Rüzgarın Gölgesi

By No_463

205K 21.6K 60.7K

İçine kapanık ve insanlarla iletişim sorunu olan Yağmur sosyal medyadan tanıştığı biriyle sevgili olur. Daha... More

Giriş
1. Bölüm: Denk gelişler.
2. Bölüm: Perde açılsın.
3. Bölüm: Mecaz gerçekler.
4. Bölüm: Issız.
DUYURU'
5. Bölüm: Yalnızlığın sonuncu evresi.
6. Bölüm: Adım adım idama.
7.Bölüm: Kuşkunun çığlıkları.
8. Bölüm: Sevgiye bulanmış tuzaklar.
DUYURU..!
9. Bölüm: Kalabalık gerçekler.
10. Bölüm: Zincirleme yalanlar.
12. Bölüm: Kanlı beyazlar.
13. Bölüm: Çürük masallar.
14. Bölüm: Kıyıdaki tebessüm.
15. Bölüm: Sevda takvimi.
16. Bölüm: Vuslatın rengi.
17. Bölüm: Bir damla acı.
18. Bölüm: Hoşça kalamadım.
19. Bölüm: Günah ve vicdan.
20.Bölüm: Halının altındaki kırgınlıklar.
21. Bölüm: Bir gülümseme meselesi.
22. Bölüm: Sınırsız eksikler.
23. Bölüm: Gürültü.
24. Bölüm: Gün sonu mutluluğu.

11. Bölüm: Günahların özkıyımı.

5.3K 725 2.9K
By No_463

Merhaba ^^ Nasılsınız?

Uzun bir bölümle geldim, umarım duyguyu geçirebilmişimdir.

Lütfen bol bol yorum yapın, bu bölüm ve yorumlarınız benim için çok önemli...

Müzik açıp öyle okuyun lütfen. Keyifli okumalar!

___

11. Bölüm: Günahların özkıyımı.

'Kırmızı yakışıyor diyerek beyaz kanatlarımı kırdınız. Ben bunu affedersem ölürüm.'
__

Aramızdaki sessizliğin derinliklerinde az sonra yaşanacak felaketin boğuk gürültüsü vardı. Farkındaydım, duyuyordum. Duyuyordum ve korkudan tir tir titriyordum. Rafa kaldırdığım tüm şüphelerim tek tek üzerime devrilmeye başladığında yerimde rahatsızca kıpırdandım.

Terk ettiğim yalnızlığım arkamdan bana sesleniyordu. Ben arkamı dönüp tenha dünlerime bakmaya bile cesaret edemezken birbirine sarılmış yalnızlığım ve geçmişim beni çağırıyordu. İstemiyordum. Kesinlikle geriye dönmek istemiyordum.

Kendimi dokunma bana çiçeğinden farksız hissediyordum. Bu çiçekler depremi önceden hissettikleri için depremden önce kendiliğinden kapanır ve yaprakları sanki rüzgâr esiyormuş gibi kımıldamaya başlar. Ve şimdi ben, tam da onun gibi kendi içime gömülmek, kapanmak ve kendime siper olmak istiyordum. Çünkü felaketi hissediyordum, çünkü az sonra yaşanacakların farkındaydım.

Söyleyeceğim kelimeleri taradığıma dair bir nida firar etti dudaklarımdan, Rüzgar'a bir an bile bakmadan hareketlendim. Gözlerimi yerden kaldıramıyordum.

"Benim," Sesimin titrediğini o an fark ettim, kaşlarımı çattım. "Benim gitmem gerek."

"Ne?"

Başımı salladım, bu Rüzgar'dan çok kendimi ikna etme çabasıydı.

"Gitmeliyim." Rüzgar'a bakmaya çalıştım fakat hemen gözlerimi kaçırdım. "Ders çalışacaktım, unutmuşum."

Ayaklandım. Rüzgar da ayağa kalktı.

"Yağmur?"

"Rüzgar, gitmeliyim."

"Gidemezsin. Konuşmamız gerek."

Kahvelerim hâlâ ona dokunma cesaretini gösteremiyordu. Umarsızca sehpanın arkasından çıkıp kapıya doğru adımladım. Elim kapı koluna gidince kolumdan tutup beni kendisine çevirdi. Sırtım kapıyla birleşirken gözlerim benden bağımsızca kızarmış gözlerine değdi.

"Gitmem gerek." dedim, sesim o kadar güçsüz çıkmıştı ki bir an kendime acıdım. Neredeyse gitmeme izin vermesi için yalvaracaktım.

Kolumdaki eli gevşedi, ben çoktan bakışlarımı kaçırmıştım.

"Üzgünüm." diye mırıldandı, "Gitmene izin veremem çünkü eğer şimdi gidersen ben bir daha bunları sana söylemeye cesaret edemem."

Gözlerim yanmaya başladı, aramızda bir adımlık bile mesafe yoktu. Başımla reddettim ve onu hafifçe geriye ittim. Yeniden arkamı döndüm, elim kapı koluna dokundu. Tam onu onu indirecekken Rüzgar tek bir cümle söyledi ve o cümle benim yere çakılmama neden olan bir kurşun gibiydi. Arkadan sıkılmış, kalbimi delmiş ama geçememiş bir kurşun gibi.

"Yağmur, ben sana yalan söyledim!"

Nefesim kesildi, kapının kolunu sıkan elim hissizleşmeye başladı. Tüm ağırlığımı kapıya verip gözlerimi kapattım. Hâlâ geç değildi. Yaralanmıştım ama henüz yaşıyordum. Ölmemek için gidebilirdim, hâlâ geç değildi. Toparlanıp kapıyı açtım ve dışarıya çıktım.

"Yağmur!"

Dinlemedim, koşar adımlarla demirli kapıya doğru gidip bahçeden çıktım. Peşimdeydi, adım seslerini duyuyordum ama durmak istemiyordum. Onu dinlemek istemiyordum. Sadece uyanmak istiyordum. Uyanmak ve odamın tavanını saatlerce izlemek. Çünkü kaldıramazdım, bugünümün dünümden daha ağır olmasını kaldıramazdım.

Boş ve sadece lambaların aydınlattığı sokakta hızlı adımlarla yürümeye devam ettim. Rüzgar kolumu tuttu, ona döndüğümde kolumu elinden kurtarmaya çalıştım.

"Yağmur, lütfen yapma böyle. Beni dinlemek zorundasın."

"Gitmek istiyorum." dedim acıyla, başımı omzuma yatırdım. "Rüzgar, lütfen."

Uzun uzun gözlerimi izledi, o da acı çekiyordu. Elaları böyle söylüyordu.

"Sana yalan söyledim." diye yineledi, devamını duymak istemediğim için çırpınmaya başladım ama onun eli diğer bileğimi de kavradı. "En başından beri sana yalan söylüyorum!"

Durmalıydım belki de, pes etmeliydim fakat duymak istemiyordum.

"Yağmur," dedi, belki de gözlerine bakmamı bekledi. Yapamadım. "Ben seni tanımıyordum."

Durdum. Ürkek bakışlarımı usulca kaldırıp irislerine değdirdim, gözlerim kısıldı. Kaşlarım çatılırken, dudaklarım yukarıya doğru çekildi. Elleri gevşedi. Bakışlarımda her ne gördüyse yutkundu.

"Ayrılmak..." dedim kekeleyerek, "Ayrılmak mı istiyorsun?" Tutunabileceğim en iyi ihtimaldi. Aptalı oynamak o an için en iyi kaçış yoluydu. "Geçen gün ayrılmak istedin, olmadı diye mi bunları söylüyorsun?" Birkaç adım geriledim. "Ayrılmak mı istiyorsun?"

Sevdiğim adamın bu soruya evet demesini her şeyden çok istediğimi fark ettim. Oysa geçen gün ayrılmak istemişti ve bu, benim için bir felaket gibiydi. Omuzları düştü, darmadağın görünüyordu.

"Hiç sevgili olmadık ki."

Anında dolan gözlerim irice açıldı. Ne demek istediğini anlamıyor veya anlamak istemiyordum. Ama o bana hiç acımadan konuşmaya devam etti.

"Apartmana geldiğin güne kadar ben seni tanımıyordum bile."

"Yalan söyleme." Gözlerimden akan yaşlara engel olmaya çalışmadım. "Adımı biliyordun, beni tanıdın. Yalan söyleme!"

Yüzünü buruşturdu acıyla, bana arkasını döndü. Başını elleri arasına aldı ve bakışlarını gökyüzüne kaldırıp derin nefesler aldı. Tekrar bana döndüğünde zorlandığını fark ettim.

"İnan, anlatması hiç kolay değil." dedi.

Acıyla yutkundum.

"Dinlemesi kadar zor olamaz."

Utançla gözlerini kaçırdı. Cümlemin bir bıçak misali kalbine saplandığını hissediyordum. Ama onun birazdan kalbimi hançerlerle paramparça edeceğini de biliyordum. Yine sessizliğe gömülünce ona doğru birkaç adım atıp göğsüne vurarak ittim.

