kapımı çalan panik atağa daha fazla direnemedim ve yanımdaki masaya tutunup titreyen ellerime yaşlarla dolan gözlerle baktım. Kuzey aceleyle yanıma gelip elindeki bardağı bana uzatırken sudaki yansımada kendimi görmek karnıma tarifsiz bir acının saplanmasına, midemin bulanmasına neden oldu. Bardağı elime aldım fakat tutamadım ve cam parçalarının etrafa saçılma sesiyle birlikte bacaklarım da beni ihanete uğrattı. Dizlerim yere çarptığı gibi kırık parçalar doldu parmak boğumlarıma, buz kesen ellerime yakıcı bir sıcaklık yayıldı.

Yanımda diz çöken Kuzey kan içindeki avucuma bakıp kendine küfrederken uzun parmakları elimi alttan destekledi. "Çok da yüzeysel gözükmüyor, dikiş gerekebilir," derken baş parmağı kesiklerin üzerinde gezindi. Parmağını en derin görünen kesiğin üzerine bastırdığında tenimden onun avucuna bulaşan kanın rengi koyulaştı ve orada yine gözlerimin içine dikkatle bakan beyaz kurdu gördüm. Yalnızca bu kez dişlerini gösterdi bana, kalın kürkü şiddetli kar fırtınasının içinde sallanırken bakışları kısıldı ve yukarı kaldırdı başını.

Öyle kuvvetli bir şekilde uludu ki içinde bulunduğumuz odanın pencereleri açıldı. Bakışlarımı ayıramadığım kan dalgalanıp beyaz kurdun yanında büyük bir sürü göründüğünde Kuzey'e çevirdim yüzümü. Bakışlarımız buluştuğunda içeri soğuk bir rüzgâr doldu ve bütün raflar sallanmaya, kâğıtlar havalanıp duvarlara çarpmaya, bilgisayarın ekranı hata vermeye başladı. Güneş gökteydi henüz ancak ansızın karardı etrafımız, birbirimizi görmemize yetecek kadar zayıf bir aydınlık vardı odada yalnızca. Nefesim hızlı bir şekilde dışarı çıkmayı sürdürdüğünde bir buhar takip ediyordu onu, odanın içi yaz mevsiminde olduğumuzdan şüphe duymama sebep olacak kadar soğuktu.

Kuzey daha çok kendisiyle konuşur gibi "Bu kadar erken olmasını beklemiyordum," dediğinde kaşlarımı çattım ancak ciğerlerim yorgun düştüğü için konuşacak gücü henüz bulamıyordum kendimde. Kirpiklerimi silip içimdeki savaşı dindirmeye çabalarken karanlığın usulca yırtıldığı göğe baktım. Geri döndüğümde ise Kuzey'in gözleri bıraktığım gibi değildi, belli ki onun baktığı yerde de durum benzerdi.

İrisinin etrafı çatlaklarla çevrelendi ve koyu rengi maviye dönerken "Diğer tarafta görüşürüz Eylül," diye fısıldadı. Kelimeleri üşüttü beni, istemsizce fırtınaya teslim oldu bedenim. Gözlerimi kapattım, alev aldı kirpiklerim. Karanlık devrildi üzerimize ve tek başıma kaldığımı sandığım an enkazın altında ruhumu buldu gölgemin sesi.



IV.II

Hiçbir ışığın dokunamadığı içimdeki o uçurum, aslında düşündüğüm kadar kötü bir yer değildi. Beni yuttuğunda güvendeydim, itildiğimde yüreğimde bıraktığı duyguyu da iyi bilirdim. Bilincimin kapıları bir bilinmezliğe açıldığında hissettiklerim kadar ürkütmezdi orası beni, korkularımı da kaygılarımı da tanırdım.

Oysa gözlerimi açtığımda üzerinde oturduğum koltuğu, içinde bulunduğum odadaki eşyaları ve hatta karşısında durduğum aynadaki yansımamı dahi tanımıyordum şimdi.

