A0023

Av ruhperver

841K 70.8K 29K

On altı yaşındaki Reena zamanda donduruldu. Yıllar sonra gözlerini yeni bir dünyaya açtı. Ait olduğu medeniye... Mer

Bölüm 1 - Uyanış
Bölüm 2 - T0138
Bölüm 3 - Simülasyon
Bölüm 4 - Üniformalılar
Bölüm 5 - Sürpriz
Bölüm 6 - Çekiliş
Bölüm 7 - GTT
Bölüm 8 - Hatıra
Bölüm 9 - Prens
Bölüm 10 - Zorba
Bölüm 11 - Karşılaşma
Bölüm 12 - Kurtarıcılar
Bölüm 13 - Sorular
Bölüm 14 - Koridor
Bölüm 15 - Bencil Güveler
Bölüm 16 - Gizemli İkili
Bölüm 17 - Coğrafya
Bölüm 18 - Şölen
Bölüm 19 - Anlaşma
Bölüm 20 - Mosdero
Bölüm 21 - Peri Masalı
Bölüm 22 - Chester
Bölüm 23 - Her Şey Yolunda
Bölüm 24 - Helianthus
Bölüm 25 - Gezen Ülke
Bölüm 26 - Sorgulama
Bölüm 27 - Kararsızlık
Bölüm 28 - Son Tebessüm
Bölüm 29 - Ölüme Kalmayacaktır Bu Dünya
Bölüm 30 - Suikast
Bölüm 31 - Mektuplar
Bölüm 32 - Flamitra
Bölüm 33 - Deniz
Bölüm 34 - Mahkeme
Bölüm 35 - Kubbe
Bölüm 36 - Savaşçılar
Bölüm 37 - Örgüt
Bölüm 38 - Dönüş
Bölüm 39 - Kayıt
Bölüm 40 - İnfaz
Bölüm 41 - Savaş
Bölüm 42 - Malikâne
Bölüm 43 - Hükümet Sarayı
Bölüm 44 - Hazırlık
Bölüm 45 - İdam
Bölüm 46 - Tören
Bölüm 48 - Gerçekler
Bölüm 49 - Veda
Bölüm 50 - Çığ
Bölüm 51 - Teklif
Bölüm 52 - Sevgi
Bölüm 53 - Ziyaret
Bölüm 54 - Yayın
Bölüm 55 - Kapı
Bölüm 56 - Dışarısı
Bölüm 57 - Uzlaşma
Bölüm 58 - Ocria

Bölüm 47 - Ölmeyen

3.8K 478 286
Av ruhperver

Bölüm 47 - Ölmeyen

Mateusz gideli üç saat olmuştu. Birkaç defa onu aramaya niyetlendiysem de sonra kendimi bundan vazgeçirdim. Beni yanında istemiyordu. O yalnız kalmayı tercih etmişti.

Yine de pencerenin önünden ayrılamıyordum. Tıpkı hastanede olduğu gibi, birinci bölgenin sokaklarını onu görmek umuduyla gözlüyordum. O yine gelmiyordu.

Canımı yakıyordu. Beni düşünmüyordu bile. Onu beklediğimi bilmiyordu. Ne şimdi, ne de daha önce. Patlamadan sonraki ayları ondan nefret etmeye çalışarak geçirdiğimi, bunu yaparken ne kadar yorulduğumu, sonunda sadece ona daha çok âşık olduğumu bilmiyordu.

Akşam yemeği vaktinde Sophie odama geldi. Şüphe uyandıracak kadar mutlu görünüyordu, gözlerinin içi parlıyordu.

“Akşam yemeği.” dedi ağzı kulaklarına vararak, “Seni bekliyorlar. Toplantı olacak.”

Pencereden dışarı son kez baktım, yoktu.

Sophie'ye doğru yürüdüm. Mutlu olması sinirlerimi bozuyordu, üstelik benim canım bu kadar sıkkınken.

“Senin neyin var?” dedim terslercesine.

Sophie dudaklarını büzerek gülümsemesini engelledi. “Hiç. İyiyim ben.”