"Konuşsana!" Halbuki az önceye kadar susmasını istiyordum. Beni durdurmak için ellerimi tuttu, gözlerimiz buluştu.

"Bugün Simay ve Cemre senin hakkında konuşuyorlardı Yağmur." dedi ve bu, beni mahvetti. Hayal kırıklığıyla onu izlerken birkaç kez art arda başımı iki yana salladım. "Başından beri seninle mesajlaşan ben değildim, sosyal medyada tanıştığın kişi de ben değildim... Her şeyi Simay yapmış."

Donakaldım. Ellerimi sertçe geriye çektim, Rüzgar'dan uzaklaştım ve bakışlarımı yere eğdim. Düşünüyordum. Hayır, düşünemiyordum. Onun bu söylediklerini hiçbir yere koyamıyor ve hiçbir şekilde anlam veremiyordum.

Nemli gözlerimi tekrar ona doğru kaldırdığımda söylediklerinin yalnız beni değil, onu da dağıttığını fark ettim. Sanki dünyada kıyametler kopuyordu lâkin bunu sadece biz hissediyor, görüyor ve duyuyorduk. Ve bu felaket, sadece bizi enkaz altında bırakacaktı.

"Neden?" diye fısıldadım, sadece bunu yapabildim.

Çenesi kasıldı. Yüzüme bakmaya cesareti yok gibiydi, gözlerini benden ayırdı.

"Her şey çok ani gelişti. Ben de her şeyi sen apartmana geldiğin gün öğrendim." Çok zorlansa da yüzünü bana döndü. "Yağmur... İnan bana sağlıklı düşünemedim. Simay ağlıyordu, sen kapıdaydın ve benden bir cevap bekliyordun. Ben sadece senin beni sevgilin sandığını biliyordum ve bu gerçeği daha yeni öğrenmiştim. Şaşkındım, mantıksızdım, durumu bir süre idare edebileceğime inandım. Uzatmayacaktım ama sana anlatabilmek için ilk önce benim sindirmem gerekiyordu. O an aklıma ilk gelen şey-"

"Aklına ilk gelen şey benim duygularımla oynamaktı, öyle mi?!" diye haykırdım öfkeyle, gözyaşlarım dinmiyordu.

Kaşları havalandı, başını hızla iki yana salladı.

"Öyle değil." Mimikleri ona inanmam için çırpınıyordu. "Öyle değil, kesinlikle niyetim bu değildi."

Bana doğru adımladı, elime uzandı fakat hızla geri çekildim.

"Uzak dur!"

Olduğu yere çakıldı, elleri havada kaldı, ne yapacağını bilemez hâldeydi. Afallamıştı. Gözlerinde biriken yaşları geri itmek için bakışlarını tekrar gökyüzüne kaldırdı. Bense gözyaşlarımı sildim ve başımı dikleştirdim.

"Yağmur-"

"Simay niye yaptı bunu bana?"

Bakışlarının yönü değişince gözlerimi kapatıp bıkkın bir nefes verdim.

"Cevap ver Rüzgar!"

Başını çaresizce iki yana salladı, bir cevabı olmadığını anladım ama buna rağmen bir cevap bekledim. O da bunu fark etti.

"Hiçbir mantıklı sebebim yok ama..."

"Ama ne?!" diye sordum sıkılgan bir tavırla.

"Yağmur, yaptığı yanlış, bunu biliyorum. O da biliyor. Ama o daha çocuk sayılır yani-"

"Yani bunları yapabilir, bunu normal karşılamalıyım?" Gözlerim kısıldı. "Doğru mu anlıyorum?"

"Hayır tabii ki, ben öyle demek istemedim."

"Sen tam da öyle demek istedin."

"Hayır, sadece onun bu hatasının bedelini ödediğini bilmeni istiyorum."

Devam etmek istedi, edemedi. O yüzden onun söylemek isteyip içine attıklarını dile getirme gereksinimi duyarak dudaklarımı araladım.

"Ve ona hiçbir şey söylemeyip bu konuyu kapatmamı istiyorsun."

"Hayır." diye itiraz etti. "Bana istediğini yapabilirsin. İstersen şikayet et, ne istersen yap ama Simay olmaz."

Sinirlerim o kadar çok bozulmuştu ki birkaç saniyeliğine donan ifademin hemen ardından gözyaşları içinde gülmeye başladım.

"Sen karşıma geçmiş hâlâ Simay'ı mı koruyorsun ya?!" dedim, şok içindeydim.

Ellerimi saçlarımdan geçirirken etrafa kısa bir bakış attım. Ona tekrar döndüğümde yüzümü buruşturdum ve gülüşlerim beni gözyaşlarımla baş başa bıraktı. İçimde biriken tüm şüphelerimi ve onlara neden olan her şeyi tek tek anımsadım.

Şu an yaşadıklarımı bile aklıma getirmiş ama hepsinin benim aptal paranoyalarım olduğunu düşünerek reddetmiştim. Böyle bir şeyin ihtimali bile absürt gelmişti. Fakat hepsi gerçekti. Ben nasıl yapmıştım bunu kendime? Bir yalan olduğunu fark ettiğim hâlde nasıl aptalı oynamaya devam etmiştim. Sağ elim alnıma giderken arkamı döndüm, birkaç adım ileriye gittim. Kaldıramıyordum, boğuluyordum. Rüzgar yanımdaydı ve beni öldürüyordu.

"Yağmur," dedi sessizce. "Bir anlamı yok, biliyorum ama özür dilerim..." Kinayeli bir gülüşe yuva oldu dudaklarım. "Çok özür dilerim."

Zihnimde canlanan yaşanmışlıklar yüzümdeki yapay tebessümü acımasızca öldürdü. Gözyaşlarından arınamayan gözlerimi sonuna kadar açtım. Ağır ağır arkamı döndüm ve bozguna uğramış ifademle Rüzgar'a baktım.

"Ben..." diye mırıldandım şok içinde. "Ben az önce seni öpecektim."

Gözlerini benden ayırmadan başını hafifçe önüne eğdi. Yüz hatlarım gerildi, öfkem kahvelerime de erişti. Ona doğru hızlı adımlarla yürüyüp göğsüne vurdum defalarca.

"Ben senin evinde, senin omzunda uyuyakaldım!" Daha şiddetli vurdum. Geriye doğru sendeliyor fakat hiçbir şekilde bana engel olmuyordu. "Ben seni evime aldım!"

Ağlayışlarım şiddetlendi, tüm gücüm tükendi ve düşmemek için Rüzgar'a tutunmak zorunda kaldım. Ellerim kollarını sıkıca kavramıştı, onun da elleri beni tutmak için tetikteydi. Gözlerimi sıkıca kapattım ve başımı önüme eğerek ağladım. Aptallığıma ağladım, güçsüzlüğüme ağladım, tutunacak kimsemin olmayışına, beni itene tutunmak zorunda kalışıma ağladım, belirsiz geçmişime, aptal bugünüme ağladım, tüm hayatıma ağladım.

Yaşlı gözlerimi zar zor araladım, hayal kırıklıklarıma bulanan bakışlarımı kaldırıp onun ıslak kirpiklerinin altında gizlenen harelerine diktim.

"Rüzgar, ben sana güvendim!" diye bağırdım acıyla.

"Özür dilerim." diye fısıldadı, sessizce ağlarken. "Çok özür dilerim."

"Dileme!" Tekrar ittim ve onu kendimden uzaklaştırdım. "Benden özür dileme. Bana mantıklı bir şey söyle! Sana hak vermemi sağlayacak, seni anlamamı sağlayacak tek bir şey."

Birkaç evin ışığı yanınca pencerelerdeki gözleri fark ettim, ne zamandır izliyorlardı? Tüm rezilliğimi görmüşler miydi? İlk kez buna odaklanamadım, oysa ilk kez sadece buna odaklanmak istiyordum.

"Rüzgar, bana tek bir şey söyle." dedim muhtaç gözlerimi yüzünde dolaştırırken. "Başta söyleyemedin, peki ya sonra? Sonra neden anlatmadın? Neden bana sarıldın, neden bana güldün, neden bana beni sevdiğini söyledin?"

Resmen gözlerinin önünde acıdan çırpınıyordum, halbuki ben onun cinayetiydim. Beni öldürüyordu ve ben ölmemek için çırpınıyordum, katilime beni kurtarması için yalvarıyordum.

"Neden benimle ilgilendin?" diye sordum çaresizce. "Neden beni kandırdın?"

Sustu. Gözlerini gözlerimden bir an bile ayırmadı ama sessiz kaldı. Ben aptal bir umuda sarılıp ondan cevap bekledim fakat o bana tek bir kelime dahi söylemedi. İçimde yeniden harlanan öfkem kaşlarımın çatılmasına sebebiyet verdi.

"Artık anlıyorum." Gözyaşlarımı sildim ve başımla kendi dediğimi onayladım. "Anlıyorum, evet."

Rüzgar sorusunu dile getirmek yerine merakla yüzüme bakmayı tercih etti.