Omuzlarıma uzanan kum sarısı saçlarla kendi gözlerimin aksine bakışlarımı saran yeşil renk, bedenimi saran ancak daha önce hiç görmediğim koyu renkli ceket, beyaz gömlek ve dizlerimi örten etek... Hiçbiri bana ait değildi. Kendimden o kadar farklı görünüyordum ki korkuyla yutkundum. Oysa saçımı avucuma aldığımda kahverengiydi hâlâ, bileklerimdeki yaralar da duruyordu. Hayretimi bastıramadan aynada kendimi izlerken bütün bunların nasıl mümkün olabildiğini düşündüm lakin kendime verebileceğim tek bir cevap dahi gelmiyordu aklıma. İçine sıkıştığım bu bedenin kime ait olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu.

Aynanın önünden ayrılıp yan tarafındaki küçük masaya yöneldiğimde üzerinde duran birkaç kâğıda göz attım ve orada kim olduğuma dair bir cevap bulmayı umdum. Kağıtların arasında bir gazeteye rastladığımda direkt olarak tarihi aradı gözlerim, ona ulaştığında ise şaşkınlıkla geriye doğru bir adım attım. Baktığım yerde 5 Kasım 1940 yazıyor olması yeterince inanılmaz değilmiş gibi o satırın altındaki bütün yazıların Almanca olması başka bir çıkmaza sürüklüyordu beni.

Almanca bilmiyordum fakat yazıları anlayabiliyordum.

Bunun üzerine etrafımı inceleyip kişisel bir bilgi taşıyacak bir eşya aramaya başladım ve en nihayetinde kapının yanındaki askılıkta duran çantayı fark ettim. İçine baktığım an kimlik belgesi olduğunu düşündüğüm kartla karşılaşmış olmamı büyük bir şans olarak görüyordum. Her ne kadar kartı elime aldığımda diğer yüzünü çevirmekte zorlansam da bu dünyanın önüme bırakıp beni kendimle baş başa bıraktığı bilmeceleri çözmenin bir yolunun da kendimi tanımaktan geçtiğini biliyordum.

Bu yüzden derin bir nefes alıp kâğıdı çevirdim ve az önce yansımamda bana bakan yüzün ifadesiz bir fotoğrafıyla karşılaştım. Yanında ise isim kısmında Gisela Frieda, soyadı bölmesinde ise Beyersdorf yazıyordu.

İşte bu, benim adımdı.

Kimliği tekrar bulduğum yere bırakıp çantayı elime aldıktan sonra odadan çıktım ve diğer odalara göz atarak çıkış kapısına kadar yürüdüm. Buradan nasıl çıkacağımı bilmediğim için bir an önce Kuzey'i bulmam gerekiyordu. Ne var ki önümde yerde duran notu görünce elim kapı kolunun üzerinde kaldı. Bir an için tereddüt etsem de bilmem gereken bir şey olabileceğini düşünerek kâğıdı yerden aldım.

Frieda, rahatsız olduğunu biliyorum fakat bugün çıkışta okula gelmen gerekiyor. Vera'nın nerede olduğunu öğrendiklerinden şüpheleniyoruz, onu başka bir yere saklamamız gerekiyor. Yardımına ihtiyacım var, benimle odamda buluş.

Nikola.

Yazılanları okuduktan sonra tanımadığım bir adamı nasıl bulacağımı düşündüm, dahası bahsedilen okulun nerede olduğunu aslında bilmiyordum ancak zihnimin bana gizlice fısıldadığı yönlendirmelerin doğru yolu göstereceğine inanıyordum. Avuçlarım buz kesse de derin bir nefes alıp notu da çantama koydum ve kapıdan dışarı çıktım.

Burası artık tanıdığım dünya değildi.

