Capricorn-Sekai [Omegaverse]

By nonkonformist

38.5K 3.4K 4.8K

"Bırak bu tantanayı Jongin, hala masanın üzerinde, doldurmakla mükellef olduğun, boş yapraklara sahip defterl... More

Başlangıç
Avuçların Mürekkep Kokuyor
Özgürüm Kirazlarımla
Ölü Okyanus
Kanlı Ay
Arafın Kapıları
Butimar Kuşu
Baş Alfa
Sevgilim
Neden Buradasın?
Pembe Çiçek
Kim Yifan
Seni Seviyorum
Sen Bir Aynasın
Yanan Ay Ve Güneş
Çiçeklerim Solacak
Bütün Çiçeklerim Senin
İhanet
Yeşil Erik
Zamanı Bükeceğim
Korkuları Hediye Etmek
Ruhum Senindir
Benim Yuvam Sensin
Sevgilim Ölüyor
Alfamın Kalbi
Sarhoş Çiçekler
Nisan Yağmuru
Jongin İçin
Hayata Gebe
Günüm Aydı
Prometheus
Sizi Seviyorum
Yaşayamadıklarım Ve Yaşadıklarım
Kavunun Acı Tadı
Dayandım

Pata Küte Yuvarlanmak

931 86 177
By nonkonformist

Babamın bahçemizdeki elma ağacına kurduğu salıncağa bindiğim ilk zamanlar ayaklarım yere değmiyordu; toprak ile aramıza giren mesafenin yaşattığı uçma hissi kancasını özgürlüğe saplamış küçük kurdumu memnun etse de, yaptığım her salınış hareketi sonrası varlığını hatırladığım yer çekimi ivmesinin, bedenime bıraktığı baskının yoğunluğunu özümsememi engelleyemezdi fakat düşebileceğim ihtimaline karşı kazandığım bu farkındalık, yükselememekten korktuğum kadar düşmekten korkmama neden olmuyordu. Evet, küçüktüm ve salıncağa binince ayaklarım yere değmiyordu, düşsem incinirdim, dahası hiçbir vakit en yükseğe ulaşamayacağımı biliyordum; ne babamın ne de annemin gücü avuçlarımın gökyüzüne dayanmasına öncülük edemezdi, çok merak ettiğim evreni asla tanıyamayacaktım. Evet, babamın bahçemizdeki elma ağacına kurduğu salıncak Satürn'ün halkasından ayaklarımı sallandırmama yardımcı olmadı, bedenim o salıncaktan bir kez olsun yuvarlanmadı ama süslü boğamın ölü balığını yüzdürdüğü fanusu kavrayarak, gözleri yaşlı halde elma ağacına sırtını yasladığı günün sabahı ruhum, özgürlüğe kancasını saplamış aptal ruhum, salıncağın ipini boynuna geçirip intihara kalkıştı ve salıncaktan pata küte yuvarlandı. Evet, büyümüştüm ve salıncağa binince ayaklarım yere değiyordu, düşsem kalkabilirdim, dahası en yükseğe babamı uğurladığım an oraya ulaşmak hususunda kurduğum hayalleri rafa kaldırmıştım çünkü ölmeden avuçlarımın gökyüzüne dayanamayacağını, evreni tanıyamayacağımı öğrenmiştim; yine de ruhuma kirazlarla beraber yitirdiği özgürlüğün açıklamasını yapamıyordum, mutluluğu tekrar bulmasına yardım edemiyordum ve işte o gün; Baekhyun balığına kızarmış yumurta yedirdi, balığının ölüsünü fanusta yüzdürdü, yetmedi ağlaya ağlaya bize koşturup sırtını elma ağacıma yasladı... İşte o gün, ruhum özgürlüğü bir süre babamın bahçemizdeki elma ağacına kurduğu salıncakta bulduğunu hatırlayarak
-ona göre salıncağın ipine dolandı, oysa ben intihara kalkıştığına eminim- salıncaktan düştü, cezasını ise yaralarını sarmayarak verdim.

