Lavantalar Öldüğünde

By valdyraine

7.9K 572 809

Çocukluğundan beri hayatını kontrol eden mental sorunlarla aldığı her nefeste mücadele etmekte olan Eylül, bi... More

Sayısız Maske
I. Asla Yenilemezsin
III. Geçmişin Anahtarı
IV. Gölgeler Şafağı
V. Dilemmalar Arasında
VI. Kül Sızı ve Sancılar
VII. Kriz Tohumları
VIII. Buzdan Kalenin Çelik Duvarları
IX. Enkazdan Artakalanlar
X. Kırılan Kabuk Sesleri
XI. Katabasis Köprüsü
XII. Kırık Taç ve Camdan Yürek
XIII. Ruh Nekrozu
XIV. Kırık Anahtar
XV. İyileşmeyen Yaralar

II. Miladınla Tanışmak

585 56 102
By valdyraine

İKİNCİ BÖLÜM
"MİLADINLA TANIŞMAK."

bölüm şarkısı:
bring me the horizon - hospital for souls.




Karanlık, kalbimi avuçları arasında tutamaz, beni düşmanlarımla dolu bir hiçliğe mahkûm edemez sanıyordum.

Kabuslarımda dahi yenilmezdim ona, düşüncelerimden kaçmama ve uyumama yardım eden ilaçlar rüyalarımın üzerine görünmez kalkanlar örer, güvenli bir sığınak bırakırlardı bana. Çatıma düşen taşların sesleriyle sarsılır dururdum lakin yine de yorgun hissetmezdim uyandığımda. Bu, uzun bir zaman için benim tek kaçış yolumdu, şimdi ise zindanım olmuştu.

Sahnede yere düşmeden önce aklımda kalan son şey, benim haricimde Sophie'yi görebilen tek kişinin gözleriydi. Öyle koyu bir renge bürünmüşlerdi ki bilincim kapılarını dünyaya kapattığında düştüğüm bataklık ondan daha aydınlıkmış gibi hissettirmişti. Gözleri, uyurken huzur bulduğum diyarı beni boğan sığ dalgalara, üzerime devrilen dik yamaçlara çevirmişti. Artık hiçbir ses duyulmuyordu çevremde, öyle ki kalbimin atışını duymasam yaşadığımdan dahi şüphe edecektim. Bağırmaya çalışınca da yanıyordu nefesim, rüzgâr bile yitirmişti konuşma yetisini.

Kollarımı saran yapışkan çamurdan sıyrılmaya çalışarak bir adım attım fakat hareket edemedim. Sarstıkça bedenimi, daha çok gömüldüm içine, duramadım yine de. Çeneme kadar teslim olduğumda etrafımı saran sık ağaçların arasında kıpırdamadan duran beyaz bir kurt göründü. Soludukça burnundan dışarı yayılan dumanların arasından geçerek bana yaklaşırken dakikalar sonra ilk defa hareketsiz kaldım. Adımlarına tek bir saniye için bakmadan yürüdü ve bataklığın kenarına geldiğinde durup toprağı kokladı. Bakışlarımız kesiştiğinde kendi kalp atışım dışında bir ses duydum ve gülümsedim beceriksizce. Kurdun göğsüne zaten büyük bir güçle çarpan yüreği daha da hızlandı, ardından tek bir pençesini bataklığa batırdı.

Yer sallanmaya başladı ve üzerimdeki örtüyü kaldırdım.

Gözlerimi kırpıştırarak açtığımda burnuma dolan hastane kokusu yüzümü buruşturmama neden olurken dakikalar boyunca kurtulamadığım sessizlikten sonra duyduğum her şey gürültülü bir şekilde yansıyordu beynime. Bakışlarımı soluma çevirdiğimde çenesini omzuna yaslamış uyuyan annemi gördüm, aynı anda sağ kolumu beklenmedik bir güç sardı. Endişeli bir sesle "Sonunda uyandın Eylül," diye neredeyse bağıran babam telaşla doktoru çağırmaya gidince onun sesine uyanan annem koltuktan aceleyle kalıp yatağın kenarına oturdu.

"Ne oldu bana?" diye sorduğumda elimi tuttu ve kapıda birilerinin görünmesini beklerken "Gösteriden sonra bayıldın, bütün akşam boyunca buradaydık ancak hâlâ nedenini bilmiyoruz," dedi. Kaşlarımı çatıp olanları hatırlamaya çalıştım fakat Sophie ve yanında oturan yabancı dışında aklıma hiçbir şey gelmiyordu, daha doğrusu, onlardan başka hiçbir şey düşünemiyordum.

Tam bir şeyler söylemek için dudaklarımı aralamıştık ki genç bir doktor elindeki kağıtlara bakarak ciddi bir şekilde bakarak içeri girdi. Yatağın yanında durup bana gülümserken "Yapılan testlerde herhangi bir terslik olmadığını görüyorum, ailen de böyle bir şeyin daha önce hiç olmadığını söyledi. Bu yüzden durumun psikolojik olduğunu düşünüyorum," dedi ve bakışlarını yavaşça anneme kaydırdı.