"Barış'tan neden nefret ettiğini... Onunla aynı ortamda durmaya bile neden dayanamadığını, ona niye bu kadar öfke duyduğunu..."

Gözlerindeki merak duygusunun şiddetlendiğini görebiliyordum.

"Çünkü onun kadar olamamayı kaldıramıyorsun. O senden daha iyi biri ve sen bunu kaldıramıyorsun."

Gözleri açıldı, bir an bile beklemeden bana itiraz etti.

"Yağmur, hayır." dedi hayretle. "Hayır, ben... Böyle biri değilim. Ben bunları yapacak biri değilim."

Başımı iki yana salladım ve arkamı dönüp yürümeye başladım. Koşar adımlarla beni takip edip önüme geçti.

"Böyle biri değilim." dedi isyanla. "Yağmur!" Hüngür hüngür ağlamanın eşiğinde gibiydi. Kollarıma dokundu. "Ben böyle biri değilim."

Geriye çekildim.

"Böyle biri olmadığın için mi beni aptal yerine koydun? Böyle biri olmadığın için mi benimle oynadın?!"

Cevap veremedi. Yine cevap vermedi. Sağa doğru çekilip birkaç adım attıktan sonra kendi kendine fısıldadığı cümle kulaklarıma ilişti.

"Seni kaybetmemek için azar azar kendimi kaybettim çünkü."

Duraksadım. Adımlarımı durdurdum ve omzunun üzerinden ona baktım. Arkası hâlâ bana dönüktü. Gözümden akan bir damla yaşı hızla sildim ve önüme dönüp yürümeye devam ettim. Sürekli tökezleyen hayatım bu sefer üzerime devrilmişti. Hayatımda ilk kez birine güvenmek istemiştim ve o insan bana bunu yapmıştı, hayatımı ellerimden almış ve paramparça edip üzerime fırlatmıştı.

Kolumla gözyaşlarımı sildim, yerine yenileri eklendi. Adımlarımı durdurmak istedim. Yürümek istemiyordum. Yorgundum, güçsüzdüm. Yere çöküp avazım çıktığı kadar haykırmak istiyor ama buna rağmen sessiz ağlayışlarımı sırtlanmış yürüyordum.

Eve gitmek istemiyordum. O apartmana gitmek istemiyordum, o apartmanı görmek bile istemiyordum. Ama çaresizdim. Böyle zamanlarda kapısını çalacağım bir ailem yoktu, böyle zamanlarda tutunmak için uzanacağım bir arkadaşım yoktu. Kimsem yoktu. Yine kimsem yoktu. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, etrafı izledim. Bu kocaman dünyada ben yine yapayalnızdım, bu devasa dünyada ben yine küçücük kalmıştım.

Yaşam ve ölüm... Ben hiçbir zaman ikincinin kollarına koşmamıştım. Boğularak da olsa yaşamayı tercih etmiştim, yaşamak için çırpınmıştım. İlk kez 'ne anlamı var ki?' diye bir soru peyda oldu zihnimin bir köşesinde.

Bunca çaba, bunca çırpınış ne içindi? Dünlerimde kalan ve hâlâ devam eden çırpınışlarım, bugünümün ölümünü sırtlanıp yürümeye devam etmem için miydi? Eğer öyleyse ben kendi yüzüme nasıl bakacaktım? Ben kendimi yaşayacağıma inandırmıştım. Ben yaşayacağıma inanmıştım. Ama şimdi ölüyor gibi hissediyordum... Ama şimdi ölüyordum. Hayır, ölmüyordum. Öldürülmüştüm. Sevdiğime inandığım adam tarafından.

Aylar önce bir yola çıktım. Yolculuğum boyunca kendime sevgi odaları, renkler, sihirler gibi pembe kelimelerden oluşan masallar anlattım. Gülüşlerim vardı, umutlarım, güvenmek isteyişlerim, gerçekliğine inandığım bir aşk ve onun için gösterdiğim gayretlerim. Az önceye kadar hepsi benimleydi, korkularıma bulanmış olsalar da az önceye kadar hepsi ellerimdeydi. Şimdi onlardan geriye sadece gözyaşlarım kalmıştı.

Acıyordum. Kendime acıyordum. Bu kadar yalnız oluşuma, bu kadar aptal oluşuma acıyordum. Hayatım boyunca rezil olmaktan korkmuş olan ben kendimi rezil etmiştim. Bunun için acıyordum. Kalbimde harlanan cehennemi taşıyamayacağımı hissettiğimde durdum, acı boğazıma kadar her zerremi yakıyordu.

Bir adım atarak yola devam etmek istedim lâkin başım dönünce durup kendime zaman tanıdım. Arkamda duyduğum adım sesleri hızlanınca kaşlarımı çattım ve omzumun üzerinden arkaya baktım, Rüzgar yanıma ulaştığında nefes nefeseydi. Önüme döndüm, gözyaşlarımı sildim ve başımı dikleştirerek tekrar ona doğrulttum bakışlarımı.

"Ne var?" Eli bana uzandı, hemen geriye kaçtım. "Rüzgar, ne var?" Öfkem de kalbimdeki cehennem gibiydi, gittikçe şiddetleniyordu.

Havada kalan elini birkaç saniye sonra indirdi.

"Yağmur, iyi görünmüyorsun." Söylediklerini algılamakta zorlandım. "İzin ver, ben bırakayım seni eve." Bakışlarımda her neye rastladıysa elini kaldırdı öfkemi yatıştırmak istercesine. "Tamam." Yutkundu. "Tamam ama en azından taksi çağırayım... Bu şekilde bırakamam seni, hem çok geç oldu."

"Rüzgar, sen benimle dalga mı geçiyorsun?" Kollarımı açtım. "İyi görünmüyorum, öyle mi?"

Gözlerini kaçırınca ona doğru bir adım attım ve sesimi yükselterek yineledim cümlemi.

"İyi görünmüyorum, öyle mi?"

Ben kapımın ardında gürültü koparan acıma kulaklarımı kapatamıyorsam, ben üzerime saldıran öfkeme ve hayal kırıklıklarıma gözlerimi kapatamıyorsam o da yapamazdı. Zorlanınca gözlerini kaçıramazdı, buna hakkı yoktu.

Bağırışıma rağmen bana dönmedi. "Bana bak!" diye bağırdım. Kızarmış gözlerini kaldırdı. "Benim bu hâle gelmemin nedeni sensin." Sesim bu sefer daha kısıktı. "Beni düşünüyormuş gibi davranma."

Yüzümü yüzüne yaklaştırdım, gözlerimi gözlerinden bir an bile ayırmadan fısıltılarımın dudaklarımdan çıkıp ona çarpmasına izin verdim.

"Uyan artık Rüzgar, gerçekleri öğrendim. Daha fazla rol yapmana gerek yok." Önüme dönüp gidecekken durdum ve ekledim. "Ayrıca..." Hüzünle gülümsedim. "Gecenin bu saatinde bile senden daha büyük bir tehlikeyle karşılaşamam ben, merak etme."

Hiçbir şey söyleyemedi. Umursamadım. Ondan ayrılıp yola devam ettim. Daha emin adımlarla ama daha büyük acıyla, daha büyük öfkeyle. Bir cinayeti işledikten sonra öldürdüğünüz kişinin cenazesini sırtlanamazdınız.

Buna hakkınız yoktu, buna Rüzgar'ın da hakkı yoktu. Benim kalbimi cehenneme çevirdikten sonra kendi vicdanındaki cehennemden bu şekilde sıyrılmasına izin vermeyecektim. Beni ateşin içine atıp kenardan izleyemezdi, o da kavrulacaktı.

Dakikaların, belki de saatlerin üzerine basarak yürüdüm o yolu. Ağlayarak, sendeleyerek, cayır cayır yanarak, daha fazla dağılarak. Taksiyle ve binbir endişeyle geldiğim o yolu binbir acıyla yürüyerek geri döndüm. Yorulmuştum. Yürümekten de yaşamaktan da. Ayaklarım da sızlıyordu, kalbim de.

Sadece güvenmek değildi ilk deneyimim, ben hayatımda ilk kez sevmeyi de istemiştim. Bu deneyimimi de paramparça etmişti Rüzgar lâkin benim en ağır hayal kırıklığım, ne ilk güvenimin ölümüydü ne de içimde büyüttüğüm ilk sevgimin. Ben hayatımda ilk kez sevilmiştim, hayatımda ilk kez birinin beni sevdiğine inanmıştım. Benim en ağır hayal kırıklığım buydu, beni ağlatan sevilme ihtimalime duyduğum inancımın ölümüydü. Ben yirmi sene sonra sıkıca tutunduğum bu ihtimalin elimden kayıp gidişine ağlıyor, bu ihtimalin yasını tutuyordum.

Apartmanın kapısına ulaşır ulaşmaz kapıya tutundum ve gözlerimi kapattım, yorgunluktan düşüp bayılacaktım neredeyse. Kendimi ruh gibi hissediyordum. Koluma dokunan bir elle irkildim.

