A0023

Von ruhperver

841K 70.8K 29K

On altı yaşındaki Reena zamanda donduruldu. Yıllar sonra gözlerini yeni bir dünyaya açtı. Ait olduğu medeniye... Mehr

Bölüm 1 - Uyanış
Bölüm 2 - T0138
Bölüm 3 - Simülasyon
Bölüm 4 - Üniformalılar
Bölüm 5 - Sürpriz
Bölüm 6 - Çekiliş
Bölüm 7 - GTT
Bölüm 8 - Hatıra
Bölüm 9 - Prens
Bölüm 10 - Zorba
Bölüm 11 - Karşılaşma
Bölüm 12 - Kurtarıcılar
Bölüm 13 - Sorular
Bölüm 14 - Koridor
Bölüm 15 - Bencil Güveler
Bölüm 16 - Gizemli İkili
Bölüm 17 - Coğrafya
Bölüm 18 - Şölen
Bölüm 19 - Anlaşma
Bölüm 20 - Mosdero
Bölüm 21 - Peri Masalı
Bölüm 22 - Chester
Bölüm 23 - Her Şey Yolunda
Bölüm 24 - Helianthus
Bölüm 25 - Gezen Ülke
Bölüm 26 - Sorgulama
Bölüm 27 - Kararsızlık
Bölüm 28 - Son Tebessüm
Bölüm 29 - Ölüme Kalmayacaktır Bu Dünya
Bölüm 30 - Suikast
Bölüm 31 - Mektuplar
Bölüm 32 - Flamitra
Bölüm 33 - Deniz
Bölüm 34 - Mahkeme
Bölüm 35 - Kubbe
Bölüm 36 - Savaşçılar
Bölüm 37 - Örgüt
Bölüm 38 - Dönüş
Bölüm 39 - Kayıt
Bölüm 40 - İnfaz
Bölüm 41 - Savaş
Bölüm 42 - Malikâne
Bölüm 43 - Hükümet Sarayı
Bölüm 44 - Hazırlık
Bölüm 46 - Tören
Bölüm 47 - Ölmeyen
Bölüm 48 - Gerçekler
Bölüm 49 - Veda
Bölüm 50 - Çığ
Bölüm 51 - Teklif
Bölüm 52 - Sevgi
Bölüm 53 - Ziyaret
Bölüm 54 - Yayın
Bölüm 55 - Kapı
Bölüm 56 - Dışarısı
Bölüm 57 - Uzlaşma
Bölüm 58 - Ocria

Bölüm 45 - İdam

3.8K 468 150
Von ruhperver

Bölüm 45 - İdam

Araba önümüzde durdu. Teğmen camı indirdi, başını dışarı uzatarak seslendi: "Sizi almaya geldim. Jen nerede?"

Mateusz başıyla arabayı işaret etti. Başka bir şey söylemesine gerek yoktu, o geri dönüp malikaneye yürürken ben araca ilerledim. Yanına ulaşınca arka kapıyı açtım. Kendimi koltuğa bıraktığımda Teğmen bana yine Jen'i sordu, bir şey söylemedim. Onu duyduğumu bildiğinin farkındaydım ancak umursamıyordum. Kimseyle dost olmak istemiyordum. Tek istediğim bir an önce şu töreni atlatmaktı.

Sessiz ve huzursuz geçen birkaç dakikadan sonra sırayla Jen ile Mateusz malikaneden çıktılar. Kendi aralarında konuşarak araca yaklaştılar. Mateusz kapıyı açıp yanıma otururken Jen'in yüzü bir anda penceremde belirdi.

"Reena, iyi misin?" dedi, camın ardından gelen boğuk sesiyle. "Bir anda çıkıp gittin... Rahatsızlanmadın, değil mi?" Cevap beklemeden bu defa Teğmen Gottwald'a doğru, "Alvin, vakit geldi mi?" diye sordu, "Ama daha prova bile... Neyse, yapacak bir şey yok. Konuşmayı ekrandan okursunuz."

Jen ön kapıyı açtı. Teğmen Gottwald'ın yanındaki koltuğa geçerken "Vızkatop'u getirdin mi?" diye sordu. Araç hâlâ hareketlenmemişti. Teğmen tek eliyle torpido gözünü açtı, diğer eliyle direksiyonu sıkıyordu. Jen torpido gözündeki metal topu avucuna aldı. "Harika! Araçtan iner inmez kaydı başlatırız."