"Şimdilik burada yapılacak başka bir işlem kalmadı, hastamızı taburcu edebiliriz ancak yine de hastanemize bağlı psikiyatri ve rehabilitasyon merkezinden bir uzmanla ya da kendi doktorunuzla en yakın zamanda görüşmenizi öneririm. Göründüğünden çok daha ciddi olabilir."

Doktor, ebeveynlerimin teşekkürleri arasında odadan çıktıktan sonra başımı iki yana sallayıp "Kimseyle görüşmeyeceğim," diyerek itiraz ettim. Şimdiye dek o kadar çok psikiyatr ve psikologla konuşmuş, o kadar farklı tedaviler denemiştim ki artık hepsi beyhude geliyordu.

"Son zamanlarda semptomlarının sıklaştığını ve kötüleştiğini görmediğimizi mi sanıyorsun? Artık bir şey yapmak zorundayız Eylül. Kaç aydır terapiye de gitmiyorsun ama görüyorsun işte, bu seni daha iyi yapmadı."

"Daha iyi değilim belki fakat daha kötü de değilim."

Bu kelimeler dudaklarımın arasından eğreti bir sahtelikle çıkmıştı, öyle ki buna kendimi dahi inandıramazdım. İyi olmadığımın pek tabi farkındaydım ancak tanımlayamadığım ve tanımadığım bir felakete doğru sürüklenirken elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ne yaparsam yapayım buna engel olamayacağıma inanıyor, başkalarının benim için çabalamasını engellemek istiyordum. Onlara daha fazla yük olmamın bir anlamı yoktu, bütün benliğim yitirmekte olduğum kendime inancım ile derinleşen sorunlar arasına hapsolmuştu. Her şey için çok yorgundum, kimi zaman yaşamak için bile.

"Emin misin?" diye yalancı bir soru sorarken elimi kavradı annem ve üzerimdeki ince hırkanın kolunu sıyırıp bileğimin iç tarafını bana doğru çevirdi.

"Bana hiç de öyle görünmüyor."

Birkaç gün önce geçirdiğim kriz sırasında tırnaklarımın bileklerimde ve kollarımda bıraktığı izlerle karşı karşıya kaldığımda kendimi savunmayı düşünmedim. Ailem bunu daha önce görmüştü fakat bir süredir onlardan sakladığım için artık olmadığını düşündüklerini sanıyordum, yüzlerindeki şaşkınlığın sebebi bu olmalıydı.

"Önemli bir şey değil," diyerek elimi ondan kurtardım ve hırkanın kollarını çekiştirmeye başladım. Bazen dünyanın bütün ağırlığını sırtıma bırakmışlar gibi hissettiğim gecelerde, aklımı saran seslerden kaçmak için yapabildiğim tek şey, bedenimdeki acının dikkatimi dağıtmasını ummaktı. Göğün boyası akıp saçlarımı başıma, derimi kemiklerime yapıştırırken açtığım kesiklerden kan değil, balçık akardı dışarı. Ancak öyle yuvalarına dönerdi iblisler, gözyaşlarımı görmeden uyumazlardı.

"Böyle yaşamana göz yummayacağım daha fazla. Yarın görüşmeye gideceğiz, anlaşıldı mı?"

Başka çarem olmadığını kaçamak bir şekilde babama baktığımda ve aynı kararlılığı onun yüzünde de gördüğümde anladığım için çaresizce söylediklerini kabul etmek durumunda kaldım. Yarın bahsettikleri yere gidecek, benden her ne bekleniyorsa yapacaktım çünkü bu baskıyla daha fazla yaşayacak gücü bulamıyordum artık kendimde. Geçmişte yalnızca bir kere kısa bir süre için bir rehabilitasyon merkezinde kalmıştım fakat bana hiçbir faydası olmadığı gibi durumumun daha da ağırlaşmasına neden olduğu için bir daha benzer bir yerde kalmayacağıma dair aileme söz verdirtmiştim. Şimdi o sözler unutulmuş gibiydi, zaten olanların üzerinden de uzun bir zaman geçmişti.

Gecenin bir yarısı eve döndükten sonra ben uyuyana kadar ablam yanı başımda kalmaya karar verdi lakin yatağımın ucuna başını yaslamış öylece dururken uykuya dakikalar içinde yenileceğinden emindim. Nitekim öyle de oldu, önce kelimeleri seyrekleşti, ardından oda tamamen sessizliğe büründü ancak ben gözlerimi kapatmayı dahi başaramadım. Yatağın diğer tarafında beliren Sophie hüzünle bana bakarken kirpiklerimin ağırlaşmaya başladığını hissetsem de kıpırdamadım, yaklaştığında da hiçbir şey söylemedim.