"Yağmur, iyi misin?"

Rüzgar'ı görünce öfkem yeniden alevlendi, kolumu hızla geri çektim.

"Sen yol boyunca peşimde miydin?"
Yine sessiz kaldı, sessiz kalmak onun en iyi bildiği şeydi. "Sana bunu yapma dedim! Rol yapma!"

"Senin peşinde değildim Yağmur." dedi öfkeyle, öfkelenmeye hakkı varmış gibi. "Evime geliyordum. Ben de burada yaşıyorum, farkındasın, değil mi?"

Çenem titreyince bu sefer sessiz kalan ve bakışlarını kaçıran bendim. Haklıydı. Öfkelenmekte haklı değildi ama söylediklerinde haklıydı. Benim peşimde olduğunu bana düşündüren neydi? Ya da benim için vicdan azabı çekeceği, pişman olacağı nereden aklıma gelmişti?

Ona uyan demiştim fakat uyanması gereken bendim. Gerçekleri kabullenmesi gereken bendim. Bu kadar önemli olmadığımı, bu dünyadaki silik bir noktadan, kendini insanların oyuncağı yapmış rezil bir korkaktan farkım olmadığını anlamam gerekiyordu.

Burnumu çekip boğazıma kadar gelmiş o acıyı yutmaya çalıştım, onun önünde daha fazla küçük düşmek istemiyordum. Onun önünde daha fazla ağlayıp rezil olmak istemiyordum. Kapıyı açmaya yeltendim ama o benden önce davranıp kapıyı açtı ve geçmem için yol verdi. Geçmedim. Onun geçmesini bekledim.

"Peki." diye mırıldandı ve içeriye doğru bir adım attı. Sonra durdu ve uzun uzun bana baktı. "Senin peşinden geldim. Seni takip etmek istedim ve peşinden geldim Yağmur. Niyetim eve gelmek değil, seni izlemekti."

Yapay bir tavırla güldüm.

"Niye?" diye sordum alayla. "Eserini izlemekten keyif aldığın için mi?"

Bir şey söyleyecek gibi oldu lâkin vazgeçmiş olacak ki dudaklarını birbirine bastırdı. Saniyeler sonra arkasını dönüp içeri girdi ve yukarıya çıktı. Ben de kısa bir bekleme anından sonra onun yaptığını yaptım ve evime çıktım. İçeri girer girmez dizlerimin bağı çözüldü, bu anı bekliyormuş gibi kapının önünde yere çöktüm, dizlerimi kendime çektim ve titreye titreye ağladım.

Gözyaşlarımın kalbimdeki ateşi söndürmesini umut ederek her saniye daha büyük bir şiddetle ağladım. Her şeyin bir rüya olmasını diledim. Uyanmak istedim. Kollarımı dizlerime yaslayıp ellerimi saçlarıma daldırdım ve çekiştirmeye başladım. Canım acımaz sandım, rüyadır sandım, gerçek değildir sandım. Buna inandım... Buna inanmadım ama inanmak istedim.

Başımı kaldırdım ve öfkeli bakışlarımı evin her köşesinde dolaştırdım. Darmadağın etmek istiyordum, büyük bir umutla geldiğim bu evi yıkmak istiyordum. Ağlayışlarım durdu, öfkem gözlerimi gözyaşlarımdan ödünç aldı. Hırkamın cebinden tüm aptallıklarıma ortak olan telefonumu çıkardım, onu paramparça etmek istedim. Ama hiçbir şey yapmadım, içimdeki öfkenin beni boğmasına izin verdim ve yerden destek alarak ayağa kalkıp odama geçtim.

Telefonu masaya bıraktım, sandalyeyi çekip oturdum ve beyaz kapaklı küçük not defterimi aldım. Nadiren sayfalarına bir veya iki cümle yazıp bırakırdım. Temiz sayfasını açtım ve masadaki kalemlikten aldığım kalemi beyaz sayfayla birleştirdim.

"Kırmızı yakışıyor diyerek beyaz kanatlarımı kırdınız. Ben bunu affedersem ölürüm."

Defteri kenara bırakıp ayaklandıktan sonra üzerimdeki hırkayı çıkarıp yere attım ve üzerimi bile değiştirmeden yatağa girip yastığıma sarıldım. O gece tüm öfkemin, hayal kırıklıklarımın, ölü güvenimin, cayır cayır yanan hayatımın tüm gürültülerini içime gömdüm ve sabaha kadar sessizce ağladım.

İçime gömdüğüm her şey için.

Kırılan kanatlarım için.

___

Ağrıyan gözlerim cama vuran yağmur damlalarını izledi uzun uzun. Hava birden soğumuştu. Benim gibi. Soğuk cehennemim gibi. Uyumadığım hâlde artık uyanmak istemiyordum. Yataktan çıkmak, ayağa kalkmak, su içmek, yemek yemek, bir şeyler yapmak istemiyordum. Kendimi bu yatakta ölüme terk etmek istiyordum.

Yatakta doğruldum, hayatın benim isteklerime karşı gösterdiği tavrın umarsız olduğunu çoktan kabullenmiştim. Başıma giren şiddetli ağrıyı umursamadan yere attığım hırkanın üzerine basarak ayaklandım ve paytak adımlarla banyoya gittim.

Musluğu açmak yerine bir süre boş gözlerle aynadaki yansımamı izledim. Darmadağın olmuş saçlarımı, şişmiş ve kızarmış gözlerimi, kurumuş dudaklarımı...
Yüzümü yıkasam da silinmeyecekti bu dağınık görüntüm, sular acının kirinden arındıramayacaktı ruhumu. Bu şekilde dışarı çıkacak ve Rüzgar'a daha çok rezil olacaktım.

Başımı iki yana salladım, kendime olan tüm saygımı ve güvenimi kaybetmiştim. Yirmi yaşındaydım ve on yedi yaşına daha yeni girmiş bir kızın tuzağına düşmüş, o kız tarafından kandırılmıştım. Kendimi onun abisine ve abisinin arkadaşlarına rezil etmiştim. Beni tanımayan adamı gördüğüm ilk gün sarılmış, ertesi gün ilgisizliği yüzünden kavga etmiş, sonraki gün arkadaşıyla arasındaki yakınlığın hesabını sormuştum. Beni aptal yerine koymalarına izin vermiştim. Herkesten önce kendime kırgındım.

Gözlerimi kendimden ayırdım, kendimi izlemek tüm yaşanmışlıkları gözlerimde görmek gibiydi ve bu da daha çok utanmama neden oluyordu. Acele etmeden işlerimi halledip banyodan çıktım. Canım hiçbir şey yemek istemediği için direkt odama geçtim ve dolaptan lacivert triko bir kazakla siyah kot pantolon alarak üzerimi değiştirdim.

Tarağı aldıktan sonra dağınık saçlarımı hızlıca tarayıp açık bıraktım, makyaj yapma gereksinimi duymadım çünkü artık birine güzel görünme gibi bir derdim yoktu. Son olarak çantamı toparladım, üzerime siyah trençkotumu giyindim ve başımdaki ağrıdan dolayı ağrıkesici içip dış kapıya yöneldim. Elim kapı koluna gitti fakat o kolu indiremedi.

Zor geliyordu. Bu kapıyı açmak, dışarı çıkmak zor geliyordu. Onu görme ihtimali, her gün onunla indiğim merdivenleri tek başına inecek olmak zor geliyordu. Nefes almak zor geliyordu, konuşmak, yürümek, çalışmak... Tüm eylemler çok zordu. Yaşamak... Yaşamak zaten imkânsızdı.

İçimden defalarca onunla karşılaşmamayı dileyerek kapıyı açtım. Yoktu. Birkaç dakika ifadesiz gözlerle evinin kapısını izledim. Yukarıdan gelen sesler kulaklarımı doldurunca hemen silkelendim ve aşağıya inmek için bir hamle yaptım lâkin daha bir basamak bile inemeden durmak zorunda kaldım çünkü Eray yukarı çıkıyordu.

"Nasılsın Yağmur?" dedi her zamanki neşeli tavrıyla.

Ama yanıma ulaşır ulaşmaz tebessümü söndü ve yüzündeki olumlu ifadenin yerini endişesi devraldı.

"Bu hâlin ne Yağmur, ne oldu?"

Gözlerimi devirdim. Hepsi ne kadar da iyi oynuyordu. Bunca şeye rağmen hâlâ beni düşünüyormuş gibi davranmaları öfkemi daha çok körüklüyordu.

"Eray, tamam." dedim sıkılgan bir tavırla. "Buna gerek yok, ben her şeyi öğrendim."

"Ne?" diye sordu anlamayarak. "Neye gerek yok? Neyi öğrendin?"

"Beni düşünüyormuş gibi davranmana gerek yok." Eray'ın kaşları çatılırken Rüzgar da kendi dairesinden çıktı ve bizi görüş hizasına aldı. Önemsemeden devam ettim. "Her şeyin yalandan ibaret olduğunu, günlerdir benimle nasıl eğlendiğinizi, her şeyi." Rüzgar'a baktım ve gözlerimle onu işaret ettim. "Onun nasıl bir aşağılık olduğunu."