"Töreni mi kaydedeceksiniz?" diye sordu Mateusz. Teğmen o sırada dikiz aynasından bana bakıyordu. Gözlerinin yansıması düşmancaydı, bakışları beni tedirgin etmişti.

"Evet," dedi Jen, "canlı yayın yapacağız. Herkesin gelmeyeceğini biliyoruz."

"Korkuyorlar." Mateusz sıkıntıyla iç geçirince dikkatim dağıldı, ona baktım. Huzursuzlanmıştı. "Siz de zorunlu yayın yapacaksınız, değil mi? İnsanların güvenini böyle kazanamazsınız."

"Bu konuşmayı kaçırmamaları gerekiyor."

"Seçim hakları olduğunu düşünmeleri gerekiyor."

"Onu mu takacak?"

Teğmen Gottwald'ın sesi tartışmayı sonlandırmaya yetmişti. Şimdi bakışlarının nereye odaklandığını anlıyordum. Gözleri boynumdaki kolyedeydi.

"O kolyeyi..."

"Kolye mi?" diye sordu Jen dalgın bir sesle, dikiz aynasına eğilip bakmaya çalıştı. Beceremeyince arkasını döndü, gözleri hemen boynumdaki ayçiçeğini buldu.

"Bir sorun mu var?" Mateusz doğrudan Gottwald'a bakıyordu. Jen'le tartışması yarım kaldığı için asabiliği üzerindeydi.

"Evet." dedi Gottwald, direksiyonu sıkan parmaklarının boğumları beyazlamıştı, "Konuşma yapacaksınız. Üzerinizde herhangi bir amblem taşımamalısınız. İnsanlar bunun bir işaret olduğunu düşünecekler."

"Öyleyse yanılmayacaklar." dedi Mateusz, "Değil mi?" Ses tonundan bunun iyi niyetli bir soru değil, bir meydan okuma olduğu anlaşılıyordu.

Gottwald sinirlendi. "Artık bir manası yok. Ayçiçeği öldü. Bunu-"

"Alvin!" diye haykırdı Jen. Tiz sesinin yankısı bir süre kulaklarımdan gitmedi. Şimdi arabaya derin bir sessizlik hakimdi. Jen daha sakin bir sesle ancak sertliğinden ödün vermeden, "Lütfen," dedi, "tartışma istemiyorum. İstiyorsa kolyeyi taksın. Biz de yayını yapacağız. Konu kapandı. Artık yola çıkabilir miyiz?"

Teğmen Gottwald homurdanarak motoru çalıştırdı. Mateusz burnundan tıslayarak koltuğuna yaslandı. Her ikisi de anlaşmanın şartlarından memnun değildi ama daha iyi bir seçenek olmadığı için kabullenmek zorunda kalmışlardı. Bana gelince, bu tür meselelere bulaşmamayı yeğliyordum. Öğrendiğim bir şey varsa o da örgütle pazarlık yapılmayacağıydı. Çünkü sırf kendini değerli hissetmen için önce sana fikrini sorarlardı ama sonunda yine kendi bildiklerini okurlardı. Tıpkı beş para etmez bir konuşmayla Ivan'ı kendilerine mal ettiklerinde yaptıkları gibi.

Jen elinde bir ekran oluşturdu ve yol boyunca konuşmanın geri kalan kısmını oradan okudu. Dinlemeyi bilinçli bir şekilde reddettim, zihnimi başka şeylerle oyaladım. Çünkü duyduklarımın beni sinirlendireceğini biliyordum ve hareket halindeki bir araçtan atlayamazdım. Yani kaçacak bir yerim yoktu.

Jen konuşmayı bitirince dikiz aynasından bakarak, "Endişelenmeyin, çok güzel olacak." dedi, daha çok kendini ikna etmeye çalışır gibiydi.

"Halktan biri gibi olacaksınız. Henrik'in yaptığı gibi yüksek bir platforma çıkıp insanlara tepeden bakmayacaksınız. İnsanlar size her anlamda ulaşabileceklerini bilecek, elbette bu da size güven duymalarını sağlayacak. Her şey mükemmel olacak..."