Ona kuşkuyla baktım. Aslında ucu bana dokunmayacaksa istediği kadar mutlu olabilirdi. Yine de ucunun bana dokunmayacağından emin değildim.

Sophie’yle birlikte yemek odasına yürüdük. Kapının dışında durduğumuzda bir uğultu vardı, içeri girdiğimizdeyse herkes sustu. Kocaman odadaki kalabalığın tüm gözleri tabaklarının üzerinden bana dik dik bakıyordu. Masanın sonunda Misty’yi seçtim, eliyle yanına gelmemi işaret ediyordu. Çoğunu daha önce hiç görmediğim örgüt üyelerinden bazıları da beni yanlarına çağırdı. Hareket etmeye başladığımda herkes yemeklerine ve sohbetlerine geri döndü. Masanın etrafından dolandım. Masanın büyüklüğüne rağmen insanlar tıkış tıkış oturmuştu, çünkü sayıları çok fazlaydı. İçlerinde Uyanan yoktu, hepsi genç ve yaşlı bir sürü Ocrialıydı.

Yanından geçerken Teğmen bana başıyla selam verdi, çatalına kocaman bir biftek geçirmişti. Misty'nin yanında, dar bir taburede kendime yer buldum. Misty, “Bu çok güzel, bunu da dene! Bundan son iki tane kaldı.” gibi şeyler söyleyerek tabağımı doldururken ben masadaki yüzleri inceliyordum.

Aptalca bir umuttu, ama çok kalabalıktı, o yüzden Mateusz'u görebileceğimi zannediyordum.

“Gelmedi, değil mi?”

Misty tabağımı doldurmayı kesti.
Üzüntüyle, “Şey,” dedi, “hayır...”

“Yeterli.” Tabağımı önüme çektim. “Teşekkür ederim.”

Çatalı titreyen elime alıp haşlanmış patatese sürekli batırıp çıkardım. Püremsi bir kıvam alana dek, aslında hıncımı alana dek, devam ettim.

“Reena,” dedi Misty çekinerek, “konuşman çok güzeldi.”

Ona bakmadan alçak bir sesle, “Sadece sen böyle düşünüyorsun.” dedim.

“Hayır.” dedi Misty, heyecanlanmıştı. “Biz burada canlı yayından izliyorduk. Evet, önce şaşırdık tabii ama sonra hepimiz pür dikkat dinlemeye başladık. Söylediklerin doğru. Hepimiz sana inanıyoruz. Reena, orada yaptığın şey çok cesur bir hareketti. Gerçekten...”

“Öyle mi?” diyerek sözünü kestim. Çatalı bırakıp Misty’ye baktım, “O zaman neden gitti? Neden yanımda değil de-”

Aniden sustum, gereğinden fazlasını söylediğimi fark etmiştim. Misty’nin yüz ifadesi değişti. Bir an için bana acıyormuş gibi göründü.

“Jen, Mateusz’un yalnız kalmak istediğini söyledi.”

“Konuşmak istemiyorum.” dedim ve çatalımı alıp tabağımdaki yeşilliklere geçirdim bu defa.

“Biliyorum ama... Seninle ilgisi olduğunu düşünmüyorum.”

Çatalla tabaktaki bütün yeşillikleri topluyordum. Tak tak tak. Misty tabağı önümden bir anda çekince çatalı masa örtüsüne batırdım. Sonra öfkeyle Misty’ye baktım.

“İdamı izledim.” dedi, “Mateusz iki el ateş ettiğinde sanki... Sanki kaybettiği iki dostu için ateş etmişti... Onun için ne kadar zor olduğunu görüyordum. Henrik yere yığıldığında gözlerini ondan ayıramadı. Canının çok yandığı belliydi. İntikam almak isterken kendini daha çok yaraladı.”

Bir anda ayağa kalktım. İnsanların bakışları arasında hışımla kapıya yürüdüm. Orada bulunmak istemiyordum. Koridora çıktım, dış kapıya kadar yürüdüm. İki dostu için iki el ateş. Kapıyı açıp dışarı fırladım. Karanlık bastırmıştı. Canının çok yandığı belliydi. Merdivenleri indim, Teğmen Gottwald’ın arabasına koştum. Yanına ulaşınca onu açmaya çalıştım ama kapı kilitliydi. Zorladım, açılmayınca tekmeledim. İntikam almak isterken kendini daha çok yaraladı.