"Yağmur, sen..." Eray'a döndüm tekrar, bozguna uğramıştı. "Sen ne diyorsun?" Hareleri Rüzgar'a kaydı. "Neler oluyor?"

Kaşlarım çatıldı. Ne yani? Eray gerçekleri bilmiyor muydu? Kinayeli bir tebessüm yayıldı dudaklarıma. Artık onların yaptığı ve söylediği hiçbir şey inandırıcı gelmiyordu. Belki de bu, yeni oyunlarıydı. Rüzgar'ın üzerimdeki bakışlarına aldırış etmeden Eray'ın yanından geçip aşağıya indim ve apartmandan çıktım.

Nefes nefeseydim. Onu görmek bana iyi gelmiyordu. Omzumun üzerinden arkamı döndüm ve apartmanı izledim. Belki de buradan gitmeliydim. Bugünümü terk edip geçmişime dönmeliydim. Eskisi gibi olmalı ve öyle kalmalıydım. Yirmi sene robottan farksız yaşamıştım, bunun dışına çıkmaya cüret etmemeliydim.

"Yağmur..." Duyduğum tanıdık ses dikkatimin dağılmasına neden oldu, önüme döndüm ve Gizem'le gözlerimizin buluşmasına izin verdim. Yüzümü görür görmez kaşları düz çizgi hâlini aldı. "Sen iyi misin?" Endişeli bakışları beni süzdü. "Bu hâlin..." Mavileri tekrar gözlerime tırmandı. "Neyin var?"

Resmen eğlendirmiştim onları. Gizem bile Rüzgar'ı ondan kıskandığımı fark etmişti ve kıskanmamın anlamsız olduğuna dair imâda bulunmuştu. Kendimi gerçekten onların alay konularına çevirmiştim.

"Sen," diye mırıldandım sessizce. "Biliyor muydun?"

Yağmur şiddettini biraz daha artırınca Gizem bana yaklaşıp siyah renkli şemsiyesinin altına girmemi sağladı.

"Neyi?"

Gülümsedim. Daha fazla dile getirmek daha fazla rezil olmak gibiydi.

"Boş ver." diyerek yanından ayrıldım.

Arkamdan seslenmesine rağmen umursamadım ve yürümeye devam ettim. Duvarlarımın ardına geçmelerine izin verdiğimde o duvarları üzerime yıkacaklarını bilmeliydim. Her şeyin suçlusu bendim, insanlara bana ihanet etmeleri için bir fırsat vermiştim ve onlar da bu fırsatı değerlendirmişti. Şimdi onları suçlamaya hakkım yoktu.

Yanından geçtiğim her insanın bakışlarının hedefi oluyordum. Bir kadının garipseyen bakışları kahvelerime değince kollarımı birbirine bağladım ve hızla gözlerimi kaçırdım. Kendimi iyi hissetmiyordum, tüm gözler üzerimdeymiş gibi hissediyordum, savunmasız hissediyordum.

Uzun dakikalar geçti ama ben üniversiteye gitmedim. Sırılsıklam olmuştum fakat bu, dert edeceğim en son şey bile değildi. Bir mezarlıktaydım, yüzlerce mezarın arasındaydım ve hiçbir mezar taşı tanıdık değildi. Ayakkabılarımın çamur olmasına aldırış etmeden yürüdüm o mezarlıkta. Bu, buraya ilk gelişim değildi. Ama yetiştirme yurdundan çıktığım gün, geldiğim ilk yerdi.

Hitap edecek kimsem yoktu. Hitap edecek birilerini bulabilmek için giderdim mezarlıklara.

Ev bulduğumda, üniversiteyi kazandığımda, Simay'a kanıp kendimi mutlu sandığımda ve daha birçok kez gelmiştim buraya.

İlk maaşımla bir çiçek almış, adını bile hatırlamadığım birinin mezarına bırakmıştım mesela. O çiçeği verebileceğim bir annem olmadığı için.

Gözlerimi mezarların üzerinde gezdirerek yürürken bir ağlama sesi duyup adımlarımı durdurdum ve bu sesin sahibini uzaktan izlemeye başladım.

Genç bir kız bir mezarın başındaydı ve ağlamaktan bitap düşmüştü. Mezarın üzerine gri bir battaniye sermiş ve mezarı kollarıyla sarmıştı, sanki onu korumaya çalışıyordu. Başımı yana yatırıp izlemeye ve dinlemeye devam ettim.

"Baba!" diye haykırdı. "Baba, hava çok soğuk. Sen soğuktan nefret edersin, eve gidelim ne olur!" Zar zor kurumuş gözlerim yeniden doldu. O genç kız da nefesi kesilene kadar ağladı. "Üşümene izin vermeyeceğim baba." Doğruldu, üzerine giydiği montunu çıkardı ve ince bir bluzla kaldı. Montunu da mezarın üzerine serdi. Daha sonra ellerini mezarın iki yanına koydu ve betonu ovuşturmaya başladı. "Ben ne zaman üşüsem kollarımı ovuşturur, ısıtırdın beni." Gözlerini kapatıp daha çok ağladı. "Üşüme baba... Lütfen."

O ağlamaya devam etti, bense gözlerimden yaşlar akarken onu özenerek izledim. Çünkü onun bir babası vardı, çünkü onun babasına ait bir mezar vardı. Benimse elimde hiçbir şey yoktu. Canım yandığında gidip sarılıp ağlayacağım bir mezar taşı bile yoktu. O kıza imreniyordum ve ona imrenmek kalbimi kırıyordu.

Az sonra bir kadın geldi ve kızın tüm itirazlarına rağmen onu kollarından tutarak kaldırdı.

"Bırak beni anne!" diye bağırdı kız, kadın onu ikna etmek için bir şeyler söyledi.

Çok zorlandı ama nihayet kızını alıp götürdü. Ben de bir süre arkalarından onları izledim, daha sonra ağır ağır yürüyerek o mezarın yanına gittim. Mezar taşında yazılan ismi okudum, Mustafa Deniz yazıyordu.

Üzerimin kirlenmesini umursamadan o mezarın yanına oturdum ve o gün hiç bilmediğim bir mezarın başından dakikalarca kalkmadım. Çünkü bildiğim bir mezar yoktu. Hiç bilmediğim bir adam için gözyaşı döktüm. Çünkü o adam birinin babasıydı. Hiç tanımadığım bir babanın ardından katılasıya ağladım. Çünkü benim bir babam yoktu.
___

Mezarlıktan ayrılır ayrılmaz üniversiteye geçmiştim ve ilk derse giremesem bile diğer derslere girmiştim. Zorlanarak geçirdiğim birkaç saatin ardından kitaplarımı toparlayıp sınıftan çıktım ve koridorda Barış'a rastladım.

"Yağmur, ben de seni arıyordum." Göz göze geldiğimizde alıştığım ifadeyi onun da gözlerinde gördüm. "Yağmur?"

"Sonra konuşalım mı Barış?" diye sordum ve bir cevap beklemeden ondan uzaklaşıp binadan çıktım.

Peşimde olduğunun farkındaydım, az sonra kolumu nazikçe tutarak beni durdurdu.

"Yağmur, kötü bir şey mi oldu?" Endişeliydi. "Niye bu hâldesin sen?"

Her ne kadar kimseye inancım kalmasa da onun endişesinin gerçek olduğunu biliyordum ve bu gerçek canımı yaktı. Çenemin titremesine engel olamadım ve dolan gözlerim eşliğinde yüzümü buruşturup başımı omzuma yatırdım.

"Barış..." dedim acıyla.

Kaşları çatıldı, şaşkın görünüyordu.

"Evet?" diye sordu, yüzümü avuçladı. "Anlat hadi, ne oldu?"

Ben sessiz kalmaya devam edince bana doğru bir adım atıp başımı göğsüne yaslamamı sağladı ve saçlarımı okşadı. Kendimi iyi hissetmediğim için başta ona uyum sağladım lâkin bunun yanlış olduğunu düşünerek kendimi geriye çektim ve elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim.

"Benim gitmem gerek." dedim hemen, yanından ayrılmaya yeltendim.

"Yağmur, iyi görünmüyorsun." diye itiraz etti. "Bir yere geçip biraz konuşalım mı?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Teşekkür ederim ama işe gitmeliyim Barış... Belki sonra."

"Tamam." deyip anlayışla başını salladı. "Sen nasıl istersen. Ama bari gideceğin yere ben bırakayım, böyle gitme."

İtiraz etmek istedim lâkin bir şeyler söylemeye takatim kalmamıştı. Başımla onayladım, o bana hafif bir tebessüm gönderdi ve birlikte çıkışa doğru adımlamaya başladık. Kahvelerim bir çift tanıdık gözle buluşunca göz devirdim. İkimiz de Rüzgar'ın yanına ulaşınca adımlarımızı durdurduk. Barış Rüzgar'a kısa bir bakış atıp bana döndü.

