DOLUNAY ||DÜZENLENİYOR||

By MaviKelebek_-_-_

1.8M 97.1K 33.3K

Zengin, şımarık ve akıl almayacak derecede çılgın olan Pera verdiği büyük parti sonucu kendini dedesi ve baba... More

BÖLÜMLER DÜZENLENİYOR
TANITIM
KESİT
1. BÖLÜM - SÜRGÜN
2. BÖLÜM - YEŞİL GÖZLÜ YABANCI
3. BÖLÜM - KURTLAR
4. BÖLÜM - DOLUNAY GECESİ
5. BÖLÜM - VİCDAN MUHAKEMESİ
6. BÖLÜM - KARANLIĞA BULANMIŞ YALANLAR
7. BÖLÜM - GÜÇLENEN ŞÜPHELER
8. BÖLÜM - DEĞİŞİMLER VE DEĞİŞENLER
9. BÖLÜM - ZİNCİRE VURULAN BEDENLER
10. BÖLÜM - SONU GELMEYEN SANRILAR
11. BÖLÜM - GİDENLER VE KALANLAR
12. BÖLÜM - GENİŞLEYEN AİLE
14. BÖLÜM - GEÇMİŞİN TOZLU RAFLARI
15. BÖLÜM - ECE
16. BÖLÜM - ÇIĞIRINDAN ÇIKMAK
17. BÖLÜM - SILA
18. BÖLÜM - BEYAZ KURT
19. BÖLÜM - ŞÜPHELER
20. BÖLÜM - ANLAMSIZ DUYGULAR
21. BÖLÜM - ATEŞ VE BARUT
22. BÖLÜM - SIRADAN BİR GÜN
23. BÖLÜM - DAVETSİZ MİSAFİRLER
24. BÖLÜM - BEKLENMEDİK SONLAR
25. BÖLÜM - İHTİMALLER
26. BÖLÜM - CENAZE
27. BÖLÜM - ANLAŞMA
28. BÖLÜM - KURTADAM
29. BÖLÜM - ÖLDÜRME ARZUSU
30. BÖLÜM - HANGİ PERA?
31. BÖLÜM - ALİ VE SİMGE
32. BÖLÜM - BETA
33. BÖLÜM - KORKULAR
34. BÖLÜM - ANNE OLMAK
35. BÖLÜM - DÜŞMAN SAFI
36. BÖLÜM - BELİRSİZLİĞİN GÖLGESİ
37. BÖLÜM - SALDIRI
38. BÖLÜM - DİŞİ KURT
39. BÖLÜM - DÜELLO (FİNAL)
2. KİTAP - ALFA
BAHT AÇMAZI
1. BÖLÜM - ALYA
2. BÖLÜM - BEYAZ VE KIRMIZI
3. BÖLÜM - VEDA
4. BÖLÜM - DÖNÜŞÜM

13. BÖLÜM - SOY AĞACI

35K 2.2K 671
By MaviKelebek_-_-_

"Aile ağacımızı görmenin zamanı geldi."

Dağhan'ın sözleri beni epey şaşırttı. Evet, herkesin bir soy ağacı vardı ama emindim ki kimse bunu somut hale getirmiyordu. Oysa bu dünyaya adım attığım an anlamıştım bahsi geçen her hangi bir şeyin somut olarak var olabileceğini. Bu yüzden şaşkınlıktan kocaman gözlerimi onun yeşillerine diktim.

"Aile ağacımız mı var bizim?" diye sordum kontrolsüz çıkan sesimle. O ağacın ne kadar büyük olabileceğini kestiremiyordum. Çünkü Dağhan'ın yüzündeki ifade her şeyin, aile ağacımızın somutluğu kadar basit olmadığını anlatır nitelikteydi ve yeşillerine düşen gölge işlerin pek de hayra alamet olmadığını haykırıyordu. Öte yandan gözlerinde gölgenin aksine sinsi sayılabilecek bir gülümseme de dudaklarında yerini almıştı.