Kapı açılmadı. Arabanın yanına çöküp ağlamaya başladım.

“Özür dilerim.” dedim hıçkırarak, “Özür dilerim, ben... Senin... Henrik’in gebermesinin ne önemi vardı? Umurumda değildi, o yüzden anlayamadım. Ne hissettiğini... Ben de birini öldürdüm. Ben de katilim. Nasıl bir his olduğunu biliyorum. Özür dilerim...”

Bacaklarımı karnıma çekip alnımı dizlerime dayadım. Misty'nin söyledikleri zihnimde dönüp duruyordu. Mateusz için ne kadar zor olduğunu o ana kadar anlayamamıştım. Sadece kendi sorunlarımla ilgilenmiştim. Onun bencil davrandığını sanmıştım ama asıl bencillik yapan bendim.

Bir süre sonra malikânenin kapısının açıldığını duydum. Sert adım sesleri yaklaştı, yaklaştı sonra bir anda kesildi. Başımı kaldırdım.

“Arabamın önünde ne yapıyorsun?” diye sordu Teğmen Gottwald.

“Hiçbir şey.” dedim burnumu çekerek ve ayağa kalkmaya çalıştım. Teğmen Gottwald ise şaşırtıcı bir şey yaparak yanıma oturdu. O zaman kalkmaktan vazgeçtim. Bir süre daha burnumu çektim, sonra ağlamayı kestim.

“Neden geldin?”

“Jen gelecekti.” dedi, yerden bir ot aldı. “Onun yerine ben geldim. İyi anlaşamadığınızı biliyorum.”

“Seninle de anlaşamıyoruz.” dedim. Teğmen cevap vermeyince “Neden bana iyi davranıyorsun?” sordum, “Bizden nefret ettiğini sanıyordum.”

“Sizden nefret etmiyorum.” dedi Teğmen Gottwald, elindeki otla oynuyordu. “Sadece bir işe yaramayacağınızı düşünüyorum.”

Ona ters bir bakış attım.

“Düşünüyordum,” diye düzeltti Teğmen, “bugüne kadar.”

Omuzlarımı silktim. Gerçekte hakkımda ne düşündüğünü hiç umursamıyordum. Parmaklarımı dizkapağıma vuruyordum, içimdeki endişeyi bastırmak için yaptığım ritmik bir hareketti bu.

“Beni yanılttınız. Sen yaptığın konuşmayla ve o da Henrik’i öldürdüğünde... İkiniz de cesaretinizi kanıtladınız. Örgüttekiler bunu henüz anlamadı ama siz bugün bir ateş yaktınız.”

Çaktırmadan ona baktım. Söyledikleri ilgimi çekmişti.

“Hazırladığımız hiçbir konuşma ya da planladığımız hiçbir idam o insanların üzerinde bu etkiyi yaratmayacaktı. Bunu ikiniz başardınız, sadece kendiniz olarak hem de.” Teğmen sırtını arabaya yasladı. “Lottie’nin size neden bu kadar güvendiğini artık anlıyorum.”

O böyle söyleyince elim boynumdaki kolyeye gitti, aklım da aylar öncesine. Teğmen’le ilk karşılaşmamızda Lottie ve ikisi arasında bir uyum olduğunu düşünmüştüm. Teğmen şimdi ondan bu şekilde bahsettiğine göre bir noktada arkadaşlık etmişlerdi.

Teğmen gözünün kenarıyla önce bana, sonra kolyeye baktı.

“Onu ben almıştım.” dedi, “Ona verebildiğim tek hediyeydi.”

Bu, kolyeyi gördüğünde neden öyle tepki verdiğini açıklardı, arkadaştan fazlası olduklarını da. “Onu seviyordun.” dedim, bir süre durdum. Her şey düşünüldüğünde kolyeyi benim taşımam bir saçmalık gibi geliyordu. Bu yüzden yapılacak en iyi şeyi yapacaktım. “Geri ister misin?” diye sordum elim enseme giderken.