Sokakta yürüyen insanların görünüşleri, caddede ilerleyen arabalar, uzakta kısık bir şekilde duyulan konuşmalar... Gök gri ve etrafımı saran hava kasvetle dolu olduğu için ilerlediğim yolda karşıma çizilen manzara eski bir gerilim filminin ilk sahnesini yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Sanki birkaç dakika içinde bir felaket yaşanacak ve hayatım tamamen değişecekti.

Düşüncelerimin silüeti dahi kalbimi sıkıştırmaya yeterken gerginliğime hâkim olamadığım için avucumun içinde çantanın sapını sıkmaya ve dudaklarımı ısırmaya başladım. Kötü bir şey olmayacağına kendimi inandırmam zor olsa da bu cümleyi içimden geçirip durdum yol boyunca. Neyse ki yanımdan geçen hiç kimse beni tanımıyor yahut selam verip benimle konuşmuyordu. Yaklaşık on dakikalık stresli yürüyüşün ardından bilmediğimi sandığım fakat adımlarımın pek iyi tanıdığı okulun karşısındaydım. Şanslıydım ki bahçede de kimse yoktu.

Binaya sessizce giriş yaptıktan sonra hiç vakit kaybetmeden Nikola'yı bulabileceğim herhangi bir işaret aramak için koridorlarda gezintiye çıktım. İçeriden seslerin geldiği sınıfları geçip üst kata çıktığımda merdivenlerin ucunda küçük bir öğrenciyle karşılaşınca adımlarımı yavaşlatıp karşısında durdum. Beni görünce sağ elini havaya kaldırıp Nazi selamını verdi fakat bunu görmek beni o kadar şaşırttı ki ona karşılık vermekte birkaç saniye geciktim.

"Merhaba Frau Beyersdorf, bugün okula gelmeyeceğinizi sanıyordum."

Çocuğun ışıldayan gözleri üzerimdeyken fazla düşünecek vakit bulamadım ve boğazımı temizleyip "Öyleydi fakat kitaplarımdan birini burada unutmuşum," diyerek basit bir yalan uydurdum. Çocuk başını salladı, ardından "Anladım efendim, şimdi sınıfa dönmeliyim. İyi günler dilerim," deyip beni tekrar selamladı ve aceleci adımlarla ilerleyip sınıfına girdi.

O gittikten sonra rahat bir nefes alıp koridorda yürümeye devam ettim ve sonuna ulaştığımda aradığım ismi de buldum. Pervazın yanındaki levhanın üzerinde yazanlara güvenip kapıyı çaldıktan sonra içeriden ses gelmedi. Bunun üzerine kapıyı açtığımda karşımda duran kişi kim olduğunu dahi bilmediğim Nikola değil, dakikalar önce fırtınanın ortasında yanımda duran Kuzey'di.

Masasının karşısındaki televizyonda yayınlanan ve asker görüntülerinin bulunduğu haberin sesi zihnimde yankılanırken içeri girdim ve dile getireceğim sözcükleri düzenlemeye çalıştım. Beni görünce hızla ayağa kalktı Kuzey, o da karşısında bir anda beni bulduğu için şaşırmış gibiydi. Yanıma gelip televizyonu kapattıktan sonra "Beni nasıl buldun?" diye sordu. Hiçbir şey söylemeden ona yerde bulduğum notu gösterdim yalnızca.

Kâğıdı katlayıp geri verirken tek elini dudaklarına bastırıp "Vera'yı nerede bulacağımızı biliyorum," dedi ve kapıya doğru ilerledi.

"Çok geç olmadan gidelim."

"Bunu yapmamız gerektiğini nereden biliyorsun? Bütün bunların amacı ne?"