Dağhan yürümeye başladığında peşine takıldım. Bir yandan da sorularımla onu boğuyordum tabi. Merakıma ne yaparsam yapayım engel olamıyordum. Zaten olabilseydim şu an burada olmazdım.

"Evet var."

"Çok büyük mü?"

"Büyük."

"Peki nerede? Sakın bana gerçekten bir ağacın üzerinde deme," dedim. Dağhan'ın peşinden hızlı adımlarla ilerliyordum. Ayağımdaki parmak arası terliklerle bu oldukça zordu ancak önümde arkasından atlı kovalıyor gibi yürüyen adamın umurunda olduğu söylenemezdi. Hızını hiç azaltmadan yürümeye devam ediyordu.

"Gidince görürsün ve hayır gerçek bir ağaçta değil," dedi. Sıkılmış gibiydi ama bu da benim umurumda değildi.

"Nerede peki?" diye sordum tekrardan. Belirsiz cevaplardan hoşlanmazdım.

"Gidince görürsün," diyerek yeniden aynı tepkiyi verdiğinde olduğum yerde durup ayağımı yere vurdum. Fakat bu kötü bir fikirdi çünkü ayağımın önünde duran ve daha önce fark edemediğim taşa tekme atmıştım.

"Ayağım! Ayağım! Ayağım!" diyerek olduğum yerde zıplamaya başladım tek ayağımın üzerinde. Dağhan arkasını dönüp bana baktığında başını iki yana salladı. Utancımdan yerin dibine girmekle, kırıldığından emin olduğum ayak parmaklarımı koparıp atmak arasında kaldım. Rezaletin dibini sıyırıyordum şu an. Çektiğim acıyı ise saymıyordum bile.

"Sakarsın," dedi ve kollarımı tutup beni bir kayanın üzerine oturttu. Neredeyse köyden çıkmak üzere olduğumuzuysa o an anlamıştım. Söylediği bu tek kelime beni aylar öncesine götürürken kaşlarımı çattım ama ne yazık ki inkar edemedim. Gerçekten bazen ciddi anlamda sakar olabiliyordum.

"Sanırım ayağım kırıldı," dedim söylediğini görmezden gelerek. Dağhan önümde eğilip canımı acıtacak biçimde tuttu ayağımı. Ağzımdan çıkan çığlığa hakaret dolu cümlelerim eşlik etti.

"Yavaş olsana hayvan herif! Ayağım kırıldı diyorum anlamıyor musun?!"

Sözlerim karşısında sessiz kalan Dağhan terliği ayağımdan çıkardı. Bu kez daha nazikti fakat yine de canım yanmıştı. Dudaklarımdan çıkan inlemeye mani olamadım. Acı çekiyordum. Ve Dağhan sanki bunu daha da katlamak istermiş gibi ayak parmaklarımı tutup çekti. Ağzımdan koca bir çığlık firar ederken ağaçlarda konaklayan kuşlardan bir kaçı uçtu.

"Bağırma!" dedi sert sesiyle Dağhan. O an keşke taşa değil de onun kafasına bir tekme atsaydım diye düşündüm. Canım acıyordu ve bu, bu adamın umurunda bile değildi. Ruh hastası bir sadist olabileceğini düşünmeye başlamıştım artık.

"Geri zekalı mısın sen ya?! Canım acıyor diyorum, sen acıtmak için çabalıyorsun! Ruh hastası, sadist!"

"Parmağın kırıktı, düzgün kaynasın diye yerine oturttum. Bir kaç dakikaya iyileşirsin," dedi Dağhan ve ayağa kalktı. Söyledikleri şu anda benim için bir anlam ifade etmiyordu çünkü canım acıyordu. Benim canım tatlıydı. Zamanında canım acıyacak diye dövmeciden kaçmışlığım vardı benim.