Araç meydana yaklaşırken kalabalığın uğultusu Jen'in sesini neredeyse bastırdı. Kalp atışlarım hızlandı, çünkü gerçekten birilerinin gelmesini beklemiyordum. Tören zımbırtısının örgütün elinde patlayacağını sanmış, hatta öyle olmasını umut etmiştim. Ellerim terlemeye başladığını göre iş ciddiye binmişti. Sakin olmalıydım. Ne kadar kalabalık olduğunun bir önemi yok. Sadece oraya çıkıp örgütün istediklerini söyleyeceksin. Sen bir piyonsun.

Ben kendime bunları telkin ederken Jen son dakika nasihatleri veriyordu. "Samimi olun. Gülümseyin. Ama fazla değil. Acınız var. Bunu unutmayın. Yine de fazla duygusallaşıp insanları sıkmayın. Tutkulu olun. Umut vaat edin..."

"Yanılmıyorsam tam da burada kendimiz olmamızla ilgili bir şeyler söylemeliydin." Mateusz araya girdi, "Aksi takdirde bu bir motivasyon konuşması olmaz."

Jen geçiştirmek için, "Evet, elbette. Kendiniz olun..." dedi, sonra bana tenezzül etmez gibi şöyle bir baktı, "Kendinizin en iyi versiyonu gibi."

Bu sözün beni sinirlendirdiği aşikardı, bu konuda bir şey yapamayacağım da. Jen'in benim en iyi versiyonum diye nitelediği kişi aynada gördüğüm katilse, yani iyi olmak için acıma duygusundan yoksun olmam gerekiyorsa, kendimin en kötü versiyonu olmayı tercih ederdim. Ama benim neyi tercih ettiğimin bir önemi yoktu. Bu onların oyunuydu, onların kurallarına göre oynamam gerekiyordu, tercihlerime göre değil.

Araçtan indiğimizde nereden geldiğini anlamadığımız iri adamlar bir anda etrafımızı sarmıştı. Korumalara benziyorlardı ve bizi surlar gibi çevreliyor, halkla iletişimimizi engelliyorlardı. Jen'in bahsettiği ulaşılabilirlik buydu. Bu kadar gergin olmasaydım acınacak halimize gülerdim. Örgüt ne düşünüyordu, hiçbir fikrim yoktu. Gerçekten insanların kendilerinden korunmaya çalışan birine güvenebileceklerini mi zannediyordu? Bu korumalar, halkın tehlikeli olduğunu düşündüğümüzü göstermekten başka ne işe yarıyordu?

Jen'in vızkatopu etrafımızda uçuyordu. Teğmen Gottwald ve diğer iri adamlar kalabalığı yararak bize bir yol oluşturdu. Yol, sahneye benzeyen bir yükseltide son buluyordu.

Bir platform olmayacaktı. Henrik gibi insanlara tepeden bakmayacaktık. Sahneyi görünce törene katılmayı kabul ettiğime pişman oldum. İşin aslı, ben bu oyunu oynamak istemiyordum. Kimsenin piyonu olmak istemiyordum, kendi kurallarımı belirleme özgürlüğünü arzuluyordum. Şimdiyse örgütün kararlarını onaylamadığım halde sırf yanında durduğum için bu kararların sorumluluğunu üzerime almış oluyordum. Kendimi örgütle ilişkilendirerek hata yaptığımı biliyordum. Maalesef bir şeyleri değiştirmek için geç kalmıştım. İçimdeki isyankar sesi susturmaya çalıştım.

Yürürken görüş alanımdaki sahneyi inceledim. Genişçeydi, öne kısmındaki konuşma kürsüsü dışında tamamen boştu. Ahşaptandı, işçiliğinden aceleyle yapıldığı belli oluyordu. Son dakikada akıllarına gelmiş gibiydi. İçimden bir ses önce Henrik'in platformlarını kullanmayı düşündüklerini ama Jen'in arabada gururla belirttiği gibi, Henrik'le farkımızı ortaya koymak için sahneyi inşa ettiklerini söylüyordu.