Kollarımı örten ince örtünün altında tırnaklarımla oynamaya başladığımda yüzünü benimkine iyice yaklaştırdı Sophie ve çocuksu sesine nasıl bulaştığını anlamadığım kötü bir tonla "Seni tekrar istemediğin bir yere hapsedecekler. Oraya en son gittiğinde ne olduğunu hatırlıyor musun?" diye sordu. Anılar istemsizce önüme dizilirken dudaklarımı birbirine bastırıp bakışlarımı ondan kaçırdım. Ne bir cevap verecektim ona ne de kabul edecektim varlığını, beni bu sözlerle kandırmasına müsaade etmeyecektim.

"Bir gün o duvarların arasında bıraktılar seni ve benimle tanıştın. Birkaç gece daha geçti ve kaybettin kendini."

Söylediklerinin doğru olduğunu bildiğim için çaresizce yutkundum ve tırnaklarımı daha büyük bir kuvvetle parmak uçlarıma bastırmaya başladım. Üzerime eğilen gölgesi benden uzaklaşsa da sesi hâlâ yankılanıyordu odanın içinde, sözcüklerini duymazdan gelemiyordum. Diğer yandan söylediklerine alkış tutuyordu iblislerim, bağırışları güçlendikçe karanlık bir uçurumu andıran zihnime engel olamadığım bir kargaşa yayılıyordu. Tek yapabildiğim tırnaklarımın bastırdığı tenimde açılan sığ kesiklerin acısına yoğunlaşmaya çalışmaktı çünkü onları duymazsam beni yalnız bırakırlardı.

En azından ben, umutlarımı buna bağlamıştım. Ne var ki onları ittikçe daha kuvvetli bir inançla geri döndüler, susmalarını istedikçe yükseldi haykırışları, kaçmaya çalıştıkça yetiştiler. Elimde kalan tek çare ile sırtımı ablama döndüm ve dizlerimi karnıma doğru çekip başımı ellerimin arasına aldım. Avuçlarımın altında ezilen saçlarımı çekiştirdikçe uçurumun kenarındaki dallara tutunan iblisler birer birer boşluğa düşmeye başladı ve ancak onlar yuvalarına döndüğünde uyku beni kendi diyarına aldı.

Fakat sonrası yalnızca boşluktu. Yalnızca beş dakika geçmiş gibi hissettiren bir uykunun ardından gözlerimi aydınlığa açtığımda neredeyse her gün kâbus gördüğüm için şimdi tek bir rüya dahi görmemiş olmak beni şaşırmıştı. Zihnimin içindeki dinginlik yabancı bir durumdu benim için, bu yüzden uyanıp yatakta doğrulduğumda hâlâ kendimi sersemlemiş hissediyordum. Artık gece uyuyakaldığı noktada değildi ablam, o yüzden her zamanki rutinime uyup yatağın solundan kalktım ve mutfaktan gelen kısık seslerin eşliğinde adeta bedenimi sürükleyerek banyoya gittim. Aynaya baktığımda ise yansımamın bana uzattığı hançerin karşısında durup hızla akan suyun parmaklarımdaki kesikleri acıtmasına izin verdim.

Bakışlarımı kızarmış gözlerimden çektikten sonra aklımı toparlamakta o kadar zorlandım ki defalarca sayıları şaşırdım, beş direndikçe baştan başladım lakin yorulmaya başladığım da bir gerçekti. En sonunda sekizinci seti tamamladım ve hırsla musluğu kapatıp derin bir nefes aldım. Her gün kendimle kavga etmeye tahammül edebiliyordum çünkü bu alıştığım bir savaştı fakat bugün bir şeyleri farklı yaparsam belki de tekrar aynı kirli duvarların arasına sıkışıp kalmama gerek kalmazdı ve böylece alışık olduğum dünyadan kopmaya mecbur bırakılmazdım. Belki yorulurdum, kendini yıpratmaya yıllar boyunca devam ederdim ancak yine de kendi karanlığımın beni her daim kucaklayacağını da bilirdim.

Askılıktan sarkan havlunun iki kenarını eşit hizada buluşturduktan sonra yine eşiklere ve desenlere dikkat ederek mutfağa doğru ilerledim. Babam ocağın başında omletle ilgilenirken annem kahveleri hazırlıyor, Dalya ise tezgâhın diğer ucunda domatesleri kesiyordu ki beni kapıda gördükleri an duraksadılar aynı anda. Annemin fincanları taşımasına yardım edip yerime oturdum ve o andan sonra da kimse tek kelime etmedi.

Beni en son bir rehabilitasyon merkezine götürecekleri zaman da aynı bu şekilde olmuştu. Kimse gözlerimin içine bakamıyordu.