Annemin, Jojo'yu -kendisi Baekhyun'un balığıydı- ufak, karton bir kutuya koyup gömme fikrini toprakla bağdaştırarak kabullenemeyişimiz başka seçenekleri değerlendirmemize yol açmış, balıkların suda yaşayışını göz önünde bulunduran Baek, Jojo'yu denize atmak istemişti. İşte o günün sabahı, ruhumun salıncaktan düşmesinin hemen sonrasında Byun Donghyun, süslü ve üzgün boğamın abisi, Kyungsoo'yu, kardeşini ve beni alarak şehir merkezinin 30 kilometre kadar ilerisine, arabasıyla, bırakmıştı; uçsuz bucaksız bir kumsal karşılamadı dördümüzü yahut geniş iskelenin çürük tahtalarını adımlamadık. Yüksekliği baş döndüren uçurumda, rüzgarın aşındırdığı kayalıklara oturmuş, ilk kez gördüğümüz maviliği incelerken, Donghyun biz savunmasız omegalara kıyamayarak ölü balığı kendi elleriyle derinliklere yollamıştı. Baek kenara yaklaşıp Jojo'nun sonsuzluğunu zihnine kazımak istese de beline sarılarak bakmasını engelledim, zoraki olarak ayrıldığın canlının yolculuğunun nereye vardığını kestirememek bir umut zerresini retinanın arkasına yerleştiriyordu; babamın mezarının olmadığını bile bile babamın mezarını aramaya çıktığım yürüyüşlerin sebebi de o umut zerresinin retinama batıp inanma arzumu tetiklemesiydi ve ben yürüyüşlerimin hepsinin yarısını Jojo'nun mezarını da arayarak geçirmiştim. Babam ve Jojo'nun yolculuklarının sonu meçhuldü, babam ve Jojo ölmüştü.

Veya ben öyle sanıyordum.

Babamın geri gelişinin bana Jojo'nun gittiğini kabullendirmesi hayatın zıtlıklarla çevrelendiğinin fersiz bir kanıtını sunuyordu, muhtemelen özgürlük uğruna salıncaktan pata küte düşmüş ruhum yaralarını sarmayışıma sinirlenerek beni sonuca varmayan yürüyüşlere mahkum etmişti ya da Baekhyun'un uçurumdan bakmasını engellemem ve süslü boğamı kendiminkine benzer bir döngüye hapsetmemin eziyetini, bulunması imkansız iki adet mezar arayarak çekmiştim.

Kim Yifan'ın yönelttiği soruya olumlu veya olumsuz bir cevap veremeyeceğimin farkına vardığım gibi bahçeye kaçıp salıncağa sığınmışlığım, ruhumu dikiş tutmaz yaralarını yeniden gün yüzüne çıkarmaya itti: "Buradasın." diyordu. "Aynı ağaç, aynı salıncak... "

"Biz farklıyız." diye fısıldadım.

"Doğru. Artık babanın ardından tutamadığın yası, arkadaşının bir balık için tutabilmesine öfkeleneceğini sanmıyorum. Salıncaktan ben değil, sen yuvarlandın Jongin. Yitirdiğin kirazlar, boğduğun kelebekler acını azaltmana yetmiyordu. İkimizi de cezalandırdın."

Tersini ispatlamakla uğraşamayacağım gerçeği beraberinde sessiz bir kabulleniş sürükledi, başımı eğip yaralanmama -yaralanmamıza- sebebiyet veren beton bölgeye bakışlarımı dokundururken Sehun'un hediye ettiği akvaryumdan evvel tek balığıma ev sahipliği yapmış fanusu kırdığım sahneyi hatırladım. Akrebin yelkovana karşı beslediği aşktan vazgeçer geçmez zehrini zaman kıvrımlarına akıtması mı takvim yapraklarını zehirlemişti, yoksa geçen süreye duyduğumuz kin mi tarihlere takılmamıza sebebiyet veriyordu, çözemiyordum lakin 27 Kasım'dan mart ayının ikinci gününe dek yaşananlar mantığımın kabulleneceği olayları kapsamıyordu; ben okul banklarında kahve içen çocuktan sıyrılmıştım, Baekhyun şarkı söylemiyordu, Kyungsoo makyaj malzemelerini çöpe atmıştı. Vücudum geriye meyletti, ellerim salıncağın iplerini sıkıca kavramışken orblarım, güneşin ve ağaç dallarının izin verdiği kadarıyla, bulutları seçmeye çalışıyordu fakat paçalarını kıvırdığım pijamanın açık bıraktığı dizlerime yakın bir noktada hissettiğim nefes çabalarımı sınırlandırdı ve "Geç kaldın." diye mırıldandım.

"Belki." Doğruldum. Beton bölgenin ucuna bağdaş kurmuş babamı seçebilmiştim, sol avucunda kabul etmediğim papatyaları tutuyordu. "Junmyeon, beni peşinden gelmem hususunda cesaretlendirdi. Konu sen olunca savsaklıyorum."