Birkaç adım sonra sahneye çıkan merdivenlerin önündeydim. Birinin sırtımdan ittirdiğini hissettim, adımlarım birbirine dolanırken apar topar sahneye çıkmak zorunda bırakıldım. Sahnenin ortasına doğru sendeledim, saf bir şaşkınlıkla seyircilere baktım. Yüzlerce göz üzerimdeydi, paniklemeye başladım. Kendimi çıplak kalmış hissediyordum ya da gizleyemediğim bir kusurum varmış gibi... Yüzlere baktıkça başım dönüyordu. Kalabalığın sesi kulaklarımı tıkamıştı. Çoğunluğu Uyananlar'dan oluşuyordu, tezahürat yaparak bana desteklerini gösteriyorlardı ama ben sadece ilgiden ve gürültüden bunalıyordum. Bu yetmezmiş gibi bir de Jen'in vızkatopu burnumun dibinden ayrılmıyordu. Meydan tüm kargaşasıyla üzerime kapanıyordu sanki. Tişörtümün yakasını çekiştirdim; boğuluyordum.

Mateusz'un elini sırtımda hissettim, ne zaman yanıma geldiğini bilmiyordum, başımı ona çevirdim. Bakışlarıyla beni sakinleştirmeyi başardı. İçimdeki panik hissi geçiyordu, derin bir nefes aldım. Titreyerek ve güçlükle yutkunarak yeniden kalabalığa döndüm. Artık o kadar ürkütücü gelmiyordu, Mateusz yanımdayken hiçbir şey korkunç değildi. Kulaklarımdaki tıkanıklık geçti, kalabalıktaki yüzlere alıştım. Hatta bir iki dostun yüzünü, Tarık'ı ve diğer Uyanan arkadaşlarımı seçtiğimde biraz daha rahatladım. Arkadaşlarımdan bazıları bana el sallıyordu, bazıları bana bakarken gözlerinin içleri parlıyordu.

Mateusz'un kalabalığı selamladığını fark edince ben de titreyen sağ kolumu havaya kaldırıp yavaşça salladım. Bu hareketim üzerine hiç beklemediğim bir şey oldu. Kalabalığın hepsi birden Ocria selamına duruyordu. İnsanlar ellerini birbirine kenetlendi, sonra başlarını hürmetle öne eğdiler. İçimi yeniden bir sıkıntı kapladı, kendimi bir suç işlemiş gibi hissediyordum. Bunu ben istemedim. Ben insanların korktukları için bana saygı duymalarını, beni Henrik gibi görmelerini hiç istemedim.

Gözlerimle kalabalığı bir kere daha tarayınca çıldırmışçasına hareketler yapan Jen'i fark ettim. Ocria selamı hakkında ne düşündüğünü anlamaya çalışsam da beceremedim. Sadece eliyle sahnenin gerisine çekilmemizi işaret ettiğini anladım. Mateusz da Jen'in tuhaf hareketlerini benimle aynı anda görmüştü. Arkamızı dönüp sahnenin gerisine yürümeye başladık. Elimi tuttuğunu fark edince başımı ona çevirdim. Bunu sadece gösteri için yapmadığından emin olmak istiyordum, keşke bilseydim. Keşke sadece benim için endişelenerek elimi tuttuğunu bilseydim... Bir şey söylemek istedim ama Jen'in vızkatopu önümde belirince vazgeçtim. Bir an canlı yayın yapıldığını unutup söylememem gereken bir şeyi ağzımdan kaçıracaktım. Öyle olsaydı bu defa hiçbir tören ya da hiçbir konuşma halkın bize güvenmelerini sağlayamazdı, çünkü söyleyeceğim şey şuydu:

Yeterince iyi rol yapabiliyor muyuz sence?

Yüzlerimizi yeniden kalabalığa döndük. Ne yapmamız gerekiyordu, bilmiyordum. Tören akışından haberdar değildim. Neyseki ben bu sorunun cevabını bulacak kadar vakit geçmeden sahneye üçüncü bir kişi çıktı. Onu görünce şaşkınlıktan donup kalmıştım. Bu herkesin tanıdığı, yüzü aylardır Ocria ekranlarını süsleyen biriydi. Benim ilk kez kokteylde gördüğüm balmumu yüzlü adam, aynı zamanda geçtiğimiz aylarda Henrik'in hologramıyla, Mateusz aleyhine yayın yapan o adamdı. Tıpkı yayınları sırasında giyindiği tarzda giyinmiş, süslenmişti ve sahneye adım attığı andan itibaren bütün kontrolü eline almıştı, stüdyosunda olduğu gibi.