Kahvaltıdan sonra kıyafetlerimi değiştirmek üzere sessizce odama döndüğümde bu akşam eve dönememe ihtimali göğsümde korkutucu bir ağırlık bırakınca telefonumu elime alıp Burak'a son bir mesaj yazmak istedim ancak parmaklarım ekranın üzerinde kalakaldı. Ona ne söyleyebilirdim ki? Daha doğrusu, ona ne söylemek istiyordum? Bilmiyordum, düşüncelerime ulaşmaya çalıştığım bütün geçitler kapalı, bütün köprüler sis altındaydı.

Kendi kendime kızıp telefonu komodinin üzerine bıraktıktan sonra hızlıca hazırlandım ve yanıma alacağım küçük sırt çantama birkaç kişisel eşyamı koydum. Hiçbir şey netlik kazanmamıştı henüz lakin düşüncelerimin arasına sızan şüphe ve gerginlik bana bir şekilde önlem almam gerektiğini söylüyordu. Her an tetikte olmamı ve kendimi savunmamı isteyen fısıltıların yanında beliren bu yeni sesler yüzünden bir süre önce yatak odamı sonra da çalışma odamı taradım gözlerimle. Artık çıkmamız gerektiğini söyleyen annemin seslenişiyle birlikte sesler dinginleşse de yine de bütün bedenime hâkim olan gerginlikten kurtulamadım öylece.

Yol boyunca navigasyonun sesine karışan sakin müzik eşliğinde yanından geçip gittiğimiz binaları ve insanları, kimisi boş kimisi tıklım tıklım olan sokakları, yolları ele geçirmiş rengarenk arabaları izledim. Alışverişe ya da seyahate çıktığımız herhangi bir gün gibi hissettiriyordu her şey ancak kalbimi saran tek bir duygu dahi yoktu içimde ve bu beni her şeyden daha fazla korkutuyordu. Ne hissettiğimi bilemediğimde kendimi neye hazırlamam gerektiğini de anlayamıyordum.

Annem başını hafifçe arkaya çevirip "Az bir yolumuz kaldı," dediğinde gerginliğim beklentimin aksine artmadı, rehabilitasyon merkezinin büyük bahçesinden içeri girdiğimizde sabah olduğumdan daha endişeli de değildim. Arabadan inip ılık yaz rüzgârı yanaklarımı sarıp saçlarımın arasına dolarken ellerimin titremesi korkudan kaynaklanmıyordu, içine zorla itildiğim bu körebe oyununda gözleri siyah bir kuşakla kapatılmış olan ben olduğum içindi bütün bunlar, bir adım sonrasını dahi göremediğim bir yolda yürüyordum şimdi.

Ailem önden gidip binanın görkemli girişini aşarken koyu renkli uzun kapının önünde durup derin bir nefes aldım ve avuçlarımı sıkarken ikinci hapishanemin ince harflerle yazılmış kasvetli ismini okudum.

Kastali Psikiyatri ve Rehabilitasyon Merkezi.

Aslında adının ne olduğunun bir önemi yoktu fakat önünden geçtiğim tabelaları okumadan duramıyordum ve her ne kadar bu binanın için bir dakika dahi durmak istemesem de onun için bir istisna yapamadım. İsmini okuduktan sonra isteksiz bir şekilde içeri girdiğimde ebeveynlerimi danışmadaki genç bir kadınla konuşurken buldum, yanlarına geldiğimde kadın gülümseyerek bana çevirdi başını. "Eylül Hanım, merkezimize hoş geldiniz," diyerek beni karşıladıktan sonra tekrar annemle babama döndü bakışları.

"Dün konuştuğumuz üzere Doktor Türkan Hanım ve Psikolog Ahu Hanım sizinle görüşmek üzere bekliyor. Koridorun sonundaki odaya geçebilirsiniz."

Girişteki görevliler ile bekleme salonunda oturan diğer misafirlerin bakışlarından kaçarak aceleci adımlarla yürümeye başladığımda Dalya tek koluyla omuzlarımı sardı, böylelikle adımlarımı yavaşlatıp alıp verdiğim soluklarımı düzenlemeye çalıştım. Koridorun duvarlarında asılı olan tabloların başlangıçta rastgele seçildiğini düşünsem de ilerledikçe her birinin benzer temalarda olduğunu fark ettim ve bu da isimlendiremediğim bir nedenden ötürü rahatsız etti beni. Hepsinin ufak da olsa bir noktasında mor çiçekler görünüyordu, tek ortak yanları da buydu.

Koridorun sonuna geldiğimizde annem odanın kapısını hafifçe çaldı önce, kısa bir an bekledikten sonra kapıyı araladığında içeriden parlak bir ışık yayılır gibi oldu. Bütün mobilyalar öyle beyaz, duvarla tavanı saran açık renkli boya kirden öyle uzaktı ki bu aydınlık gözlerimi alıyordu. Bu parlaklığın içinde ise geniş masasının arkasında, üzerindeki önlüğün ön cebine işlenmiş isimden anladığım kadarıyla Türkan Hanım, masanın yanındaki koltukta ise Ahu Hanım oturuyordu. Biz içeri girince gülümseyerek ayağa kalktılar ve herkesle el sıkıştılar.