Teğmen buruk bir gülümsemeyle başını göğe kaldırdı. “Hayır,” dedi usulca, “olması gerektiği yerde. Yine bir sevgiliden diğerine hediye edildi.”

O böyle söyleyince utandım ve itiraz etmeye çalıştım. “Mateusz’la ben...”

“Ona iyi bak.” diye sözümü kesti Teğmen, başını indirdi. Sonra kaşlarıyla boynumu işaret etti, “Ve kolyeye de.”

Gülümsedim. İçim ısınmıştı, artık eskisi kadar kötü hissetmiyordum. Teğmen ayağa kalktı, pantolonun arkasındaki tozları temizledi. Malikâneye yürümeden önce, “Endişelenme,” dedi, “geri gelecek.”

Teğmen Gottwald gittikten bir süre sonra ben de malikâneye geri döndüm. Yemek salonuna girdim, yine Misty’nin yanına oturdum. Benden özür dilemeye çalıştı, gerek olmadığını söyledim. Tatlılar ikram edilmişti, birlikte frambuazlı pasta yedik. Örgütten biri daha önce görmediğim bir müzik aleti çıkarıp çalmaya başladı. Sophie’nin anne ve babası şarkı söyledi, diğerlerinden bazıları onlara eşlik etti. Bazıları da dans etti. Toplantı vakti gelince ben, Jen, Teğmen ve beş kişi daha eğlenceden ayrılıp toplantı odasına yürüdük.

Tatlı bir uyuşukluk halindeydim. Pastanın tadı hâlâ damağımdaydı ve şarkının melodisi zihnimde tekrarlanıyordu. O an hiçbir dert gözüme aşılamayacak kadar büyük görünmüyordu. Toplantı odası olarak kullanılan kış bahçesine girdik. Jen ve ben cam kenarındaki divana oturduk, diğerleri de sandalyelere yerleşti.

Teğmen dışındaki üç adam çok somurtkan, yaşlı Ocrialı’lardı. İki kadından biri çok gürültücü, şişman bir hanımdı. Diğeriyse her şeyden şüphe duyan biri gibiydi ama sonra bunun doğru olmadığını, sadece kadının hep gözlerini kıstığını fark ettim.

Beklediğim kadar kötü değildi. Başta törendeki sorumsuz davranışlarımızla ilgili bir nutuk çektiler. Mateusz olmadığı için hepsine tek başıma göğüs gerdim. Somurtkan adamlardan biri beni azarlamaya başladığında Teğmen araya girip onu yumuşattı. Sonunda hepsi davranışlarımızın beklenmedik olduğunda, yine de zararı dokunmayacağında hem fikirdiler.
Toplantının ikinci konusu dışarı çıkma meselesiydi.

“Seninki kadar agresif ve direkt bir şekilde olmasa da,” dedi Jen, “hazırladığımız konuşmada biz de dışarı çıkılması olasılığından bahsediyorduk. İnsanları bu fikre yavaş yavaş alıştıracaktık.”

“Bilmiyordum.”

“Okuma zahmetine girseydin bilirdin.” Jen bu durumda bile bana laf sokmaktan geri durmuyordu. Şimdi onunla tartışmaya girersem diğerleri uzlaşmaya yanaşmadığımı düşünecekti. Hareketlerim sadece beni değil, Mateusz’u da etkileyecekti. Bu yüzden sineye çektim.

“Haklısın.” dedim, içime yediremesem de, “Okumam gerekirdi.”

Toplantıyı yöneten adam başını salladı ve onaylayan sesler çıkardı.

“Ama kendime karşı dürüst olmak benim için daha önemli.” dedim meydan okur gibi, “Sizin yazdıklarınızı kendi sözlerimmiş gibi okuyamazdım. Onlardan doğacak sonuçların sorumluluğunu almazdım da.”

“Aslında çok hoştu.” dedi, konuşmanın başından beri sessizliğini koruyan kuşkulu kadın. Diğerleri ona bakınca açıklamaya girişti.