"Hoşgeldiniz!" Adam, kalabalığı kucaklar gibi iki yana açtığı kollarıyla kürsüye yürüdü. Kafam karışmıştı. Bu işte bir terslik olduğunu düşünüyordum, onca insan arasından Henrik'in yandaşı olduğunu en çok belli edenlerden birinin örgütün düzenlediği törende sunucu olması kuşku uyandıran bir durumdu. Daha önemlisi, bir sunucuya gerçekten ihtiyaç var mıydı? Örgüt yine ne dolaplar çeviriyordu? Bir cevap bulmayı beklemeden, sadece tepkimi göstermek için öfkeyle Jen'e baktım. Önce kaşlarını kaldırdı, herhalde bu 'Delice bir şey yapma.' demek oluyordu. Sonra dudaklarını kıpırdatarak, 'O bizden.' dedi. Bunun da beni teskin etmesi gerekiyordu.

Ancak yeterli olmadı, yatışmadım. İçimi derin bir korku kapladı bir anda. Hepsisinin bir tuzak olduğuna inanmak, karşımızdaki ikiyüzlü meymenetsiz adamın artık örgüt için çalıştığına inanmaktan daha kolaydı. Mateusz firardayken onu bulmuş olsa bir kaşık suda boğacak olan bu adam şimdi örgüttendi, öyle mi? Tam Jen'in uyardığı gibi delice bir şey yapmak geliyordu içimden; adamı sahneden aşağıya itmek gibi. Böyle bir şeye kalkışmadan önce benimle aynı hisleri paylaşıyor mu diye Mateusz'u yokladım. O, adamın varlığından tedirgin olmuşa benzemiyordu. Aslında sanki burada bile değildi. Dalgın bir hali vardı, gözleri ileride bir noktada sabitlenmişti. Ne düşündüğünü bilmiyordum ama o bu kadar ilgisizken delice bir şey yapmam söz konusu değildi. Jen'e inanmayı seçip temkinle bekledim.

Sunucu adam boğuk ve duygulu bir sesle tekrarladı, "Hoşgeldiniz yurttaşlar!" Kalabalıktan beklediği coşkulu tepkiyi alamadı, bunun beni keyiflendirdiğini inkar etmeyeceğim. Halk da ona güvenmiyordu. Vızkatop şimdi adamın etrafında dolanıyordu, o saçma şey yakamdan düştüğü için sonunda rahat bir nefes almıştım. Üstelik adını hatırlamadığım sunucu adam bu tür ilgiye çok alışıktı. Hiç çaba sarf etmeden vızkatopa karizmatik bir gülüş atmış, konuşmasına kaldığı yerden devam ediyordu.

"Kahramanlarımız burada." Sunucu sağ eliyle, arkasını dönmeden bizi gösterdi. "Birazdan konuşmalarını yapacaklar. Ama onun öncesinde, bildiğiniz gibi, bir idam gerçekleşecek... Bir idam, tam gerektiği gibi! Evet, bugün, birazdan, ülkemizi bu duruma getiren diktatör Henrik Niemczyk, bir zamanlar halkı olan insanların gözleri önünde, idamla cezalandırılacak... Şimdi sizden sessiz olmanızı istiyoruz. Ekran başlarındakiler, atıştırmalıklarınızı hazır edin... Bunu kaçırmak istemezsiniz!"

Yüzümü buruşturdum, sunucunun sözleri midemi bulandırmıştı. Henrik, yaptıklarının bedelini ödemek için değil de eğlence için idam edilecekmiş gibi bir algı oluşturarak işin ciddiyetini zedeliyordu. Ondan ne kadar nefret etsem de bu konuda suçlu olmadığını biliyordum, büyük ihtimalle onun konuşmasını da örgüt hazırlamıştı.