Konuşurken dolgun dudakları büzülüyor, kalın kaşlarını çatıyordu ve karşındakinin hoşuma gitmeyecek bir durumu dile getirdiği vakit burnu kırışıyordu. Mimiklerimizin neredeyse aynı olmasını olağan karşılamam gerekirdi ancak yapamıyordum; şaşkınlıktan kurtulamayışım ise cümlelerini geç algılamam ile sonuçlanıyordu. "Annemin adını asla kısaltmıyorsun, neden?" Sorduğum soruyu beklemiyor olacak ki dudakları aralandı. "Herkes annemin adını 'Jun' olarak telaffuz ediyor, senin o şekilde kullanmayışın dikkatimi çekti."

Anlayışla başını salladı, yanıma geldiğinden beri, konuşmak dışında, kıpırdatmadığı dudaklarının kenarları görülmesi zor bir kıvrımın önderliğini üstlenerek bükülünce, onun hakkında bir şeyleri merak etmemden ötürü memnuniyet duyduğu çıkarımını yapabildim, belki de yapmak istiyordum; yaşantımın hiçbir evresinde cevaplardan çok sorulara muhtaç kalmamıştım, sonuç odaklı davranıyordum, hatta merakımı perçinleyecek olgulardan ziyadesiyle kaçınıyor, başta Sehun olmak üzere, herkesin sinirlerini geriyordum. Şimdi... Babamın soracağı yegane soru için nelerden vazgeçeceğimin listesi önümde uzanıyordu; kağıdın yıpranmışlığı, harflerin silikliği bulandığım heyecanı kenara atmaktansa keşfetmeye düşkün tarafımı hortlatıyor ve edinmeyi dilediğim soru işaretlerini aramıza akıtmama sebebiyet veriyordu. İlk adımı atmamıştım, yürümek eyleminden oldukça uzak bir noktada dikiliyordum, yine de emekleyebilir ve avuçlarımı parçalamak pahasına, iplere tutunarak, babamın karşısında dimdik durabilirdim. Kim Yifan "Omegamın isminin tadını seviyorum, dudaklarımı karıncalandırıyor." diye mırıldanana dek siyah şeritlerin ikiye yardığı irislerinden çekmediğim bakışlarım anlık olarak -geçen yaz annemle boyadığımız- krem rengi çitlere çarpıp geri dönmüştü. "İsmini kısaltsam... Yaşadığım zevk yarım kalır Jongin, anlatabiliyor muyum?"

Rüzgar esiyordu, kıpırdattığı yaprakların hışırtıları hafif sallanan bedenimin kalın dallara sürttüğü iplerin sesine karıştı. Koşarak çitlerden atlasam, şehri arkamda bırakıp denizin çevrelediği uçuruma varsam, pata küte yuvarlanır mıydık ölüme veya ölümsüzlüğe, sonuma yahut sonsuzluğuma? Nice depremler atlatmış irislerin karanlığını üstlenerek, "Ben de 'baba' hitabının tadını seviyordum, niçin dudaklarımın karıncalanmasını engelledin?" diye yakınışımın üzerini birkaç kalp atışı dolduramamışken babam, kollarını bacaklarımın etrafına dolayıp alnını dizlerime yasladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Koca bedeninin sarsıntısı salıncağı etkiliyordu, iplerin avuçlarımı soyduğunun farkındaydım ama kıpırdayamıyordum.

Babam ağlıyordu.

Vicdanım ile aramıza çektiğim ahşap masaya beyaz bir örtü serdim. İki tane kadeh, gümüş şamdan ve metali dil kıvırtan bir çakı yerini aldığı sırada şarap şişesini üç sandalyeden boş olanına bıraktım. Mumun fitili ateşlendi, kadehler doldu. Çakıyı avucuma sapladım mürekkep kokusunu silmek amacıyla çünkü benim avuçlarım babam gidince mürekkebe bulanmıştı. Kadehler boşaldı, tekrar doldu, şarap taştı, döküldü. Masadan kalkarken beyaz örtü kıpkırmızıydı, kimse şarap ve kanı ayırt edemedi.

Şarap ve kanı ayırt edemedim.