“Biz insanları ürkütmemek için epey yumuşak bir dil kullanmıştık. O ise bunun tam tersini yaptı, gerçekleri bir bir yüzlerine vurdu. Bundan daha etkileyici ne olabilir? Onu unutabileceklerini sanmıyorum.”

“Katılıyorum.” dedi Teğmen, biraz fazla heyecanlanarak, “Bizim istediğimiz de tam olarak bu değil miydi? Ocria’nın dışına çıktığımızda yolculuk boyunca herkesi bir arada tutacak bir lider figürüne ihtiyaç duyuyorduk. Reena bugün kendini kanıtladı.”

Adamlardan ikisi ve Jen dışındaki kadınlar Teğmen’e hak verircesine kafalarını salladı.

“Bunların hepsi kulağa hoş gelen şeyler...” dedi aksi adam, “Ama insanlara dışarı çıkmak gibi büyük sözler vermeden önce dışarı nasıl çıkılacağını bilmemiz gerekiyordu.” Donuk gözleriyle doğrudan bana bakarak, “Küçük hanım, yoksa biliyor musunuz?” diye sordu.

Bana hitap şeklinden hiç hoşlanmamıştım, beni küçümsemeye çalıştığını seziyordum. İster istemez yüzümü buruşturdum. “Hayır,” dedim sertçe, “sizin bildiğinizi sanmıştım.”

“İşte, burası düğüm noktası.” dedi adam, “Dışarı nasıl çıkılacağını bilmiyoruz. Bilen tek kişi Flamitra ve onun hangi delikte olduğunu da bilmiyoruz. İnsanlara boş vaatler vermeden önce bu gibi şeyleri düşünmek gerekirdi.”

“Evet, düşünmeniz gerekirdi.” Gözümü kırpmadan adama bakıyordum, “Geç kalmış sayılmazsınız. Yerinizde olsam şimdiden düşünmeye başlardım. Yeni bir isyan çıkana dek çözmüş olursunuz belki.”

“Reena.” dedi Jen uyaran bir ses tonuyla. Ona ters bir bakış attıktan sonra kollarımı göğsümde kavuşturdum ve divana iyice gömüldüm.

“O kadar kötü sayılmaz.” dedi Teğmen, “Kapının nerede olduğunu bilmiyormuşuz gibi davranıyorsunuz. Biraz üzerinde uğraşmamız gerekecek, evet ama sonunda nasıl açılacağını keşfedeceğiz. Reena’nın da söylediği gibi, şimdiden çalışmalara başlamalıyız.”

Teğmen’e kimse itiraz etmedi. Toplantının geri kalanı fikir üretmekle ve olumlu bir hava içerisinde geçti. Başka kayda değer bir şey konuşulmadı, sadece benden Mateusz ve kendim adına fevri davranmayacağımıza dair bir söz aldılar.

Toplantıdan sonra uyumak için odama çekildim. Saat gece yarısına gelmişti ama Mateusz hâlâ ortada yoktu. Teğmenin söylediklerini düşünüp endişelenmemeye çalışıyordum ama beceremiyordum. Yatmaya hazırlanırken bir anda her yer karardı.

Ne olduğunu anlamadım, sanki biri tüm ışığı çekmişti. Önce gözlerime bir şey olduğunu zannederek korktum. Sonra yavaş yavaş karanlığa alıştım ve odamdaki eşyaların kaba şekillerini seçmeye başladım.
Işığın gitmesiyle malikâne derin bir sessizliğe gömülmüştü. Yatağıma oturdum, titriyordum. Ne olduğunu bilmiyordum ama bütün ülkenin karanlığa gömülmesinin hayra alamet olamayacağını düşünüyordum.

Sesler duymaya başladım. Malikânede bir tür kargaşa yaşanıyordu, insanlar koridorda koşuşturuyordu.

Sesleri dinlerken kalp atışım hızlandı. Mateusz için korkuyordum. Sanki tüm bunların onun ortadan yok olmasıyla bir bağlantısı vardı.

Sesler azaldı, ben de artık beklemekten yorulmuştum. Korkumun dinmesinden yüz bularak ayağa kalktım, el yordamıyla kapıya yürüdüm, başımı koridora uzattım.

Tam o sırada turuncu bir ışığın yaklaştığını gördüm.