"Banane. Canım acıdı işte, sadist herif," dedim huysuzca ve Dağhan başını iki yana sallayarak benden uzaklaştı. Gitmeden önce söyledikleriyse ruhumu acıtmıştı.

"Ne halin varsa gör."

Gözümden bir damla yaş düştü. Uzun zamandır kendi başımın çaresine bakmak durumundaydım çünkü ailem beni kendi halime bırakmıştı. Tüm bu yaşadıklarımsa bu tutumun bit sonucuydu. Zamanında babam da aynı Dağhan gibi söylemişti.

Ne halin varsa gör.

O sözleri mıh gibi aklıma kazınmışken ve ruhumdaki bozuk temeller bu ve buna benzer cümlelerle atılmışken şimdi aynı cümleleri duymak bana acı veriyordu ve ruhum en ufak bir depremde bile yıkılmaya hazır olan bir bina kadar sağlamdı. Dağhan'ın sözleriyse gelen o depremi haber veren küçük sarsıntılar gibiydi. Küçüktüler ama bir o kadar da etkiliydiler.

"Hadi ama, o kadar canın acımış olamaz," dedi Dağhan en nihayetinde yanıma geldiğinde. Gözlerimden akan yaşlar yüzümü sırılsıklam etmişti. Burnum da akmaya başladığında yeni bir rezilliğe daha hazırladım kendini lakin Dağhan cebinden çıkardığı mendili bana uzatarak bunu engellemişti.

"Bana bir daha öyle söyleme," dedim çatallı çıkan sesimle. İçimdeki çocuğun hayallerini yıkan kelimelerdi bunlar. Emindim ki kıpkırmızı kesilmişti yüzüm.

"Ne?"

Dağhan'ın anlamayarak bana bakması üzerine bana acı veren o cümleyi zorlukla sarf etmek durumunda kaldım.

"Ne halin varsa gör," dedim ve yutkundum. Boğazımdan zorlukla geçti o yumru ve ben kendimi toparladığım anda o mutlu maskeyi tekrardan yüzüme oturttum. "Bana bir daha öyle söyleme."

"Tamam, söylemem," dedi Dağhan. Yüzündeki o ifade emin olamadığını anlatır nitelikteydi fakat yeterince yakın olmadığımız için nedenini sormadı. Onun yerine önden yürümeye başladı ve ben de çok geçmeden kendimi tam manasıyla toparladım.

Peşine takılmış onu takip ederken biraz daha yavaş olmasını istiyordum fakat o, eğer görmek istiyorsam ona yetişmem konusunda ısrarcıydı. Az önceki sorularımın yerini bu kez yavaşlaması için sarf ettiğim yakarışlar almıştı. El mecbur, ayağımdaki terliklere rağmen, ona yetişmek için çabaladım. Hangi akla hizmet bu terlikleri giydimse zaten...

Dağhan ormana girdiğinde, bir anlık tereddüt etsemde peşinden gitmeye devam ettim. Boyunun benden uzun olması onu avantajlı kılıyordu ve, ayağımı çizen kuru dal parçalarına rağmen, koşmak zorunda bırakıyordu beni.

Toprak eğimlenmeye ve biz bir tepeye doğru çıkmaya başladığımızda giydiğim terliklere bir kez daha lanet ettim. Bir daha bu köyde terlik falan giymeyecektim. Hatta bırak terliği spor ayakkabıdan başka bir çeşit ayakkabı bile kullanmayacaktım. Ah, güzelim sandaletlerim bavulda çürüyecekti ama yapacak da bir şey yoktu.

"Arkandan atlı mı kovalıyor be adam? Biraz yavaş yürüsen ölür müsün?" diye bağırdım arkasından. Zira kendileri benden neredeyse on metre kadar ilerdeydi.

"Arkamdan atlı kovalamıyor ama senin gibi sakar bir kız yürüyor. Ve Pera," dedi bana dönüp. "Biraz daha hızlı yürümezsen geride kalacaksın. Aile ağacını görme şansını da kaçıracaksın."