Sunucu sustuktan biraz sonra kalabalık bir kez daha yarıldı. İki asker, Henrik'i yaka paça sürükleyerek sahneye getiriyordu. Daha büyük bir etki yaratması için Henrik'e de rütbeli asker üniformasını giydirmişlerdi. Askerler kendi liderlerini ölüme sürüklüyor... Elleri bize işkence ederken taktıkları kelepçelerle bağlanmıştı. Yüzü solgun ve hastalıklı görünüyordu, saçları tiftiklenmiş yün gibiydi. Bir haftadır tıkıldığı hücrede ara sıra hırpalandığı belliydi. Bana kalırsa daha çok hırpalanmalıydı. O adi suratı tanınmayıncaya dek dövülmeliydi. Çünkü şimdi ona bakıp kim olduğunu anladığımda içim nefret ve kinle doluyordu. Onu geberten ben olmak istiyordum. Ona acımıyordum, çünkü o ne insani duyguları ne de insani bir muameleyi hak ediyordu. Buraya gelmeden önce ona yeterince işkence etmiş olsalardı şimdi buraya layığı gibi, bir hayvan leşi gibi sürüklenerek getirilirdi. Gözlerinde bu kadar ışık olmazdı. Hâlâ hayatta kalabileceğine dair bir umut beslemezdi.

Henrik'i sahneye getirdiler. Merdivenleri çıkarken delirmiş gibiydi, yerinde duramıyordu. İrice açılmış kanlı gözleri fıldır fıldır dönüyor, son bir umutla onu kurtaracak bir şey arıyordu. Önce seyircilere baktı, yuhalandığını duyunca onlardan fayda göremeyeceğini anladı. Bu defa sahnenin diğer tarafına, bizim durduğumuz yere baktı.

Bana baksın istiyordum, bana baksın da gerçek nefret neye benzermiş öğrensin. Biliyordum, onun istediği ben değildim. Mateusz'u gördüğünde yüzünün ansızın aldığı sefil ifade, en başından beri aradığı şeyin o olduğuna dair içimde şüphe bırakmamıştı. Bu adam daha bir hafta öncesine kadar bir diktatördü. Güç sahibiydi, her şey onun emrindeydi ve her şey ona bağlıydı. Şimdi ise dipteydi. Aşağılık her şeyden daha da aşağıdaydı. Ağzı yayvan ve salyalı, ağlıyordu. Canını bağışlama gücünü elinde bulunduran tek kişiye haykırdı: "Kardeşim!"

Yüreğim kaskatı oldu. Henrik'in çirkin yüzünün gözlerimin önünden gitmesini istedim, bir an önce, görüntüsü silinsin, bir an önce ölsün, yok olsun... Nasıl ona böyle hitap edebilirdi? O hiçbir zaman Mateusz'un kardeşi olmamıştı, bunu hak edecek hiçbir şey yapmamıştı. Mateusz'un bir kardeşi vardı, o da kollarında can vermişti.

Bakıştıkları süre boyunca duygusuz bir ifade takınan Mateusz, bu hitabın ardından irkilerek elimi bıraktı. Ona baktım; yüz kasları seğiriyordu, boğazında yutkunamadığı bir yumru vardı sanki. Dudaklarını sıkıca birbirine bastırmış, çenesini sıkıyordu. Gözlerini, haykırmaya devam eden Henrik'ten ayırmamıştı.

"Kardeşim! Sevgili kardeşim!"

Mateusz susuyordu. Henrik'in yakarışlarına karşı kayıtsız kaldıkça bu, rezil adamın içinde bir şeyleri tetikliyor, haykırışlarının şiddetini arttırarak onu haysiyetsiz bir yaratığa, bir sıçana çeviriyordu. Sanki acımasız geçmişinin hatırasından yoksundu, bağışlanma dileyecek yüzü nasıl buluyordu, aklım almıyordu.

Bir kargaşa yaşandı, kalabalığın huzursuzlandığını fark ettim. Seyirciler ürkek bakışlarla sahnenin diğer ucuna yaklaşan şeyi takip ediyorlardı. Sağıma döndüm ve kalabalığın arasında gördüm onu; heybetiyle yüreklere korku salan bir adam geliyordu. Yüzünü örten bir bez takmıştı, gözleri açıktaydı; gri ve donuk bakıyordu. Adamın elinde büyükçe bir silah vardı, en az kendisi kadar ürkütücüydü. Gölgesi sahneye düştüğünde sunucu tabanları yağladı. Henrik'i tutan askerler de aynı şekilde sahneyi terk etti. Henrik'in kaçmasından endişe etmiyorlardı, buna gerek yoktu çünkü şimdi sefil adam korkudan büzüşüp kalmıştı, kımıldamıyordu bile.

Celladı gelmişti ve Henrik ölümle burun buruna olduğunu anlamıştı.