"Rüzgar geldiğine göre-"

Ne diyeceğini bildiğim için cümlesini tamamlamasına izin vermedim.

"Hayır, gidelim lütfen."

Barış'ın şaşkınlığı gözlerine erişti ama herhangi bir şey söylemedi.

Birlikte Barış'ın arabasına doğru gidecekken "Yağmur," dedi Rüzgar belli etmemeye çalıştığı bir öfkeyle. Durdum. "Biraz konuşalım mı?" Bir tepki vermeyince ekledi. "Lütfen."

Sıkıntılı bir nefes verdim ve Barış'a döndüm.

"Beni biraz bekler misin?"

Hızla başını salladı.

"Tabii." İrisleri Rüzgar'a dokundu. "Arabadayım."

O yanımızdan ayrılır ayrılmaz Rüzgar konuşmaya başladı.

"Ne yapmaya çalışıyorsun sen Yağmur?"

Söylediklerine kulaklarımı tıkayıp "Niye geldin?" diye sordum sıkılgan bir tavırla.

"Sadece seninle konuşmak istedim."

"Ne konuşacaksın? İtiraf etmeyi unuttuğun başka yalanların falan mı kalmış?"

"Yağmur..." dedi acıyla. Devam edemedi.

"Ne var?"

"Ben çok üzgünüm. Sana bunları yaşattığım için çok üzgünüm."

Güldüm.

"Sayende akıllandım Rüzgar, yalanlarına kanmıyorum."

Barış'ın peşinden gidecekken elimi tuttu, hızla geri çektim.

"Dokunma bana." dedim öfkeyle.

Afalladı, bu tepkiyi benden beklemiyordu belki de.

"Özür dilerim." Bakışları arabasında oturup bizi izleyen Barış'a kaydı, hemen ardında öfkeyle doldurduğu elalarını bana doğrulttu. "Ondan uzak dur Yağmur."

"Sen hangi sıfatla bana böyle bir emir verebiliyorsun?"

Dudaklarını ıslattı, hareleri birkaç saniye etrafta gezindikten sonra tekrar beni buldu.

"Emir değil, ben sana emir vermiyorum. Sadece ona güvenmemen gerektiğini söylüyorum, o senin düşündüğün gibi biri değil."

Kendimi tutamayarak tekrar güldüm.

"Kime güvenmeliyim peki?" Bakışlarımla Rüzgar'ı süzdüm ve gözlerimiz buluşunca kaşlarımla onu işaret ettim. "Sana mı?" Gülüşlerim anında söndü.

"Bana güven demiyorum ama ona da güvenme." dedi, sabrı tükenmiş gibiydi. "Sadece senin başka bir hayal kırıklığı daha yaşamanı istemiyorum."

"İnsanları kendinle karıştırma Rüzgar. Kimse senin kadar aşağılık olamaz."

Daha fazla bir şey söylemesini beklemedim ve yanından ayrılıp Barış'ın arabasına bindim. Barış arabayı çalıştırdı, geriye doğru sürdü ve bu sürede Rüzgar'ın gözleri gözlerimden bir an bile ayrılmadı. Barış'a pastanenin adını ve yerini söyledikten sonra başımı geriye yasladım. Birkaç kez sormayı denemesine rağmen tek kelime etmeden ruhsuz gözlerle yolu izledim.

Pastane üniversiteye oldukça yakın olduğu için yolculuğumuz çok uzun sürmemişti. Arabadan inmek için toparlandım ve Barış'a dönüp teşekkür ettim.

"İstediğin zaman konuşabiliriz, biliyorsun, değil mi?"

Minnetle gülümsedim ve gözlerimi kırptım.

"Teşekkür ederim." dedim bir kez daha ve arabadan inip uzun zamandır gelmediğim pastaneye girdim.

Burnuma dolan tatlı koku bana bugün huzuru hissettiren tek şeydi. Olduğum yerde durup pastaneyi inceledim. Eskisinden daha genişti. Duvarları toz pembe rengindeydi, zeminler de pembe ve beyaz renklerden oluşuyordu. Pasta dolabında birbirinden güzel pastalar vardı, renkli masalar minik saksılarla süslenmişti ve renkli sandalyeler de onları tamamlıyordu.

Emel hanım süslediği beyaz tezgahın arkasından çıktı, bir bezle elindeki unu temizleyerek yanıma geldi. Görüntüsü hâlâ aynıydı, sadece biraz kilo vermişti ama hâlâ hafif kiloluydu. Boyu kısaydı, saçları kızıla yakın, gözleri renkliydi. Bana göre çok tatlı bir kadındı, her şeyiyle tam bir anne gibi görünüyordu.

"Hoş geldin." dedi gülümseyerek, yüzümde gördükleri onun da duraksamasına neden oldu fakat gülümsemesinin sönmesine izin vermedi. "Nasılsın?"

Diğerleri gibi beni garipseyerek süzmeyişi ve gülümsemeye devam ederek olağan bir şekilde davranması içimin ısınmasına neden oldu. Her zaman fazlasıyla düşünceli bir kadın olmuştu.

"İyiyim." diye yalan söyledim. Oysa bunun yalan olduğunun ikimiz de farkındaydık. "Siz nasılsınız?"

"İyiyim ben de." Mutfağı işaret etti. "Hadi gel, bir şeyler yiyelim sonra başlarsın işe. Okuldan geldin, değil mi? Açsın."

Başımla reddettim.

"Teşekkür ederim ama aç değilim. Çalışmaya başlayabilirim."

"Olmaz öyle şey." diyerek beni yürümem için yönlendirdi. "Sarma ve börek yapmıştım. Ayrıca dün yaptığım çorbadan ve köfteden de var." Bana gülümsedi. "Hadi sen git elini yıka gel."

Karşı çıkmanın ayıp olacağını düşündüğüm için dediklerini yaptım. Çok kısa bir süre sonra ikimiz de masalardan birinde kurduğumuz sofranın başındaydık. Emel hanım yemeye başlarken ben elimde tuttuğum çatalla oynuyordum.

"Hadi Yağmur." deyince başımı kaldırıp tam karşımda oturmuş kadına baktım. Güldü. "İşten kaytarmak için mi yemiyorsun yoksa?"

Buruk bir tebessüm yayıldı yüzüme. Tabağıma birkaç sarma alıp zorlanarak yemeye başladım. Sabahtan beri ağzıma giren tek lokmaydı ve o da boğazıma diziliyordu. İçimden hiçbir şey yemek gelmiyordu. Yanımda duran telefonumun melodisi kulaklarımı doldurunca arayanın kim olduğuna baktım, Gizem'di. Meşgule attım fakat bir kez daha arayınca Emel hanım'dan özür dileyerek telefonu açmak zorunda kaldım.

"Efendim?"

"Yağmur, iyi misin? Neredesin?"

"Niye soruyorsun?"

"Sabah iyi görünmüyordun. Seni merak ettim. Lütfen nerede olduğunu söyle, Eray da ben de seninle konuşmak istiyoruz."

"Ben hiçbirinizle hiçbir şey konuşmak istemiyorum."

"Yağmur, biz de her şeyi bu sabah öğrendik. Gerçekten... İnan bana, lütfen."

"Peki." diyerek kesitirip attım. "Ben iyiyim, merak edecek bir şey yok."

"Yağmur," dedi ısrarla. "Lütfen nerede olduğunu söyle."

"Vaktim yok Gizem."

"Çok zamanını almayacağız, söz veriyorum."

Gözlerimi devirdim ve kısa bir düşünme anından sonra kabul ettim. Ben kabul etmedikçe o beni ikna etmek için çabalayacaktı ve ben gerçekten böyle şeylere baş kaldıramayacak kadar yorgundum. Aramızdaki geçen kısa bir vedalaşmanın ardından telefonu kapatıp ona adresi mesaj attım.

Daha sonra tabağımdakileri zar zor bitirip ayaklandım. Emel hanım daha fazla yemem için ısrar etse de isteksizliğimi anlayınca üstelememişti. Önlüğümü giyinip işimin başına döndükten yarım saat kadar sonra kapı açıldı ve içeriye Gizem'le Eray girdi. Emel hanım tezgahın arkasında aldığı bir sipariş için kurabiye yaparken ona haber vererek Gizem ve Eray'ın yanına gittim.

"Çok zamanım yok." dedim onlar birer sandalye çekip otururken. "İşe dönmem gerek."

"Ben eve gelmemek için buradasın sanmıştım." Eray'a döndüm, şaşırmıştı. "Burada çalıştığını bilmiyordum."

"Pastane uzun zamandır tadilatta olduğu için ben de daha bugün döndüm."

"Hep pastanede çalışan bir arkadaşım olsun istemiştim."

Gizem Eray'a bakıp gözlerini devirdi.

"Yağmur'un burada çalışması senin sürekli bedava tatlı tüketeceğin anlamına gelmiyor, umarım bunun farkındasındır."

Eray ona cevap verme gereksinimi duymadı.

"Bir şey alır mısınız?"

"Hayır."

"Evet."