Dışarı çıkmadan hemen önce durup başını omzuna çevirdi ve "Kimsenin geçmişini değiştiremezsin, sadece kaderlerinin sana yol göstermesine izin vermelisin," diye yanıtladı beni. Odadan çıktığında isteksiz de olsam onu takip ettim ve birlikte aceleci adımlarla okuldan çıktık. Bahçeye adım attığımız an başladı yağmur, yakamı ensemden yukarıya doğru kaldırıp ceketimin beni korumasını umarak koşmaya başladım. Kapıdan geçip gitmeden hemen önce kollarında svastika rozetlerinin bulunduğu birkaç öğrencinin bizi izlediği gözümden kaçmamıştı.

Giderek hızlanan yağmurun altında yürüyerek pek çok sokağı aştıktan sonra dinlenmek için bir ağacın altında durduğumuzda hemen karşımızda üzerinde büyük harflerle Die Kunst dem Volke yazan bir bina duruyordu. Geçtiğimiz sene bir dans festivaline katılmak için Berlin'e geldiğimizde bu binanın önünden geçtiğimizi hatırlıyordum lakin şimdi biraz daha farklı görünüyordu. Savaştan sonra değişen pek çok şeyden yalnızca biriydi.

Birkaç dakika soluklandıktan sonra biraz da dinen yağmurun getirdiği rahatlıkla koşmadan yolumuza devam ettik. Yaklaştığımızı hissettiğim an Kuzey "Kaldığı ev hemen köşeyi dönünce sağdaki ilk apartmanda," dedi fakat bahsettiği sokağa dönemeden durmak zorunda kaldık çünkü tam olarak bahsettiği apartmanın önünde bir polis aracı durduğunu, üniformalarına baktığımızda bunların Sipo polisleri olduğunu anladığımız adamların çığlıklar atarak direnen genç bir kadını zapt etmeye çalıştığını gördük. O da arabanın hemen yanında duruyor olsa da başındaki şapka önüne düştüğü için sureti tam olarak seçilemeyen adamın ise Gestapo ajanı olduğundan şüphelenmiştim fakat aklımdaki bütün tarih bilgileri ile Frieda'nın gerçekleri karmakarışık bir hal almıştı bu manzara karşısında.

İkimiz de köşede durup duvarın arkasına saklanmış bir şekilde olanları izlerken polislerin tuttuğu genç kadın bağırmaya devam ediyor, sıkıca tutulan kollarını kurtarmaya çalışıyordu. Bu sırada dağınık saçları arasından yüzü gözükünce bir an nefesim boğazımda bir yerlerde takılı kalır gibi oldu. Geriye gelip Kuzey'e baktığımda onun da ileriye kendi yüzümde taşıdığımdan emin olduğum ifade ile baktığını gördüm. İkimiz de gördüklerimiz karşısında allak bullak olmuştuk.

Yaşlı gözlerle inatçı ellerden kurtulmaya çalışan kadının yüzü, yıllar önce denk geldiğim bir trafik kazasında yardım etmeye çalıştığım birine aitti.

"Beste," diye fısıldadığımda geriye çekildi ve sırtını duvara yasladı Kuzey. Islanan saçları alnının üzerine eğilirken çattığı kaşları altında nemlenen gözlerini bana çevirdi.

"Onu tanıyor musun?"

Başımı salladım, evet mi hayır mı anlamına geldiğini düşünmemiştim bile.

"Kaza olduktan sonra ona yardım etmeye çalışmıştım."

Kuzey duyduklarına inanmak istemediğini belli eden bir şekilde dudaklarını birbirine bastırıp sinirli bir şekilde saçlarını karıştırınca başımı eğdim. Adını duyduğumda dahi elimin altında solup giden kalbinin savaşını hatırlıyor, gözlerini açması için Tanrı'ya içimden nasıl yakardığımı anımsıyordum.

Başını duvara yaslayıp dişlerinin arasından "Demek sevdiğim kadın senin kollarında can verdi," diye konuştuğunda içimde yankılanacak kadar güçlü bir gürültüyle incindi yüreğim. Söyleyeceğim ya da yapacağım hiçbir şey olanları değiştirmeyecekti ve ben ömrüm boyunca ona yardım edemediğim gerçeğiyle yüzleşecektim.