Herkesi ürperten bu dev bozması adam Mateusz'u etkilemiş gibi değildi. O aynı katılıkta, yüzünde aynı ifadeyle, dimdik duruyordu; bir heykel gibiydi ve hâlâ Henrik'e bakıyordu, yüzünde acıma duygusundan eser yoktu.

Cellat, Henrik'in etrafından dolandı. Yürürken kocaman botlarıyla yere öyle sert vuruyordu ki sahnede oluşturduğu titreşimleri durduğum yerden hissedebiliyordum. Dev adam kurbanının karşısına geldiğinde durdu, silahını başının üzerine kaldırdı, adeta güç gösterisi yaptı. Bu hareketiyle seyircilerin sempatisini kazanmıştı. Artık o kadar da korkmayan kalabalık kısa bir tezahürat yaptı. Gösterisi bitince cellat silahını indirdi ve bu defa Henrik'e doğrulttu.

Henrik, tam ona yakışır şekilde, bir sıçan gibi, ciyaklamaya benzeyen tiz bir çığlık attı. Gözlerindeki dehşeti gördüğümde keyiflendim. Çünkü kendi zehrinin tadına bakıyordu. Bugüne kadar herkesi korkutan o olmuştu, şimdiyse onun ödü kopuyordu.

Tam idamın hakkının verilmeye başladığını düşündüğümde yanımda bir hareketlilik oldu. Mateusz'un sırtı görüş alanıma girdi. Onu tetikleyen ne olmuştu, bilmiyordum. Cellada yürüyordu. Belki idamı yakından izlemek istemişti. Mateusz cellatla yüzleştiğinde niyetinin bu olmadığını fark ettim. Cellada durmasını söylemişti. Panikle, bana bir yol göstermesini umut ederek seyircilerin arasındaki Jen'e baktım; başını hızla iki yana sallıyor ve kendi kendine mırıldanıyordu. Hayır... Hayır... Hayır... Mateusz cellatın elindeki silaha uzanınca artık emin oldum: idamı durduracaktı.

Seyirciler nefeslerini tutmuştu. Tüm gözler Mateusz'un üzerindeydi. Eğer düşündüğüm şeyi yaparsa linç edilirdik, hem halk hem de örgüt tarafından dışlanırdık ve büyük ihtimalle yataklık suçuyla damgalanırdık. Henrik'in yerinde olmak istemiyorsam bir şey yapmalıydım. Mateusz'un idamı durdurmasına izin veremezdim.

Cellat silahını gönülsüzce teslim etti, sonra Mateusz'un işaret ettiği gibi geriledi. Artık bir şey yapmam gerekiyordu, Mateusz bu haysiyetsizi affettiğini söylemeden önce duruma müdahale etmem gerekiyordu. Ne yapabilirdim? Kendimi öylece ortaya atamazdım. Bu, insanların Mateusz'a olan güvenini zedelerdi ve bir konuda anlaşmadığımızı görmeleri iyi olmazdı. Yine de aklıma yapacak daha iyi bir şey gelmiyordu.

Şoku ilk atlatan Henrik'ti. Mateusz ona yaklaşınca gözyaşları içerisinde, "Kardeşim!" diye inledi. Sesindeki mutluluğu duyunca tüylerim diken diken oldu. Mateusz'un onu affettiğini görmeyi istemiyordum.

"Biliyordum... Biliyordum kardeşim... Sen bana kıyamazsın..."

"Bunu hak etmiyorsun." dedi Mateusz, tok bir sesle. Kalbim tekledi, yutkunamadım. Mateusz, Henrik'e acıyarak bana ve dostlarımıza ihanet ediyordu. Bu hiç Mateusz'un yapacağı bir şey değildi.

"Evet, evet... Evet kardeşim... Sen bir azizsin..." Henrik, Mateusz'un ayaklarına kapanıp ağlamaya başladı. Mateusz çömeldi, Henrik'in başını kaldırmasını bekledi, birbirlerine baktılar. Mateusz gülümsüyordu ama bu gülüşte tuhaf bir şey vardı, keyifsizdi ve neredeyse acımasızdı. Bunu gördüğüm zaman yanıldığımı anladım, Mateusz idamı durdurmayacaktı.

"Bu kadar kolay ölmeyi hak etmiyorsun." dedi Mateusz. Henrik önce anlamamakta diretti, ama sonra gözleri dehşetle iri iri açıldı. Mateusz gülümsemeyi bırakıp yeniden doğruldu.