Gizem ve Eray aynı anda cevap vermişti, gözlerim Eray'ı buldu.

"Ne alırsın?"

Gizem dirseğiyle Eray'ın koluna vurdu sertçe.

"Bir şey almaz o." Gizem hemen yanımda duran sandalyeyi işaret etti. "Yağmur, boş ver... Otur lütfen. Buraya sadece konuşmaya geldik."

"Evet Yağmur. Bana takılma, otur lütfen. Biz buraya senin için geldik."

Herhangi bir müşterinin bir şeye ihtiyacı olup olmadığını anlamak için etrafa göz gezdirdikten sonra sarı renkli sandalyeyi çekip karşılarına oturdum ve masadaki yapay pembe çiçeğe diktim gözlerimi. Benim söyleyecek bir şeyim yoktu, o yüzden sessiz kalıp onları bekledim.

"Yağmur, biz gerçekten hiçbir şey bilmiyorduk." diyerek söze girdi Eray.

Kahvelerimi kaldırdım ve bakışlarımın ikisi arasında mekik dokumasına izin verdim.

"Bilseniz engel olur muydunuz?"

Eray afalladı, kinayeyle gülümsedim.

"Ben olurdum." Tebesümüm sönerken Gizem'e döndüm. "İnan bana, böyle bir şeyden haberim olsa buna müsaade etmezdim." Gözlerine öfkenin uğradığına şahit oldum. "Zaten Rüzgar'a çok kızgınım. Eray'dan bile beklerdim ama ondan beklemezdim. Bunu nasıl yapabildi, aklım almıyor."

"Gizem, yangına körükle gitmesene."

"Yangına körükle falan gitmiyorum, Rüzgar'ı ben de affetmeyeceğim."

Ciddi görünüyordu, yine de bir tepki vermedim.

"Rüzgar bunu alçak olduğu için mi yaptı Gizem?" diye yükseldi Eray, çatık kaşlarla onu izlemeye koyuldum. "Simay'a düşkündür, biliyorsun... Kendince kardeşini korumaya çalışmış."

Gizem histerik bir şekilde güldü.

"Simay'ı Yağmur'dan değil, Yağmur'u Simay'dan koruması gerekiyordu."

Eray Gizem'e ters bakışlar atınca Gizem bana döndü ve dudaklarını birbirine bastırdı.

"Ben özür dilerim. Gerçekten yangını körüklüyorum galiba."

Başımı iki yana salladım, çünkü Gizem'in söylediği her şeye katılıyordum.

"Eray, sen buraya Rüzgar'ı savunmak için mi geldin?"

"Hayır tabii ki. Ben ona hak vermiyorum, sadece bir kötü niyeti olmadığını söylemeye çalışıyorum." Sessiz kaldım ve başımı başka yöne çevirdim. "Ya kızlar!" Eray resmen çırpınıyordu. "Benim gördüğümü görmüyor musunuz gerçekten?"

"Ben sadece uğradığım hayal kırıklığıyla ilgileniyorum Eray." Birbirine bağladığım kollarımı çözdüm ve masaya yaslandım. "Sadece sonuca bakıyorum, sebepler beni ilgilendirmiyor."

Eray beni ikna edemeyeceğini kabullenerek Gizem'e döndü.

"Rüzgar, sence bu kadar iyi bir oyuncu mu?" Gizem'in mavileri Eray'ın harelerine değdi. "Rüzgar bu kadar iyi oyuncuysa biz onu buralarda harcamışız, bunun başka açıklaması olamaz."

"Ne demek istiyorsun?"

"Ya siz onun Yağmur'a nasıl baktığını görmüyor musunuz?" Bakışları Gizem'den ayrılmıyordu. "Ya hatırlasana! Film izlerken Yağmur uyuya kalınca uyanmasın diye filmin sesini en aza indirmek için benimle tartıştı. Duyabilmek için evrimini tamamlayamamış kertenkele taklidi yapmak zorunda kaldım, bunu nasıl unutursun?"

Gizem'in gözleri masadaki çiçeğe daldı ve ufak bir tebessüm belirdi dudaklarında.

"Sonra bugün söyledikleri..."

Kaşlarım çatıldı. Eray devam edecekti fakat Gizem sözü ondan devraldı.

"'İsterseniz bir daha benim yüzüme bile bakmayın ama Yağmur'u yalnız bırakmayın.' dedi bize. Neredeyse yalvaracaktı."

Gizem'in anlamlı tebessümü büyüdü ve Eray'la göz göze geldiler.

"Siz bu yüzden mi buradasınız?"

"Ben diyorum yaz, sen diyorsun kış." diye söylendi Eray. "Biz zaten senin yanına gelecektik. Çok yanlış detaylara takılıyorsun."

Başımı iki yana sallayıp ayaklandım.

"Benim artık işe dönmem gerek, Rüzgar da yaptıkları da beni ilgilendirmiyor. Bir daha onunla ilgili hiçbir şey duymak istemiyorum."

Eray bana garipseyen bakışlar attı.

"Adam senin karşı komşun, farkındasın, değil mi?"

Gizem anında Eray'ın koluna dirseğiyle vurdu. Eray acıyla solurken kolunu Gizem'e uzattı.

"Al götür kes kolumu! Sen de kurtul, ben de kurtulayım."

Gizem onu görmezden gelerek beni izlemeye devam etti.

"Yağmur, eğer eve gitmeye zorlanırsan kapım sana açık. İstediğin zaman arayabilirsin, gelip alırım seni. Hem yalnız yaşıyorum, biliyorsun."

Söylediklerinde fazlasıyla samimi görünüyordu, hüzünle gülümsedim.

"Teşekkür ederim ama buna gerek yok. Bazı şeyleri aşmam gerek, ömrümün sonuna kadar kaçamam."

Gizem'in dudakları yukarıya doğru kıvrılarak hafif bir tebessüm çizdi.

"Sen nasıl istersen..." Ayaklandı. O ayağa kalkınca Eray da ona ayak uydurdu. "Biz seni daha fazla tutmayalım." Gizem yaklaşıp kolumu sıvazladı. "Kendini üzme, olur mu?"

"Denerim."

Gülümseyip gözlerini kırptı. Eray önüme geçip saçlarımı karıştırınca kaşlarımı çatarak geriye kaçtım.

"Yağmur değil, fırtına mübarek." diyerek gülünce gözlerimi devirdim. "Üzme sen kendini minik fırtınam, ben korurum seni." Ben ters ters ona bakarken ekledi. "Tabii herhangi bir tatlı karşılığında."

Gizem oflayarak Eray'ın kolundan tutup çekti.

"Gel Eray, ben sana yapacağım pasta eve gidince."

"İntihar etmeye niyetlenirsem söylerim, yaparsın." derken Gizem onu dışarıya iteklemekle meşguldü.

Kendisi çıkmadan önce dönüp bana baktı.

"Eray'ın kusuruna bakma. Kolay gelsin Yağmur." Gülümsemeye çalıştı. "Görüşürüz."

Baş selamı verdim ve "Görüşürüz." dedim aynı şekilde. Onlar gittikten hemen sonra Emel hanım'ın yanına gidip ona yardım etmeye başladım. Muhtemelen tadilattan yeni döndüğümüz için çok fazla müşteri yoktu. Eskiden bu saatlerde burada öğrencilerden yer kalmazdı.

Saatler geçti. Ardımda kalan saatler boyunca yüzümdeki donuk ifadeyi sadece müşterilerle ilgilenirken sahte maskelerle kuşatmıştım. Emel Hanım iyi olmadığımın farkındaydı fakat burada çalıştığım seneler boyunca kapalı kutu gibi davrandığım için bana herhangi bir soru sormuyordu.

Son müşteri de gittikten sonra masaları Emel Hanım'la birlikte toparladık. İşim bitince onunla vedalaşıp oradan ayrıldım ve evin yolunu tuttum. Hava çoktan kararmıştı, gün bitiyordu lâkin ben bugünün hiç bitmeyeceğini sanıyordum. Yaşadığım en yorucu gündü ve ben bugünün ağırlığı altında eziliyordum.

Yağmur yağmaya devam ediyor, rüzgâr her geçen saniye şiddetini biraz daha artırıyordu. Üşüyordum. Çok üşüyordum lâkin bunun nedeni hava durumu değildi. Adımlarım bana eşlik etmek istemiyor gibiydi, eve gitmeye korkuyordum. Onunla karşılaşmaya cesaretim yoktu. Onu gördüğüm her an ayrı bir yıkım yaşıyordum. Ona baktığım her an hayal kırıklığına uğruyordum.

Onun ortak olduğu anılarım birer birer canlandı zihnimde. Birlikte vakit geçirdiğimiz her an, birlikte güldüğümüz her şey, bana anlattıkları, ona anlattıklarım, kendimi güvende hissettiğim kolları, bana bakan gözleri, bana gülen dudakları... Onunla yaşadığım her güzel an, beni öldürecek silahın içine dizilen kurşunlarmış meğer.
Fark etmemişim.