Jen kapının önünde durdu. “Reena, al bunu.” dedi, elindeki mumu uzattı.

“Ne oluyor?” diye sordum, sesim nefesime karıştı.

“Elektrikler gitti.” dedi Jen.

“Sadece bu mu?”

“Daha önce hiç elektrik kesintisi yaşamamıştık. Hiçbir zaman.” Mum ışığında daha da ürkütücü görünen Jen dudaklarını birbirine bastırdı. “Ekranlarımız çalışmıyor. Cihazlarımız da. Sistem çöktü.”

“Ama nasıl oldu? Kim?” Aklıma Mateusz gelince sustum. Jen’i de kuşkulandırmak istemiyordum. Mateusz gerçekten böyle bir şey yapmış olabilir miydi?

“Flamitra olduğunu düşünüyoruz.” dedi Jen, “Tören hoşuna gitmedi. İletişimimizi koparıp bizi engellemeye çalışıyor.”

O böyle söyleyince rahat bir nefes aldım, yine de tam olarak rahatlamamıştım. Jen gidip uyumamı ve korkmamamı söyledikten sonra uzaklaştı. Yeniden odama girdim, mumu çalışma masasının üzerine yerleştirdim. Turuncu ışık pencereye yansıyınca onu siyah bir aynaya dönüştürmüştü. Kendi yansımama bakıyordum; ürkmüş ve çaresiz.

“Mateusz, lütfen delice bir şey yapmış olma.” diye mırıldandım. Seni koruyamayacağım diye ödüm kopuyor. Lütfen güvende ol...

Tam o sırada odamın kapısı tıklandı. Jen'in bir şey unuttuğunu sandım ama kapıyı açtığımda kimseyi bulamadım.

Koridora bir adım atınca ayağım bir şeye takıldı. Eğildim, yerdeki şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Mum ışığı buraya kadar gelmiyordu, o yüzden sadece dokunma duyuma güvenmem gerekiyordu.

Dokunduğum şeyin dış yüzeyi kâğıttandı, içi ise yumuşaktı. Bir tür pakete benziyordu.

Onu yerden aldım ve çalışma masasına götürdüm. Dışı gerçekten parşömen kâğıdındandı. Mumu alıp pakete yaklaştırınca üzerinde bir not yazdığını fark ettim. Mumu gezdirerek okumaya çalıştım. “Herkesin unuttuğunu... sana geri getirdim...  Gece sustuğunda koridora gel... Seni bekliyorum. - F.”

Çabucak paketi açtım. İçinde bir kumaş vardı, mum ışığında rengi seçilmiyordu. Koyu görünüyordu. Dokundum, parmaklarımın arasında hışırdadı. Kumaşı tutup kaldırınca bunun bir giysi olduğunu anladım. Kocamandı, şimdi muma yaklaştırınca yeşil olduğunu fark etmiştim. Önü fermuarlıydı ve kolları uzundu. Bu bir monttu.

‘Herkesin unuttuğunu sana geri getirdim.’ diye geçirdim içimden. Bu sıradan bir mont değildi, Ivan'ın montuydu.

Boğazıma bir hıçkırık yükseldi. Montu burnuma yaklaştırdım. Hâlâ onun gibi kokuyordu.

Ağlıyordum. Kokusunu bir daha hiç duyamayacağımı sanmıştım. Şimdi montu ellerimin arasındayken gerçekten ölmüş olduğuna inanmıyordum.

“Herkesin unuttuğu şeyi...” diye bir kez daha tekrarladım. Montu kırılgan bir şeymiş gibi nazikçe okşadım. Onu defnettiğimizde üstünde değildi. Savaş meydanında kaybolduğunu düşünmüştüm. Şimdi en beklemediğim ve aslında en ihtiyacım olduğu anda bana geri dönmüştü.

“Seni bekliyorum... -F yani Flamitra.”

Korkuyordum, Flamitra’nın hâlâ benimle uğraştığını düşünmek istemiyordum. Yaşadığımız her şeyden sonra beni rahat bırakacağını sanmıştım. Montu bana göndererek paramparça ettiği güvenimi geri kazanmaya çalıştığı belliydi. Komik olan ise bunun işe yaramış olmasıydı.