"Gerçekten çok üzgünüm."

Derin bir nefes alıp verirken "Biliyorum," dedi, hâlâ bana bakmıyordu gözleri.

"Nasıl ağladığını hatırlıyorum ancak yüzün... Onu nasıl unuttuğumu anlayamıyorum."

Çaresiz bir şekilde sessizce başımı tekrar köşeye doğru çevirdiğimde kadın artık Beste'nin değil, Vera'nın çehresini taşıyordu. Bakışlarını yakaladığım o son anda polisler onu zorla arabaya ittiler ve ben de onun bizden uzaklaşmasını izledim öylece. Geçmişte olayların da böyle gerçekleşmiş olduğundan şüphe duymaya başlasam da bu anı yaşıyor olmamızın bir anlamı olduğuna da inanıyordum. Belki de bir şeyler değişecekti fakat yalnızca zamanı şimdi değildi.

Burnunu çekip duvardan uzaklaşırken "Gitmemiz gerekiyor," dedi Kuzey ve şüpheli bir durum olmamasına rağmen etrafı süzmeye başladı.

"Burada güvende değiliz."

"Saklanabileceğimiz bir yer biliyor musun?"

Kuzey hiçbir şey söylemeden soğuk akşam havasının çökmeye başladığı sokaklardan birine yöneldi, ben de ona yetişerek yanında ilerledim. Loş ışıkların aydınlattığı taş yolların yanındaki kaldırımlarda sessizlik içinde bir süre ilerledikten sonra şehrin merkezine biraz daha yaklaştığımız için kalabalık giderek arttı, insanlarla birlikte anksiyetem de. Yutkunurken iğneler saplanıyordu artık boynuma, ensem de kaskatı kesilmişti. Terleyen avuçlarımı ıslak ceketime bastırırken kalbim bir kez daha göğüs kafesime sığmıyordu. Bunu fark eden Kuzey rahat bir tavırla koluma girince şaşırarak ona baktım, o ise yalnızca etrafındakilere odaklanmıştı.

"Sakin ol, her şey yolunda. Okuldan çıkmış evlerine giden öğretmen bir çiftiz biz sadece."

"Çift mi?"

Kolumu tutan parmakları sıkılaşıp serbest kalırken gülümsedi.

"Nişanlıyız biz," dediğinde o ana kadar varlığından bihaber olduğum veya daha doğrusu orada olduğunu unuttuğum yüzüğe baktım. Onu görünce zihnimde bir portre canlandı, benim değil Frieda'nın tanıdığı bir yüzdü bu.

"Ama birbirimizle değil."

Bu cümlenin ardından bakışlarını en nihayetinde bana çevirdiğinde tebessümünün hâlâ dudakları üzerinde olduğunu görmek beni biraz da olsa rahatlatmıştı.

"Evet, başkalarıyla fakat bunu bizden başka kimse bilmiyor."

Söyledikleri doğru olduğu için yol boyunca insanların gözlerine daha büyük bir güvenle bakıp daha az boğucu bir gerginlikle yürüyebildim. En nihayetinde apartmanlardan ve diğer yüksek binalardan uzakta tek katlı küçük bir evin bahçesine girdiğimizde Kuzey'in kolundan çıkıp "Burası da neresi?" diye sordum.

"Nişanlımın evi."

Kaşlarımı kaldırdım, ceketinin iç cebinden bir anahtar çıkartırken yamuk bir gülümseme yer buldu Kuzey'in yüzünde.

"Merak etme, burada değil," derken kapıyı açıp içeri girdi. Girişin yanındaki salona adım atar atmaz üzerimizdeki ıslak ceketlerden kurtulduk ve koltuğa oturduğum an bütün gün damarlarıma hüküm süren adrenalin yerini dinginliğe bıraktı. Başıma giren ani ağrıya rağmen çok daha iyi hissediyor ve pencereden dışarıya korkmadan bakıyordum artık. Tam olarak güvende olduğumuzu düşünmüyordum lakin bu da bir başlangıçtı.