Babamın gözlerinden akan tuzlu sıvı ruhumu, sarmasına izin vermediğim yaralarını sızlatırken bu cümlenin dudaklarımı sıyırmasını bekliyormuşçasına içinde ne var ne yok dışarı boşaltmaya ant içmiş adamın gür saçlarının dibine; son kez gözlerini yumduğuna ve cebinde bahar aylarını unuttuğuna inandığım zamanlar cebinden mart ayını çalmaya çalışırken kırdığım işaret parmağımı, nisanı yakalamışken kırdığım serçe parmağımı, mayısa tutunmuşken kırdığım baş parmağımı bastırdığım an lekeli örtü omuzlarıma sarılmış, ayak bileklerime değin uzanmıştı. "Affedemiyorum."

Burnunu tenime değdirerek gözlerini açığa çıkardı, sel basmış orbları yüreğimdeki ekinleri alıp götürürken boğuk tınısını işittim: "Affetme Jongin, affetme oğlum. Yalnızca yaşadığımı kabullen, varlığım seni tedirgin etmesin." Eğilip dizimi öptü. "Buradayım Jongin, baban burada. Söz veriyorum gitmeyeceğim. Söz veriyorum..." dedi vurguyu hecelerin herbirine yayarak. "kabusun olmayacağım." Giydiği, anneme ait olan, pembe tişörtü çekiştirerek kolunu yukarı kaldırmasını sağladığımda burun çekişleri devam ediyordu. Elinin kemikli tarafını bacağıma dayadım, avucuna gömülmüş tırnak diplerine dokunduğum vakit parmakları hürriyetini ilan etti ve papatyalarla karşılaştım. "Ölmedin." Babamın güçlü tutuşu altında taç yaprakları zedelenmiş papatyalar parmaklarım arasına geçmişti. "Buradasın ve hala tüm çiçeklerin benim."

"Yaşadığım müddetçe tüm çiçeklerim senin. Eğer ölürsem..." Susmasını istediğimi elini sıkarak belli ettim, buna rağmen, "Onları mezarıma getir." diye devam ettirdi duymaya dayanamadıklarımı.

"Sarang'ı etrafımızda görmek zorunda mıyız?" Acilen konuyu değiştirme güdüm konuşmaktan çekindiğim bir meseleyi gündeme getirmem ile sonuçlanırken babam vücudunu eski konumuna sokup ıslak yüzünü kuruladı. "Sarang, Sehun ve Chanyeol'un arkadaşı." Onaylar bir mırıltı çıkardım. "Eğitim sürecine dahil olan tek omega sayılır, en azından belli bir yaşa kadar. Alfalar güçlüdür, kırılgan bir omegaya tahammülleri yoktur; Sarang'ı da dışlarlardı, bu gibi durumlarda Sarang suratını asar ve onları bana şikayet ederdi, genelde aralarına girmezdim. Sehun, Sarang'ın ortadan kaybolduğunu fark edene dek yemek yer, oyalanırdık."

"Onu benim yerime mi koymuştun?"

"Asla." Sesinin gereğinden yüksek çıktığını fark edince dudağını ısırdı. Birkaç saniye sonra, "Jongin." diye soludu. "Sen birini benimle eş değer tutabilir miydin?"

"Benim babam sensin." Neredeyse hırlamıştım.

"Benim de oğlum sensin." Söylediğimin saçmalığının altını çizercesine gülümsedi. "Sarang veya bir başkası senin yerini tutabilir mi? Ben böyle bir düşünceye kapılabilir miyim? Hayır. Ama Sarang'ı etrafımızda istemeyişini sorgulamayacağım. Şu aşk üçgeninden haberim var, unutmamalısın ki Sehun seni, Chanyeol ise baş belası Baekhyun'u seviyor." Göz kırptı. "Kıskançlık gereksiz." Ayaklanırken yanağımı okşamayı ihmal etmemiş ve içeri girmeden önce, "Sarang'ı göndereceğim."diye fısıldamıştı.

'Aşk üçgeni mevzusunu gündemimizden çıkardık.' diyemedim. 'Asıl sorun, seni kıskanmam baba.'

**

Sağ elimle tuttuğum şişi ilmekten geçirip çapraz duran iki şişin arasına yün ipi doladım ve sağ elimin parmaklarını sardığım şişi bu sefer geriye çekerek sivri ucu minik boşluğa sokuşturdum. Sürekli tekrar ettiğim bu ritüel annemin' kafa dağıtma' adı altındaki aktivitesini kapsıyordu; Sehun'suz tükettiğim altıncı gün psikolojimi olumsuz yönde etkilerken cevapsız kalan her arama endişelerimi artırıyordu, Baek ve Soo'nun da benden farksız olmadığını hesaba katarsak sakinliğimizi korumayı bir kenara bırakmamız kaçınılmaz sona zemin hazırlamıştı.