"Pisliksin. Ayağımda terlik var ve sen sanki fark etmemişsin gibi davranıyorsun. Yürüyemiyorum işte neden biraz yavaşlamıyorsun?" deyip olduğum yerde durdum. Yaşadığım dejavuyu görmezden geldim ama herhangi bir taş ya da ağaç parçası var mı diye etrafımı kolaçan ettim. Ne olur ne olmazdı neticede, yeniden tekme atmam gerekirse en azından ayağımı kırmamış olurdum.

"Görende tabakaneye bok yetiştiriyor sanacak," diye söylendim kendi kendime. Hayır, yorulmamıştım. Zaten haftalardır yorgunluk namına bir şey hissetmiyordum ancak terliklerimi kaybetmek veya bir kez daha yaralanmak istemiyordum. Bu yüzden olduğum yerde kalmaya devam ederken, kollarımı göğsümde kavuşturdum. Bana, aile ağacını görmeyi kendisi teklif etmişken bensiz gidemezdi sonuçta.

Bir kaç metre daha arayı açmış olan adam, söylediklerimle nihayet durdu ve bana döndü. Büyük adımlarla tepeden aşağı ilerleyip yanıma geldi.

"Ne dedin sen az önce?" diye sorduğunda kendi kendime söylediğim şeyi duyduğunu anladım. Duyacağından şüphem yoktu zaten ama buna kızıp geri dönmesini beklemiyordum.

"Tabakaneye bok yetiştiriyorsun, dedim," derken bir an olsun tereddüt etmedim. Bazen ağzımı ciddi anlamda bozabiliyordum ve bu en hafifiydi.

"Bok?"

"Evet, ne var bunda?" derken yüzündeki ifadeden oldukça keyif alıyordum. "Hem," dedim on doğru bir adım atarak. "Ya yürümezsem... Sana yetişmek için koşmazsam ne olacak? Beni ormanda yalnız mı bırakacaksın?"

O da bana doğru bir adım attı. Sıcak nefesi usulca yüzüme çarparken dudaklarıma kibirli bir gülümseme yerleşti.

"Neden olmasın?" dedi Dağhan. "Sen ormanda yalnız dolaşmayı seversin."

Gülümsemem gittikçe büyürken, "Git o zaman," demekten geri durmadım. "Geri dönüş yolunu bulamayacağımı mı sanıyorsun?" Biraz durup düşünürmüş gibi yaptım. Sonra, "Belki de bulmam," diyerek kaşlarını çatması için ona bir fırsat verdim. Bu fırsatı elbette değerlendirdi ancak değerlendirdiği tek fırsat o değildi. Bana doğru bir adım daha attığında aramızdaki mesafe de kısalmış, hatta kalmamıştı. Şimdi her nefes alışverişinde diş macunu kokan nefesi tenimde geziniyordu. Gözleri bu kadar yakından daha güzeldi. Kemikli yüz hatları bana fazlasıyla çekici gelirken, parmaklarımı çevresinde dolaştırmamak için insan üstü bir çaba sarf ettim. Bu adamın bana yakın olması ayarlarımı fena bozuyordu.

"Belki de bulmam, derken?" dedi sorarcasına Dağhan. Hayal miydi yoksa gerçek miydi emin değilim ama bir an için bakışlarının kıvrılan dudaklarıma kaydığını sandım.

"Burada beklerim," dedim. Dudaklarımı büzdüm. "Sen gittiğinde burada kalıp kaybolurum. Derya Teyze veya Samet Dayı illa ki sorar nerede olduğumu değil mi? O zaman onlara ne diyeceksin? Bana yetişemedi, o yüzden ormanda bıraktım mı?"