Ben hariç.

Çünkü başkalarıyla kolay kolay el sıkışamıyordum.

Masanın önündeki koltuğa benim oturmamı istedikleri için isteksizce oraya yöneldim, ailem de diğer boş koltuklardaki yerlerini aldıklarında "Öncelikle hoş geldiniz, dün Eylül Hanım'ın yaşadıklarından acil serviste çalışan arkadaşımız bize kısaca bahsetti lakin elbette sizden daha detaylı bir şekilde dinlemek istiyoruz," diyerek direkt olarak konuyu açtı Türkan Hanım.

"Bize neler olduğundan bahsetmek ister misiniz?"

Soruyu bana yönelttiği gibi zaten yara içinde olan parmak uçlarıma tırnaklarımı batırmaya başladım, başım eğikti ve söylediklerini duymazdan gelmek istiyordum ancak yapamadım. Sessizlik üzerime yığılan bir çığ olup saçlarımı kaplayınca dudaklarımı ısırıp bakışlarımı isteksiz de olsam doktora çevirdim.

"Uzun yıllardır bazı psikolojik sorunlarla baş etmeye çalışıyorum, türlü tedaviler de denedim fakat şimdiye kadar tam anlamıyla işe yarayan hiç olmadı. Ben de bir yıl kadar önce bütün tedavileri reddettim, kendi başıma savaşmaya başladım fakat gördüğünüz üzere pek başarılı olamadım."

"Gösterinin olduğu akşam tam olarak ne oldu, bize anlatır mısın?"

"Anksiyete beni ele geçirmiş olmalı, gerginlik yüzünden bayıldığımı düşünüyorum," diyerek Ahu Hanım'a cevap verdiğimde karşımda oturan psikoloğun arkasında beliren Sophie'ye baktım. Bir şeyleri saklamak zorunda kalmaktan, sırf bu yüzden yalan söylüyor olmaktan nefret ediyordum ve bu durum midemi bulandırıyordu.

Türkan Hanım gözlerini hafifçe kısıp elini çenesinin altına koyarak "Sadece bu kadar mı?" diye sorduğunda yanımda oturan annem, benim bir şeyler söylememi bekleyen bir ifade ile yerinde kıpırdandı ancak ona istediğini vermedim. O da suskunluğuma sinirlenip "Sophie'den bahsetmeyecek misin?" diye sordu sesindeki duyguyu saklamaya çalışan bir sakinlikle.

Kalbimin güçlenen atışı boynumda hissedilirken Sophie'ye baktım, kollarını göğsünde kavuşturmuş, kaşlarını benden hesap sorarcasına kaldırmıştı. Kendinden bahsedilmemesini istediğini biliyordum fakat nereye kaçabilirdim ki? Ona bakmak da bakamamak da, susmak da konuşmak da çıkmaz bir sokağa girmek gibiydi.

"Sophie kim?"

En nihayetinde doktorun dudaklarından dökülen soru ile köşeye sıkıştığım için çaresizce tırnaklarımı daha büyük bir kuvvetle bastırdım parmaklarıma, tekrar kanamaya başladı bazı kesikler ama durmadım, yeni yaralar açtım sağlam bulduğum parçalarımda.

"Sadece benim görebildiğim biri."

"Öyle mi? Peki ne istiyor senden?"

"Sanırım..." diyerek konuşmaya başladığımda psikoloğun oturduğu koltuğun arkasında duran Sophie koşarak uzaklaştı bizden, kapının öbür ucuna geçip gözden kayboldu. O gittiği için kısmen de olsa rahatladığım için kalp atışım yavaşladı, sakin bir nefes aldım.

"Sanırım kurallara uyduğumdan emin olmak istiyor, emin değilim."

"Hangi kurallar?"

Bu soruyla birlikte bakışlarım çekingen bir şekilde odanın içinde dolaştı, söylediklerimin ve söyleyeceklerimin onlar için ne kadar saçma olacağını düşünüp kendime kızmaya başladım ancak bugüne dek belki bir gün birileri beni anlar diye umut etmekten de hiç yılmamıştım, bugünün de farklı olmasına gerek yoktu. Daha ne kadar hayal kırıklığına uğrayabilirdim ki?

İşaret parmağımı şakağıma dayayıp doktorun gözlerinin içine bakarak "Buradaki iblislerin kuralları," dedim. Bu kelimeler sesimle can bulduğu an yuvalarında saklanan iblisler yavaş yavaş aydınlığa çıkmaya başladı.

"Onlara türlü isimler verdim, yıllar önce OKB teşhisi konduğundan beri benimleler."