Deliriyorduk.

Beyefendilerin çağımızın getirilerine ayak uydurarak -annem, hayatı paylaşmanın eskisi kadar rağbet görmediğini söylerdi - aktif kullanmadıkları sosyal medya hesaplarında gezindiğimiz vakitler özlemle kuduruyor, saçmasapan tatlı ve ağlama krizlerine giriyor, başlarına bir şey geldiği şüphesine yenilip evden kaçma girişimlerinde bulunuyorduk. Sabırları kalmayan ebeveynlerim hepimizi koltuğa oturtmuş, ellerimize bir yumak ip ve iki adet şiş tutuşturmuştu. Battaniye örüyorduk, doğrusu battaniye parçalarını örüyorduk çünkü annem farklı renkteki, kare parçaları birleştirerek battaniye oluşturacağını anlatmıştı. Kim Junmyeon'un hayal ettiyse yapacağını bildiğimden pek umursamadım, bir yılı aşkındır örgü örmeyişimin verdiği acemiliği çabuk atmış, sarı yumağı yarılamıştım. Örgü örmeyi Baek, Soo ve bana annem öğretmişti, hayatın akışından bir şekilde soyutlanmamız bizleri değişik aktivitelere itiyordu; yemek yapardık, tuvalleri renklendirirdik, ahşap boyardık, örgü örerdik... Kafa dağıtma aktivitelerimiz çeşitlendirilebilirdi.

"Yanlış yapıyorsun." Kyungsoo, Donghyun'un boğazına şiş dayamış bağırıyordu. O şişin şah damarına girmeyeceğinin güvencesini kimse veremezdi fakat kardeşinin eve uğramamasını bahane ederek buraya damlamış, babamı gördüğü vakit takındığı normal tavırı sorgulamamız üzerine baş alfayı koruyan birliğin içinde olduğunu öğrendiğimiz ve üç omeganın dayağına maruz kalmış Byun Donghyun'un cezasını Kyungsoo kesiyordu: Örgü ördürerek. "Güzel gözlüm, zorlamasak mı? Beceriksizin tekiyimdir ben."

"Arkamızdan iş çevirirken bayağı becerikliymişsin."

"Gizlilik..." diye bağırınca Kyungsoo şişle boğazını dürtükledi. "Bitter çikolatam, Yifan babam beni deşerdi sizlere söylesem."

Babam, "Deşerdim."diyerek onayladı, başım sesin geldiği tarafa döndü; annem eşinin omzuna yaslanmış uyukluyordu, babam fırsattan istifade örgüyü inceliyordu ve bir bok anlamadığına emindim. "Donghyun suçsuz, gizliliğimiz esastır." Çözemeyeceğini kavramış olacak ki örgüyü sehpaya fırlattı. "Kyungsoo, koltuktaki pikeyi verir misin? Junmyeon bu ara çok üşüyor." Donghyun'u kurtarmayı amaçladığını biliyordum, sanırım Kim Yifan çoğu şeye kayıtsız kalamıyordu. Sarang'ı en son kahvaltı masasında görmüştüm, babam onu cidden göndermişti. Bazı geceler hava alma bahanesiyle dışarı çıkıp Sehun'u aradığını annem ağzından kaçırmış, hazır lafı açılmışken ordunun biricik askerini geri çağırdığını fakat babamın kabul etmediğini belirtmişti, ailesinin yanında olmalıymış. Geç kaldığı ile ilgili zırvalıkları içimde tuttum, buradaydı; kıyafetlerinin çoğunu attığımızı öne sürerek gardırobuma dadanıyordu mesela, oğlunun kıyafetlerine sığabilmek önem arz ediyordu onun için ve bir yandan bu durumun büyüdüğümün kanıtı oluşuyla böbürleniyordu. Değişik bir adamdı ya da daha alışamamıştım. Zamana yayıyorduk ilişkimizi ama bazıları kendimi yanağımı avucuma dayayıp onu izlemekten alıkoyamıyordum, şimdi de gözlerimi babama dikmiştim ki kapıya hızla vuruldu ve Sehun'un aurasını hissettim. Baekhyun, ayağa kalkmama fırsat vermeden kapıya koşturdu. Araladığı kapıdan önce Chanyeol'un girdiğini gördüm, koluna kalın kitaplar istfilemişti. Burnunu Baek'in saçlarına sürtmesinin ardından kitapların hepsini sehpaya bırakır bırakmaz kapının daha fazla açılmasını sağlamış, onunkinden kalın kitapları kucaklayan Sehun aksayarak salonun ortasına yürümüştü. Kitapları sehpaya bırakamadan halıya takılıp dizleri üzerine düşmesini çığlığım takip ederken dört bir yana saçılmış kitaplardan kaçınarak Sehun'a ulaşmayı denedim ancak elleri zemine dayalı halde gözlerini kaldırınca bacaklarımı hareket ettiremedim; orblarının akı düzensiz, kırmızı çizgilere ev sahipliği yapıyor, mavi irisleri odağını sağlayamadığından titriyordu. "Başardım." Harfleri yuvarladı. "Bilinmezliklerden kurtulduk. Okuyamadığımız metinleri çözdüm, efsanenin bütününe vakıfız Jongin. İnanabiliyor musun?" Kahkaha attı. "Sırf sevgilimi tehlikelerden korumak adına günlerdir boktan metinlerle ilgileniyorum çünkü benim sevgilim, ortadan kaybolmamı fırsat bilerek alfalara kafa tutuyor." Tabanlarını yere basma hızına yetişemedim, soluduğum nefes ciğerlerimle buluşmadan karşıma dikildi. Asıl uçurumu seçti algım, karşılaştığım her mavilik ölümü çağrıştırıyordu. Butimar kuşuydum şimdi, can vereceğimi bile bile tuzlu suyu izlemekten vazgeçemiyordum. "Sehun."