Gözlerinde gördüğüm öfkeyle sırıttım. Doğru noktaya parmak basmıştım ve onu fazlasıyla sinirlendirmiştim. Bu bana tarifi imkansız bir haz verirken, bunun tadını çıkarmaktan geri durmadım. Ancak geri durmayan tek kişi ben değildim.

Dağhan bana doğru son bir adım daha attığında artık aramızda hiç mesafe yoktu. Öfkeyle aldığı nefeslerin şişirdiği göğsü, benim göğsüme çarpıyordu. Bana bağıracağını ya da dönüşüp saldıracağını sandım ama yanıldım. Çünkü Dağhan'ın, "Madem yürüyemiyorsun, neden bu terlikleri giyiyorsun? Aklından zorun mu var?" diye sorması ve beni, bir patates çuvalı misali omzuna atması eş zamanlı gerçekleşti. Neye uğradığımı şaşırarak küçük bir çığlık attım ve kollarımı Dağhan'ın beline doladım. Bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorgulamak için vakit bulamadan kalçasına çarpan başımı geri çekmek için atak yapmakta gecikmedim. Kollarımı belinden çözüp dirseklerimi onun sırtına koydum ve ellerimi de çenemin altında birleştirdim. Nereye gittiğimizi bilmesemde beni oraya kadar taşıyacak olması iyi bir şeydi. En azından bu konuda insaflı davranmıştı ya da ailesinin tepkisinden korkmuştu. Sebep her neyse sonucun işime gelmediğini söyleyemezdim.

Kalan yolu Dağhan'ın omzunda, rahat bir şekilde gittim. Nihayetinde tepenin zirvesine ulaştığımızda pek de nazik olmayan bir şekilde beni yere indirdi. Bu yaptığı sinirlerimi bozsada sesimi çıkartmadım. Geri dönüş yolunda da beni taşıması ihtimali varken bunu geri tepemezdim.

Neden buraya geldiğimizi anlamak için arkamı döndüm. Tepenin üzerine ufak, ahşap bir kulübe oturtulmuştu. Çevresi ahşap çitlerle çevrilmiş olan kulübenin yine ahşap kepenkleri vardı. Bahçenin içi çiçekten ziyade adlarını bilmediğim çeşitli bitkilerle doluydu. Kulübenin verandasındaysa, elindeki havanda bir şeyler döven yaşlı bir adam oturuyordu. Adam, bize bakma gereği bile duymadan, "Hoşgeldin Dağhan," dedi. "Sen de hoşgeldin Pera."

Şaşkınlıkla adama baktım. İsmimi nereden biliyordu? Dağhan mı söylemişti geleceğimizi? Ama buraya geleceğimiz belli bile değildi ve belli olduğunda Dağhan'ın birisini aramadığından da emindim. O halde bu adam beni nereden tanıyordu?

"Beni nereden tanıyorsunuz?" diye sordum. An itibariyle bütün görgü kurallarını yıkmış ve bu adama merhaba bile demeden merak ettiğim şeyi dile getirmiştim.

Yaşlı adam havanı yanındaki sehpaya bırakıp sallanan sandalyeden kalktı. Bu tip sandalyelere oldum olası aşıktım ve içimde gidip oraya oturmak gibi tarifi imkansız bir istek yer bulmuştu.

"Bu kadar şaşırma Pera," dedi yaşlı adam. "Yarım saattir gelmenizi bekliyordum. Evet, eski gücümü kaybetmiş olabilirim ama sezgilerim hala benimle."

"Bu beni nereden tanıdığınızı açıklamıyor," dedim ve anında karnıma bir dirsek darbesi yedim. Dağhan'ın öfkeki bakışlarına karşılık ne var dercesine omuz silktim.

"Merhaba Asaf Dede. Nasılsın?" diye sordu Dağhan ve gidip yaşlı adamın elini öptü.

"Gözlerim yollarda kaldı evlat. Kokunu aldığım anda en geç yirmi dakikaya burada olurdun. Benim duyularım mı keskinleşti yoksa siz mi yavaş yürüdünüz?"