Söylediklerimi hiç de garipsememiş gibi göründükleri için şaşırmıştım lakin bundan şikayetçi değildim. Benzer cümleleri söylediğim başka doktor ya da psikologların beni anlamadığını belli eden cevaplarından sonra bu duruşları beni mutlu etmişti. Öyle ki "Seni türlü davranışlarda bulunmaya zorluyorlar, öyle değil mi? Düşüncelerine müdahale ediyorlar, hayatını yönetmeye çalışıyorlar," dediğinde Ahu Hanım, istemsizce gülümsedim.

"Peki ama sence Sophie'nin bütün bunlar içindeki rolü nedir?"

Olumsuz anlamda başımı salladım, onu bu karmaşanın içinde bir yere koymak mümkün değildi. Hem zihnimin içindeki karanlığın bir parçası hem de oranın dışında bir yerdeydi.

"Onun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Bana hep kurtarılması gereken ailesinden bahsediyor fakat onları hiç görmedim. Bir gün bana ihtiyacı olduğunu söylüyor, diğer gün ise düşmanımmış gibi davranıyor. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyorum."

Türkan Hanım derin bir nefes alıp verdikten sonra ellerini masanın üzerinde birleştirdi ve "Cevapsız kalan bütün soruları birlikte çözebileceğimize inanıyorum, tabii elbette seni bir süre burada ağırlamamıza izin verirsen," diyerek konuyu değiştirdi. Bir saat içinde çözülemeyecek bir durum olduğunu biliyordum ancak buranın diğer yerlerden bir farkı olup olmayacağı konusunda da şüphelerim vardı.

"Aslında bu konularda uzman olan bir psikoloğumuz var, onunla görüşmenin de faydalı olacağına inanıyorum."

Bu inancın bir karşılığı olmadığına inandığımı söyleyecektim ki ailemin umut dolu bakışlarını üzerimde hissettim ve onları hayal kırıklığına uğratmaktan çekindiğim için sözcüklerimi değiştirdim. Buraya bir şans vereceğimi söyledikten dakikalar sonra bu sefer beni boğan bir hapishaneye dönüşmemesini dilediğim bu rehabilitasyon merkezinde bir ay kadar kalacağımı öğrendim. Bütün evraklar tamamdı, yedek kıyafetlerle diğer gerekli eşyaları ise babam akşam uğrayıp bırakacaktı.

Ailemle giriş kapısının önünde vedalaşırken yıllar önce geride bıraktığımı sandığım o yalnızlık hissi bir kez daha yüreğimi kapladı ve gözlerimin dolmasına mâni olamadım. Annemin beni sıkıca saran kolları arasında onlara daha fazla zorluk yaşatmak istemediğim için artık iyileşeceğimi ve buradan hepsi olmasa da kimi iblislerimi susturmuş bir şekilde ayrılacağımı söyledim içimden. Seneler boyunca onları bir hastaneden diğerine sürüklediğim, geçirdiğim krizler yüzünden gecenin bir yarısında onları uyandırdığım, endişe içinde bıraktığım, kendilerini yetersiz hissetmelerine neden olduğum için utanıyordum ve bu durum artık son bulmalıydı.

Babam beni kolları arasına alıp "Biz her daim yanındayız güzel kızım," derken saçlarıma kısa bir öpücük kondurdu, o an gözyaşlarımı geride tutmak adına dişlerimi sıkmak ve gözlerimi yummak zorunda kaldım. Aynı durum annem ve ablam bana sarılırken de olmuştu ancak bana ilk kez psikolojik bir hastalığın teşhisi konduğunda yanımda babam vardı, henüz çocuk sayılacak bir yaşta hiç bilmediğim kavramları bana anlatmaya ve beni sakinleştirmeye çalışırken bakışlarını aynı anda kaplayan sevgiyi, şefkati ve hüznü hâlâ hatırlıyordum. Bu yüzden onun yanımda olduğunu söylemesi içimi farklı bir şekilde sızlatıyordu.

Her ne kadar ailem kapıdan çıktıktan sonra yanıma gelen hemşire artık beni odama götürebileceğini söylese de onu dinlemedim ve onlar arabaya binip gözden kaybolana kadar bekledim. Bu da vahşi iblisle düşünce iblisimin oyunlarından biriydi, onları tamamen gidene kadar izlemezsem başlarına kötü bir şey geleceğine inandırıyorlardı beni. Her ne kadar yanımdan ayrıldıktan sonra onları korumak adına elimden hiçbir şey gelmeyeceğini bilsem de tehditlerine boyun eğiyordum, engel olamadığım bir dürtüydü bu.