Ivan’ın montunu giydim, ona sarılmak gibi bir histi bu. Onun kokusu üzerindeyken her şey daha kolay geliyordu. Flamitra ne yaptığını iyi biliyordu. Ivan'a ihtiyacım olduğunu anlamıştı. Sırf bu jest yüzünden buluşma teklifini kabul edecektim. Söyleyeceklerini duymayı istiyordum.

Aralık kapının önüne oturup beklemeye başladım.

Malikâne tamamen sessizliğe gömülene dek kaç saat geçti, bilmiyorum. Uyuyakalmışım. Gözünü açtığımda yerde kıvrılmıştım. Doğrulup oturdum. Boğazım acıyordu, kapı eşiğinde yatınca üşütmüş olmalıydım. Dışarıdaki sesleri dinlemeye çalıştım ve tam istediğim şeyi duydum; sessizliği.

Gitme vakti gelmişti, hatta belki geçmişti bile. Mum tabağa eriyerek sönmüştü. Temkinli adımlarla odamı terk ettim.

Koridor karanlık ve sessizdi. El yordamıyla duvarı bulduktan sonra yürümeye başladım. Gecikmiş olabilirdim. Gerçi ‘gece sustuğunda' tam olarak bir zaman kavramı sayılmazdı.

Yürümeye devam ettim. Neyle karşılaşacağımı bilmiyor ve tahmin yürütemiyordum. Elbette Flamitra'nın koridorda olacağını düşünmüyordum. Örgütün karargâhına girecek kadar akılsız davranmazdı, tabii başından beri örgütten biri değilse. Emin olamıyordum. Şu ana kadar Flamitra konusunda asılsız çok şey duymuştum. Artık hiçbir şey beni şaşırtamazdı.

Flamitra'nın yerinde olsaydım ne yapardım?’ diye sordum kendime. Yapılacak mantıklı şey bir mesaj daha bırakmak olurdu. Bu fikir aklıma yatınca daha yavaş ve dikkatli yürümeye başladım, eğer gerçekten bir işaret varsa onu kaçırmak istemiyordum.

İlginç bir ses duydum sonra. Arı vızıltısına benziyordu. Sesi takip ederek ilerledim, koridorun merdivenle kesiştiği yerde yanıp sönen minicik kırmızı bir ışık gördüm.

Yere eğilince sesin bu şeyden geldiğini anladım. Kırmızı ışığa uzandım. Minik metal küre tam avucuma oturdu.

Avucumu yüzüme yaklaştırınca bunun bir vızkatop olduğunu fark ettim.

Vızkatopu elimde evirip çevirdim. İlk defa bunlardan bir tanesini elimde tutuyordum. Parmağımı yüzeyinde kaydırırken bir çıkıntıya denk geldim. Bir tuş gibiydi, bastırdım. Vızkatop elimde titremeye başladı. Onu zapt edemeyeceğimi anlayınca parmaklarımı gevşetip uçmasına izin verdim.

Aradığım işaretin bu olduğunu biliyordum. Bütün elektronik cihazlar çöktüğü halde çalışan bir vızkatop varsa muhakkak Flamitra'nındı. Onu takip edecektim.

Vızkatop’un peşinden merdivenlerden çıktım. İkinci katın koridorunda yürüyordum. Odaların önünden geçerken insanların horlamalarını duyuyordum. Eğer ses gelmiyorsa bu odaların önünden parmak ucunda geçiyordum. Çünkü horlayanların uyuduğu kesindir ve genellikle kendi gürültülerinden başka bir şey duymazlar. Fakat sessizlik pek çok manaya gelebilir.

Gözüm karanlığa iyice alışmıştı. Bu yüzden vızkatopun bir kapıya tosladığını rahatlıkla gördüm. Büyük ihtimalle buradan devam etmem gerekiyordu. Kapıyı açmadan önce nereye açıldığını tahmin etmeye çalıştım.

Malikânenin diğer kapılarına benzemiyordu, yani ahşaptan değil de çeliktendi. Belki bir kilerdi. Bir buzdolabı bile olabilirdi. Beni neyin beklediğini bilmiyordum.