Hala daha şaşkınlıkla adama bakarken onun da bir kurt olduğunu anlamam uzun sürmedi. Şu ana kadar gördüğüm en yaşlı kurttu hem de. Hoş, pek fazla kurt görmemiştim ya neyse.

"Pera yürüyemediği için onu taşımak zorunda kaldım Asaf Dede. O yüzden geciktik," diye açıklama yapan Dağhan'a göz devirdim. Aklınca bana laf çarpıyordu. Şimdilik sessiz kalmamın nedeniyse bu yolun bir de dönüşünün olmasıydı. Nasılsa bir şekilde çıkarırdım sinirimi.

"Pera. Gel buraya kızım. Uzun zamandır seni görmüyordum. Ne kadar büyümüşsün. Tek değişen yönün kokun değil anlaşılan."

Birkaç adımda yaşlı adamın yanına ulaştım. Elini öpüp, "Merhaba." dedim. "Beni nereden tanıyorsunuz?"

Sorularımı tekrarlamaktan nefret etsemde bir kez daha sormuştum bunu. Eğer bu seferde cevap alamazsam çığlık atabilirdim.

Sıcak bir gülümseme eşliğinde bana bakan yaşlı adam, elini omzuma yerleştirip beni hafifçe kendisine çekti. Kollarını etrafıma doladığında ben de ona sarıldım. Yeni tanıştığım birisine neden sarıldığıma anlam veremedim ama hissettirdiği aidiyetten yoksun kalmak da istemedim. Bir yere ait olmak şu dünyada sahip olunabilecek en büyük nimetti şüphesiz.

"Mehmet'in kızısın sen. En son gördüğümde daha minicik bir bebektin. Ne kadar masumdun, ne kadar güzeldin. Hala daha çok güzelsin. Üzerine kurt kokusu yayılmış olsada esas kokun hala yerinde duruyor," diyen adama, 'Masumiyetimi kaybedecek kadar çok acı çektim,' dememek için kendimi zor tuttum.

Adamdan ayrılıp yüzüne baktım. Yılların vermiş olduğu yorgunluğun izlerini taşıyordu. Yüzüne ve ellerine oturmuş olan kırışıklıklar bile gençken ne kadar yakışıklı olduğu gerçeğini gizleyemiyordu.

"Siz kimsiniz?" diye sordum.

"Ben," dedi adam arkasını dönüp kulübeye ilerlerken. "Babanın dedesiyim. İsmim Asaf."

"Tanıştığıma memnun oldum." dedim. Asaf Dede ise beni başıyla onaylamakla yetindi. Ardından küçük kulübeye girdi. Dağhan'a bakıp ne yapacağımızı söylemesini bekledim. Başıyla gel işareti yapıp o da kulübeye girdiğinde omuz silkip peşlerinden gittim.

Kulübenin içinde tek kişilik bir yatak, çift kapaklı bir gardırop vardı. Kenara iliştirilmiş eski sandığın üzerine beyaz bir örtü örtülmüştü. Mutfak da bu kısma dahildi. Tek odalı olan kulübe oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık beni biraz boğsada sesimi çıkartmadım.

Asaf Dede, kulübenin duvarında asılı duran halıyı çengelinden çıkardığında karşıma kocaman bir soy ağacı çıkmıştı. Duvarı boydan boya kaplayan isimler ardı ardına sıralanmış, çatallanıp yeni yollar çizmişti kendine. Bir bakıma Harry Potter'daki Black'lerin soy ağacı gibiydi. Öyle büyüktü ki bu kadar akrabam olması bile beni şaşırtmıştı.