Gittiklerinden tamamen emin olduktan sonra önümde yürümeye başlayan hemşireyi takip etmeye başladım. Yalnızca birkaç kat çıkacağımızı düşünüyordum ancak o asansörlerin yanında durmadı, birlikte yürümeye devam edip binanın diğer tarafındaki çıkış kapısına kadar geldik. Dışarı çıktığımızda merkezin bahçesinin düşündüğümden çok daha büyük olduğunu, hatta diğer ucunun bulunduğumuz noktadan görünmediğini fark ettim. Ne yapacağımı bilmeden etrafımı izlerken bana dönen hemşire farklı boylardaki ağaçlar, türlü renklerdeki çiçekler ve hastaların ve ziyaretçilerin oturması için aralara konulmuş bankların ardında görünen binaları işaret edip "Kalacağınız yer orada," diyerek kısaca bilgilendirdi beni. Gösterdiği yer biraz uzaktı, bu yüzden birlikte apron otobüslerini andıran siyah renkli bir araca bindik. Bu bir ilkti ve her şey düşündüğümden çok daha farklı işlediği için gerginlik beni iyiden iyiye esir aldı.

Araçtan inip çok da yüksek olmayan gotik mimari tarzındaki binanın karşısında durduğumuzda kapıdan yüzünün tamamını kaplayan beyaz bir maske giymiş biri çıktı. O yanıma geldiğinde hemşire çoktan araca binip bizden uzaklaşmaya başlamıştı, bu yüzden ben de bakışlarımı Kış Köşkü yazan levhadan ayırıp karşımdaki tam olarak görevinin ne olduğunu anlayamadığım yabancıya gülümsedim. Fazlasıyla garip bir andı, yabancı da benimle konuşmadı. Yalnızca tebessümüme karşılık verip eliyle içeriye girmemi işaret edince ağır adımlarla kapıya uzanan merdivenleri çıkmaya başladım. Geçtiğimiz koridorlar son derece sakindi, yalnızca uzaklarda bir yerlerden gelen konuşma seslerini belli belirsiz işitebiliyordum ve bu hoşuma gitmişti doğrusu. Sessizliği koruyarak üçüncü kata çıktığımızda bulunduğumuz katın numarasından hoşnut değildim lakin maskeli yabancı bana kalacağım odayı gösterdiğinde bu duruma katlanabileceğimi düşündüm.

Oldukça şık görünen odayı incelemeye henüz başlamıştım ki yabancı beni şaşırtarak "Lütfen eşyalarınızı bırakın ve benim gelin," diye konuştu. Kaşlarımı çatıp çantamı yatağın kenarındaki komodine bıraktıktan sonra bir kez daha yabancıyla birlikte koridorda ilerlemeye başladık. En üst kata ulaştığımızda koridorun diğer ucuna doğru yürürken karşımıza aynı beyaz maskeleri takan başkaları da çıktı fakat bize hiç bakmadan yollarına devam ettiler. Aralarında durduğumuz duvarlara işlenmiş bu ilginç gizemin ürkütücü bir yanı olduğunu kabul etmeliydim.

Bu bilinmezliğin içinde kendimi savunmasız hissettiğim için yolumuzun daha ne kadar süreceğini bilmeden "Nereye gidiyoruz?" diye sordum. Maskeli yabancı duraksamadan çenesini omzuna taşıdı ve "Kış Köşkü, merkezimizde bulunan dört segmentten biridir. Buranın yöneticisi ise aynı zamanda uzman bir psikolog olan Kuzey Bey'dir, onunla tanışacaksınız," diye yanıtladı beni. Çok geçmeden diğer odalardan daha büyük bir kapıya sahip olan odanın girişinde durduğumuzda pervazın yanında duran kapı isimliği, ulaşmak istediğimiz noktaya vardığımızı haber veriyordu.

Uzman Psikolog Kuzey Milan Aleksandar Petroviç.

Kapı açılıp içeri adımımı attıktan sonra maskeli yabancı kısa bir baş selamı verip kapıyı ardından kapattı ve ben de masasının arkasında ayakta duran bir başka yabancı ile baş başa kaldım. Kuzey Bey bana gülümserken oturmam için koltuklardan birini işaret etti fakat dikkatim onun uzun boyunun ardına saklanan tablo üzerinde yoğunlaştığı için bunu çok geç idrak edebildim. O tabloda sık sık rüyalarımı süsleyen bir manzara vardı lakin benden hiç haberi olmayan birinin tuvale aynı resmi nasıl işlediğine dair hiçbir fikrim yoktu.

"Hoş geldiniz Eylül Hanım, sanıyorum buraya gelmeden önce size kim olduğumdan bahsedilmiştir ancak yine de kendimi tanıtmak isterim. Ben, Kuzey Petroviç, merkezin bu kısmından sorumlu psikolog olarak görev yapıyorum. Siz buraya gelmeden önce görüştüğünüz hekim arkadaşım beni durumunuzla ilgili kısaca bilgilendirdi, bundan sonra burada birlikte çalışacağız."