Kollarımla kendimi sardım ve adımlarımı hızlandırdım. Uzun dakikaları ezerek yürümeye devam ettim. Apartman göründüğünde adımlarımı aniden durdurdum çünkü Rüzgar'ın arabası apartmanın önündeydi ve Rüzgar arabadan daha yeni iniyordu. Beni göremeyeceği kadar uzaktaydım. Yolcu koltuğundan inen kız dikkatimi dağıttı, Simay'dı. Rüzgar onu da getirmişti.

Bir yandan arkama bakmadan kaçıp gitmek isterken öte yandan yanlarına gidip Simay'dan başıma gelenlerin hesabını sormak istiyordum. Onlar apartmandan içeriye girince öfkeyle soludum. Kaçması gereken ben değildim, onlardı. Onları yakalayabilmek için koşar adımlarla apartmana doğru gittim. İçeriye girdim ve hızla yukarıya çıktım.

Rüzgar kapıyı açmaya çalışıyordu ve Simay da hemen yanında durmuş onu bekliyordu. Beni fark ettiğinde Simay'ın bakışlarında korkunun izleri belirdi. Rüzgar'ın koluna dokundu ve onun da beni fark etmesini sağladı.

"Neden yaptın?" diye sordum sakince. Yutkundu ve abisine baktı. "Bana bak Simay! Abine değil, bana!" Ona doğru birkaç adım attım. Gözlerinde biriken yaşları görebiliyordum. "Neden yaptın?!"

"Özür dilerim." dedi, sesi içine kaçmış gibiydi. Sol gözünden bir damla yaş akınca abisine sokuldu.

"Sizin için her şey bu kadar kolay mı gerçekten?" Kahvelerim ikisi arasında gidip geliyordu. "Anlatsanıza biraz, eğlendirebildim mi sizi? Güldünüz mü arkamdan?"

"Yağmur, lütfen biraz sakin olur musun?"

Simay'a doğru birkaç adım daha atıp tam önünde durdum, Rüzgar'sa tetikteydi ve beni sakinleştirmeye çalışıyordu.

"Neden yüzüme bakmıyorsun Simay?" Başı öne eğikti ve sessizce ağlıyordu. Bu hâline daha fazla tahammül edemeyerek kolundan tuttum ve bana bakması için sarstım. "Bana bak artık! Yüzüme bak!"

Rüzgar anında kolumu tuttu ve ikimizin arasına girerek Simay'ı benden kurtardı.

"Kendine gelir misin artık? Ne yapıyorsun?"

Çenemi havaya kaldırdım ve gözlerinin içine baktım.

"İzin verirsen bana yaşattıklarınızın hesabını soruyorum."

Birkaç kişi yükselen seslerden dolayı evinden çıkmıştı çünkü yukarıdan gelen sesleri duyabiliyordum. Rüzgar da sesleri duymuş olacak ki bakışları kısa bir süreliğine merdivenlere kaydı.

"Bak lütfen," dedi, sakin olmaya çalışıyordu. "Lütfen sakin ol ve bu konuyu sakince konuşalım. Bu şekilde olmaz."

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?!"

"Yağmur, bağırma."

Benim aksime o sessiz olmaya çalışıyordu.

"Rüzgar, bana karışma! Kardeşin bana yaptıklarının hesabını verecek."

Onu çekilmesi için kenara ittim ve tekrar Simay'ın üzerine yürüdüm ama Rüzgar bu sefer kolumu tuttuğu gibi kapıyı açtı ve onun dairesine girmemi sağladı. Hemen ardından Simay'a onu yukarıda beklemesini söyleyip kapıyı kapattı ve bana döndü.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun?" diye bağırdım öfkeyle.

"Simay kendi hatalarının bedelini zaten ödeyecek, bunu sana söyledim." Bir adım atıp aramızdaki mesafeyi kapattı. "Bana istediğini söyleyebilirsin ama ona bunu yapmana izin veremem."

"Onu annenlerden alıp buraya getirirken bunun olacağını tahmin edemedin mi? İkiniz de nasıl hem bu kadar kötü hem bu kadar yüzsüz olabiliyorsunuz ya?" Derin derin nefesler aldım, artık kalbim ne bu öfkeyi ne de bu acıyı kaldırabiliyordu. "Dün bana onca şeyi anlatıp ertesi gün kardeşini karşıma çıkaran sensin, şimdi geçip karşıma beni mi sorguluyorsun?"

"Sadece eşyalarını toplamaya geldi." Ne kadar sakin davranmaya çalışsa da gergindi, bunun farkındaydım. "Uzun bir süre onunla karşılaşmayacaksın bile."

"Bunun için sana teşekkür mü etmem gerekiyor?"

"Hayır tabii ki." Sabırsızca nefeslendi. "Yağmur, beni niye anlamaya çalışmıyorsun?! Ben de en az senin kadar yoruldum! Bir yandan sen, bir yandan Simay... İkinize de yetişmeye çalışıyorum, hanginize ne söyleyeceğimi şaşırdım."

Umarsız gözlerle onu izlerken bir anda bağırınca irkildim.

"Karşıma geçmiş eğlenip eğlenmediğimi soruyorsun, sence eğleniyor muyum?!" Bana doğru bir adım daha attı. "Sence sana bunları yapmak beni eğlendirdi mi? Sence ben seninle dalga geçmek için mi yaptım bütün bunları?!" Birkaç saniye sessiz kaldı fakat bu sessizliğini ağlayışı bozdu. Başını elleri arasına aldı ve saniyeler sonra indirip devam etti. "Ben bu kadar kötü biri değilim! Allah kahretsin, ben senin düşündüğün kadar aşağılık bir adam değilim!" Benimle aynı hizaya gelmek için eğildi. "Anlıyor musun, Yağmur? Ben böyle biri değilim ve senin bana iğrenerek bakmanı kaldıramıyorum!"

Yanaklarımdan süzülen birkaç damla yaşın ardından yüzümü buruşturarak ona baktım.

"Umrumda değil!" diye haykırdım ve onu iterek kendimden uzaklaştırdım. "Bana yaşattıklarınızdan sonra size ne olduğu umrumda bile değil." Sesim her saniye biraz daha yükseliyordu. "Beni öldürdükten sonra istersen sen de öl Rüzgar, umrumda değil!"

Gözyaşları içindeydi, gözyaşları içindeydim. İkimiz de dağılmıştık. İkimiz de kaldıramıyorduk. İkimiz de kalkamıyorduk. İkimiz de ölüyorduk. Kapıyı sertçe açtım ve onu o hâlde bırakarak evinden çıktım. Titreyen ellerimle anahtarlarımı çıkarıp kapıyı açtım ve apartman sakinlerinin beni izleyen gözlerine aldırış etmeden evime girdim.

Salona geçtim, kendimi koltuğa attım ve hüngür hüngür ağladım. Yine onun için, yine onun yüzünden.

Ondan nefret ediyorum.

Hayır, ondan nefret etmek istiyorum.

Onu unutmak istiyorum.

Bunca şeye rağmen, onun ardından ağladığım için kendimden nefret ediyorum.

Bunca şeye rağmen, hâlâ ağlıyorum ve kendimden utanıyorum.

Bir gölge... Ben bir adama değil, bir adamın gölgesine aşık olmuşum. Bir gölgeye sığınmış, bir gölgeye güvenmiş, bir gölgeye yaslanmışım. O gölge beni bir adama götürmüş... Rüzgar'ın gölgesi beni Rüzgar'a götürmüş ve Rüzgar benim en büyük yanılgım olmuş. Biz bu hikâyeden kalma birer döküntü olmuşuz.

Kanatlarım kırılmış.

Beyaza kırmızı bulaşmış.

Ve o kırmızı, kanatlarıma hiç yakışmamış.

----

Tekrar selam...

6700 kelimeye yükselmiş bir bölümün sonuna geldik. Sizce bölüm nasıldı?

Beğendiyseniz en beğendiğiniz kısım?

Size duyguyu geçirebildim mi? Bunu çok merak ediyorum.

Yağmur'un tepkileri hakkında yorumlarınızı alabilir miyim?

Rüzgar???

Eray ve Gizem'in tavırları?

Bu arada ben hâlâ mezarlık sahnesindeyim...

Destekleriniz için hepinize çok teşekkür ederim. Sizi gerçekten seviyorum. İyi ki...♡

Sol alt köşedeki yıldızı aydınlatmayı unutmayalım lütfen. Görüşmek üzere ^^

Continue Reading

You'll Also Like

551 178 8
Kimse benimle boylo konuşamaz -Konuşur boylo +Sen nerelisin? +Nerde yaşıyorsun +Adın ne? +Yaşın kaç? ... #biz:1
378 197 7
Siz hiç aşkınızla adaletiniz arasnda kaldınız mı ? Yıllardır Kendi yarattığınız adalet mi yoksa, yoksa aşık olduğunuz birimi bana bunu eskiden sors...
Eftalya By esmaa

Teen Fiction

408K 20.1K 23
Eftal: Hamileyim Dora. Eftal: Cidden hamileyim.