Dakikalar sonra üzerini değiştirmiş olan Kuzey elindeki siyah elbiseyi koltuğun üzerine bırakıp çıktı ve ben de buna itiraz etmedim. Yağmur yüzünden üzerime yapışmış kıyafetlerden kurtulduktan sonra onu odaya çağırdım, teşekkür ederken ıslak kıyafetlerimi de pencerenin yanına koydum.

"Burada ne kadar kalacağımızı bilmiyoruz fakat Vera'ya ulaştılarsa bana da ulaşabilirler. Bu yüzden burada bir süre güvende olacağız."

"Bundan sonra ne olacak peki? Vera'ya ne yapacaklar?"

"Bu sorunun cevabını düşünmek bile istemiyorum," derken şöminenin yanındaki odunları dizmeye başladı Kuzey. Düşününce ona hak vermemek imkansızdı.

Sessizliği dinleyerek siyah dumana alevlerin renginin karışmasını izledikten sonra bacaklarımı kendime çekip başımı koltuğa yasladım. O ana kadar fark etmemiş olsam da aslında bütün bedenim yorgunlukla sızlıyordu. Huzurlu bir uykunun hayalini özlemle kurarken Kuzey de yanıma oturup aynı şekilde başını yasladı. Uzun kirpiklerinin yay gibi kıvrıldığı gözleri düşünceli bir şekilde odanın içinde gezinirken onu izledim.

Yüreğim burkuluyordu ona baktığımda. Gözlerine baktığımda ruhum bin bir parçaya bölünüyor, ardından kusursuz bir şekilde bütün parçalar geri yerine oturuyordu sonunda. Beni ürküten bir tarafı olduğu doğruydu lakin sanki onun yanı dünyanın en güvenli yeriydi aynı zamanda. Karmakarışık ediyordu bütün düşüncelerimi, iblislerimi bile susturuyordu her nasılsa.

Bakışları bana döndüğünde son bir kez tebessüm etti bana ve perdelerimi gerçeğe kapattım. Ne var ki rüya ya da kâbus görecek kadar uzun sürmedi hiçbir şey, kapının şiddetle çalınma sesiyle uyandım. Pencereden dışarıya baktığımda hiçbir şey göremiyordum ancak kapının önünde bir silüet seçebilmek de mümkündü.

Yanımda uyuyan Kuzey'in elinin üzerine koydum avucumu ve daha da şiddetlendi gürültü. Fezadaki karanlık delinmeye başlarken ufukta bir ışık göründü.

Şafak söktü ve ilk gölge düştü.

Continue Reading

You'll Also Like

2.6K 1.3K 45
"ELLERİNDE BABAMIN KANI VAR. ESKİ DOSTUM... BİR ZAMANLARDI... BANA İNTİKAM İSTEĞİ VERMEDİĞİN ZAMANLARDI... KILICIM YAPTIKLARINDAN, HAYATIM İSE HAYALL...
4.1K 381 13
"Hepimizin kahkahası farklı ama gözyaşlarımızın tadı aynı." ☆ Hayat bizi yorar, değil mi? Bizi daha ne olduğunu anlayamadan bir koşu maratonuna sokar...
YASAK DENEY By 👑

Science Fiction

184K 17.1K 36
Tarih boyunca sadece birkaç kez cesaret edilen ve eşine az rastlanan, insanlık dışı bir yöntemle yapılan dil yoksunluğu deneylerine bundan yirmi iki...
2.2K 213 7
Uzak diyarların kahramanı... Kim di o? Güçlü, ama bir o kadar da kırılgan... Tüm acılarını içine atan bu kızın çığlıkları; ● Ya o dünya'da yankılan...