Onu dinliyordum, aslında sesi beynimde yankılanan tek sesti fakat tam olarak duyduğum söylenemezdi. Bakışlarımı bir türlü ayıramadığım o tablodaki lavanta tarlasını defalarca görmüştüm rüyalarımda, üstelik birebir aynısıydı. Ne var ki onu kimseye anlatmamıştım, birinin onu bu şekilde çizebilmesi mümkün değildi. Bakışlarım mor rengin üzerinde takılı kalırken "Kim yaptı bu resmi?" diye sordum.

Şaşırmış olmalı ki Kuzey Bey afallayarak birkaç saniye sessiz kaldı, ardından başını çevirip arkasındaki tuvale bakarken "Ben yaptım," dedi kısaca.

O an ilk kez gözlerinin içine baktım ve bir anda sahnenin ortasında buldum kendimi. Yine karanlıktı seyirci koltukları, Sophie de oradaydı. O başını yanındaki silüete çevirince ona ulaşmak için ilerlemeye çalıştım ama yapamadım, adımlarım yere yapışmış gibiydi, hareket etmeme izin vermedi. Üzerlerine soluk bir ışık hüzmesi düşerken karanlığın içindeki gölge de Sophie'ye baktı bir kez daha ve yüzünü gördüm.

Başını çevirdiğinde kırılan gözleri çenesine aktı. Bana baktı ve artık yalnızdı.

Sırrımı paylaşan o silüet, şimdi tam karşımdaydı.

"O sendin," diye fısıldadığımda ise neyden bahsettiğimi anlamıştı. Usulca ayağa kalkıp avuçlarını masanın kenarlarına dayadıktan sonra parmaklarını sırayla elinin altındaki ahşaba vurmaya başladı. Bir oldu, ardından üç ve sonra beş, sekiz olunca durmasını istedim fakat durmadı.

"Evet, bendim. Seni gördüğüm an, aradığım kişi olduğunu biliyordum Eylül."

Bu söylediğine bir anlam veremediğim için gözlerimi kısıp sorgulayan bir bakış attım. Şimdi parmakları on üç üzerinde duruyordu. On dörtte takılı kalsın istedim, yine olmadı.

"Sana yardım edebilecek tek kişi benim, sen de o yüzden buradasın."

"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye titreyen kelimelerle sorduğum an Kuzey bana hüzünlü bir şekilde gülümsedi. Şimdi yirmi üçteydi. "Çünkü ben de aynı durumdayım," dediğinde ise parmakları bir kez daha hareket etti ve bakışlarıma kırağılar düştü. Üşüyerek titredi bütün tenim, karlarla kaplandı etrafım.

Yine gözlerimi kapattığımda içine düştüğüm o korkunç bataklıktaydım. Beyaz kurt da benimleydi, şimdi tek pençesi çamurun iziyle lekelenmişti fakat geri çekilmeyecekti. O bana bakmayı sürdürürken zor da olsa birkaç adım ilerledim, her nasılsa varlığı beni ısıtmış, damarlarımdaki kanın kaynamasına sebebiyet vermişti. Ona yaklaştıkça arttı rüzgâr, ayaz ikimizin de yüzünü kesti lakin durmadım. Saplanıp kaldığım çamur deryasından kurtulmak için savaş verirken dişlerimi sıkarak son bir kez kendimi zorladım ve kurtulmamı umutla bekleyen kurdun kirlenmiş bacağına dokundum.

Nefesim buz tutarken pençesi avucuma tutundu ve gözlerini saran ateşi gördüm. O alevler göğe doğru dalgalandıkça değişti bütün çehresi, kayboldu.

Önümde kırılgan bir şekilde duran gerçekliğin bir emaresi olan adam, sırrımı paylaşan tek yabancı şimdi yanımda oturuyordu. Sandalyesinde otururken ardında saklanan tablo çok daha netti artık, her bir detayı görebiliyordum.

Bakamadığım diğer köşesindeki beyaz kurt ise lavanta bahçesinin içinde durmuş dikkatle bizi izliyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

1M 52.7K 70
0545 *** ** **: Hanımefendi şemsiyeniz bende kalmış Siz: Pardon tanıyamadım? 0545 *** ** **: Kader Ortağın 0545 *** ** **: Ruh Eşin 0545 *** ** **: v...
318K 14.3K 54
Siz hiç abiniz için bedel ödediniz mi? Siz hiç sevdiğiniz adamdan vazgeçtiniz mi?siz hiç sevdiğinizin abisiyle evlenmek zorunda kaldınız mı? Siz hiç...
926K 58.8K 51
Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike getiren icatları, dünyaya sunulması konu...
226K 17.8K 45
(bxb) Eceli gelmeden ölmek nedir bilir misiniz? Hayatın yavaş yavaş anlamını yitirmesi ve yaşadığımız olayları o veya bu sınıfına koyamayıp yaşarken...