"Zarar görecektin." dedi başını iki yana sallayarak. "Zarar gördün. Sürekli acı çekiyorsun ve ben seni koruyamıyorum. Omegasını koruyamayan biri nasıl baş alfalığı üstlenebilir? Hadi kader saçmalamış olsun, sen neden atladın o alfanın önüne?" Bileklerimi yakaladı. "Konuş Jongin!"

Titreyen dudaklarımı aralayıp, "Öylece dikilemezdim." dediğim an, "Dikilecektin." diye bağırdı. "Savunmasız omegamı yalnız bırakamazken bu işlerle ilgilenemem, değil mi? Senin için hallettim Jongin, mağaraları dolaştım, harf değişimlerini saptamakla uğraştım, o sikik kitapları okudum Jongin. Ben okudum, ben yaptım çünkü baş alfayım, seni korumam lazım, sizi korumam... "

"Yeter!" Babam bileklerimi baş alfanın tutuşundan kurtarıp geriye savrulmamı sağlayınca Sehun bağırmaktan gerilmiş dudaklarını birbirine bastırıp titrek irislerini göz yaşlarının arkasına sakladı. "Saçmalamayı kes Sehun, yoksa müdahele etmek zorunda kalacağım." Donghyun, yoğun feromonların etkilediği Kyungsoo'yu sarmalamıştı, Baek, Chanyeol'un göğsüne sinmişti, annem koltuğun dibine çömelmiş öğürüyordu. Manzara korkunçken esas harabe vücuduna hükmedemeyip yer çekimine teslimiyetini sundu, Sehun'un bedenini yere çarpmadan evvel yakalayabildiysem de ayakta duramadım ve beraber zemine çakıldık.

Kancasını Sehun'un kalbine saplamış aptal ruhum, uçurumdan pata küte yuvarlandı. Yolculuğunun sonu meçhuldü.

**

Evet, gözler çekik değil, Sehun'un gözleri hiç değil ama bayağıdır telefonumda duruyordu, koyayım dedim. ^^

Bu arada spoi olmasın ama Sehun'un sinirlendiği mevzuyu daha bilmiyoruz, kızmayın çocuğuma.

Baba mevzusunu da kapattım, olay Sekai'den uzaklaşıyordu.
Byun Donghyun'u da sevin. 😉

Muhtemelen diğer bölüm, bir noktada, zaman aşımı yapacağım.

Continue Reading

You'll Also Like

1.6M 110K 29
Başkomiser Han Jisung ve seri katil Lee Minho
241K 9.1K 76
Ailesinden kalma küçük ve güzel pastanesiyle ilgilendiği sırada rastgele bir mafyadan gelen mesaj ile dalga geçip uğraşan bir kızın hikayesi
137K 12.4K 22
taehyung ve jungkook birbirlerinin yan komşularıydı. there is no other universe then, stay with me texting + instagram 03.02.24 This fiction is dedic...
92.1K 17.8K 15
oğlum sadece en sevdiği oyuncakları kırıyor. ben onun yok ettiği kumdan kalelerin kralıyım omegaverse, etl texting