Yavaşça duvara yaklaşıp her ismi inceledim. Annem, babam, dedem, babaannem, ve pek çok isim vardı. Tanımadığım kişilerin de isimlerinin yer aldığı ağaçta Serhat ve Ferhat'ın isimlerine rastlamam beni şaşırtmamıştı bile. Tek şaşırdığım nokta ismimin altında yazan 'insan' ibaresinin karalanıp 'kurt' yazılmasıydı. Belki de şaşırmamalıydım ama o belki benim için geçerli olamamıştı ne yazık ki.

Sonra gözlerim Atilla ve Sırma çiftiyle çocuklarının olduğu kısma kaydı. Ağacın dalları bu çiftin çocuklarından sonra ilerlemiyordu. İşin ilginç yanı ölüm tarihleri de yoktu.

"Onlara ne oldu?" diye sordum merakla.

Asaf Dede derin bir nefes aldı. Yüzü hüzünle gölgelenirken dudakları aralandı.

"Samet on altı yaşındaydı o zaman. Sürünün alfası bendim. Ama bu iş beni çok yoruyordu, özellikle Hüma gittikten sonra devam edemeyeceğimi anlamıştım," diyen Asaf Dede'nin sözleriyle gözüm yeniden ağaca kaydı. Asaf ve Hüma çifti gözüme ilişti önce, sonra da kadının adının altında yer alan doğum ve ölüm tarihi. Babamın anneannesi çok genç bir yaşta ölmüştü.

Asaf Dede, "Sürüyü Samet'e bırakmaya karar verdim," dediğinde yeniden ona baktım. "Kimse buna karşı çıkmadı. Benim zorlandığımın bilincindeydi hepsi ve alfalığı devretmem hem benim için hem de sürü için daha iyi olacaktı. Herkes bunun farkındaydı. Samet her ne kadar genç olsada becerikliydi ve bunu yapabilecek güçteydi. Kardeşim, Atilla'ysa yeğeninin alfa olmasını yediremedi. Samet'e meydan okudu. Bir sonraki alfanın kendisi olması gerektiğini düşünüyordu ama Atilla bu iş için uygun değildi. Fazla hırslıydı o ve tabi öfkeli. Bu yüzden Samet'le kapıştılar ve sonunda oğlum bu iş için uygun olduğunu bir kez daha kanıtladı. Sonuç olarak Atilla sürüden ayrıldı. Eşini ve çocuklarını da alıp gitti. O günden sonra onlardan haber alamadık. Nerede ve ne yapıyor bilmiyorum."

Anlattığı şeyler yine ve yine benim bilmediğim şeylerdi. Ailem genişlerken sorunlar da büyüyordu ve ben bu sorunlarla başa çıkabilecek miydim bilmiyordum. Geçmişimde ya da ailemin geçmişinde daha ne kadar sır gizleniyordu, bilmiyordum.

Gözlerim yeniden ağaca kaydı. Bir elimi duvara yaslayıp kayıp amcam ve onun ailesinin üzerinde gezdirdim elimi.

Neredesiniz?

***

Sizce neredeler peki? 😈

Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

Youtube - Ayşenur Tekkanat

İnstagram - aysenurtekkanat_

İnstagram 2 - aysenurtekkanat_hikayeleri

Continue Reading

You'll Also Like

290K 11.5K 24
Cehennemin efendisi ya da cennetin masum ruhlarından biri olabilirdi. Basit insan olmayı tercih edebilirdi. Çok can almış, çok günaha girmişti. Babas...
1.1K 79 24
"Saat 03.47... Yalnızlığın en derinlerindeyim. Buna ne denir bilmem, sizde bilmezsiniz. Hissizlik mi, acı mı? Bu nedir gerçekten bilmiyorum. Bildiğim...
9.2K 919 90
10 yıl önce küçük bir çocuk öldürüldü. Cesedi bulunamadı. Bir prenses gemiye bindiği ilk gün kaçırıldı. Saraydan biri var. Çok hırslı, çok zalim. Bir...
279 54 10
Beni, yani bu krallığın en iyi suikastçisini kendine mi aşık etmişti gerçekten...