"Yaptıklarından sonra ölüm sana hafif kalacak. Bu yüzden, şimdi sana merhamet ettiğimi düşün."

Mateusz silahı Henrik'e doğrulttu. Henrik ihanete uğramış gibi görünüyordu. Mateusz'un asıl niyetini anlamıştı ve şimdi öfkeden köpürüyordu.

"Hain!" diye bağırdı ağzından tükürükler saçarak, "Vatan haini! Sen bir teröristsin."

"Sus!" Mateusz silahı salladı, Henrik titredi ama Mateusz'a hakaret etmekten geri kalmadı.

"Arkadaşlarını öldürdün! Şimdi de kardeşini-"

"KAPA ÇENENİ!" diye kükredi Mateusz ve sesi meydanda bir süre yankılandı. Herkes bir kez daha nefesini tutmuştu. Seyircilerden çıt çıkmıyordu. Yeniden Mateusz'a baktım, onu daha önce hiç bu kadar öfkeli gördüğümü hatırlamıyordum.

Henrik ise birkaç duyguyu bir arada yaşıyordu, onu izlemek yorucuydu. Hem canı pahasına yalvarmak istiyordu, hem de kibrinden susuyordu. Mateusz'tan tiksiniyordu, bir yandan da bunu gizlemeye ve pazarlık yapacak bir şey bulmaya çalışıyordu.

Mateusz nişan aldı, tatlı bir esinti saçlarının arasında gezinirken gözlerini kıstı.

"Dur!" dedi Henrik, tiz bir sesle. Kıpkırmızı suratında şu ana kadarki en gerçek duygusunu görüyordum; ölüm korkusunu. "Bağışla beni... Mateusz, kardeşim... Babamızı unutma... Babamız-... Babamız ne düşünürdü?"

Henrik'in yüreğinden kopan bu son yakarış, canını kurtarmak için son teşebbüsüydü ve Mateusz'un sağır kulaklarından sızmayı başaramamıştı. Kalbi kaskatıydı, olması gerektiği gibi... Mateusz asla unutmayacağım o şeyi söyledi:

"Ona kendin sorman gerekecek."

İki el ateş etti. Tam alnının ortasına. Mateusz'un pantolonun paçalarına kandan minik benekler sıçradı. Kalabalıktan haykırışlar koptu. Henrik'in gözleri başının arkasına yuvarlanıyordu, bedeni bir süre dengede durduktan sonra yere kapaklandı. Mateusz'un silah tutan eli gevşeyip yanına düştü, kolları titriyordu. Yerde oluşan kan gölü ona doğru yaklaşıyordu ama o hareketsizdi.

İlk hareket eden, böylelikle normalleşmeyi tetikleyen cellat oldu. Silahını Mateusz'tan aldı, sonra cesedi tek bacağından sürükleyerek sahneden indirdi. Henrik hak ettiği gibi getirilmemişse de şimdi hak ettiği gibi gidiyordu.

Kendime geldim, yerdeki kan izinin üzerinden atlayarak Mateusz'un karşısına geçtim. Kollarını tuttum, onu bana bakmaya zorladım. Rengi solmuştu, alnı boncuk terlerle kaplıydı, ağzı aralıktı ve hızlı hızlı soluyordu. Gözlerindeki korkuyu hemen tanıdım. Mateusz korkmuştu, hem de bir insanın korkabileceği en kötü şeyden; kendisinden korkmuştu.

*

Weiterlesen

Das wird dir gefallen

Gaddar Von Ayten gul

Aktuelle Literatur

659 277 10
Yavuz sevdiğinin üzerine son kez toprak atı daha sonra ayakları bedenini taşıyamadığı , için mezarın üzerine çöktü. bu bu hayat onu aşkla buluştura...
429 91 6
Tarih mutsuz sonları yazar.
313 115 8
Sayaç 10'dan geri saymaya başladı bizde tekrarlıyorduk. 10, 9, 8, 7, 6, 5... 4... 3... 2... 1... " Mutlu yıllar" dedik hep bir ağızdan ışıklar açıldı...
40.9K 4K 26
Telefonum her titrediğinde korku zincirime bir halka daha ekleniyordu. Kırmızı Kutu |@Balaccie| Tüm hakları saklıdır.