Kapıyı açmaya çalıştım. Kilitli değildi ama çok ağırdı. İki elimi kullanarak ittim, ittim, ittim ve sonunda kapıyı aralamayı başardım. Soğuk bir esinti yüzüme çarptı. Belki de gerçekten bir buzdolabındaydım.

Kapıyı biraz daha açmayı başarınca önüme spiral taş merdivenler çıktı ve buzdolabı fikrinden vazgeçtim. Merdivenler aydınlıktı. Başımı kaldırıp yukarı bakınca buranın bir çeşit kule olduğunu anladım. Merdivenler uzayıp gidiyordu, en tepedeki pencereden ay ışığı süzülüyor, basamaklarda kırılarak değişik gölgeler oluşturuyordu.

Vızkatopu takip ederek merdivenleri çıktım. Basamakların incelen yerlerine basarken düşeceğimi zannediyordum, spiral merdivenlerden oldum olası hoşlanmazdım. Her adımda soğuğu biraz daha fazla hissediyordum. Ivan’ın montunu giydiğim için şanslıydım. Şimdi düşündüğümde, bunun da Flamitra'nın planının bir parçası olduğundan emindim.

Merdivenlerin sonuna ulaştığımda yorulmuştum. Önümde başka bir çelik kapı daha vardı ve vızkatop yine açmamı işaret eder gibi kapıya vuruyordu. Metalin metale çarptığında çıkardığı bir gongu andıran ses merdiven boşluğunda yankılanıyordu.

Kapının altından gelen çok soğuk bir hava akımı vardı. Aşina olduğum ve sevdiğim türden bir şeydi bu: gecenin soğuğu ve elbette soğuğun kokusu. Bu kapı dışarıya açılıyordu.

Kapıyı iterek açmaya çalıştım, bu defa arka taraftaki rüzgarın direnişi vardı, bu beni zorluyordu. Omzum ve vücudumun bir yanıyla ittirerek kapıyı aralamayı, sonra o aralıktan süzülmeyi başarınca kendini dışarıda buldum.

Burası sadece dışarısı değildi, daha fazlasıydı; malikânenin çatısındaydım. Bir kez daha Ocria'yı kuşbakışı açıdan görüyordum. Malikânenin çatısı, daha önce çıktığım tüm çatılardan daha güzel bir manzaraya sahipti: Uçsuz bucaksız bir karanlık. Elektrik kesintisi sebebiyle tüm ülke karanlığa gömülmüştü. Bölgelerin ayrımını bile göremiyordum. Hepsi ilk defa birbirinden farksızdı ve birbirine karışmıştı.

Çatının ortasına doğru yürürken başımı göğe kaldırdım. Kadife gökyüzü, parlak ay ve ışıldayan yıldızlar, hepsi çok yakınımdaydı. Onlara dokunmak ister gibi elimi kaldırınca vızkatopun tepemde beklediğini gördüm. Neredeyse buraya ne için geldiğimi unutmuştum.

Onu fark ettiğimi anlayan vızkatop hızla harekete geçti. Bir duvarın arkasına uçtu, sonra vızıltı sesi kesildi. Çatıdaki borular ve çıkıntıların üzerinden geçtim, duvara yaklaştım. Vızkatopu birinin kapattığını ve o kişinin bu duvarın arkasında olduğunu biliyordum.

“Çık ortaya!” dedim gür bir sesle.

Duvarın arkasından bir gölge çıktı, biraz yaklaşınca yüzünü gördüm. Sophie'ydi bu.

“Ne?” dedim hayretle, “Şaka mı?”

“Hoş geldin Reena.”

“Benimle alay mı ediyorsun?” Vızkatopu Sophie’nin elinde görünce öfkelendim. “Hepsi benimle uğraşmak içindi, değil mi? Biliyor musun Sophie, değiştiğini sanmıştım. Görüyorum ki yanılmışım. Hâlâ eşek şakaları yapan bir zorbasın.”

“Sana şaka yapmıyorum.” dedi Sophie, kaşları kibirle yukarı kalkmıştı.

“O zaman beni buraya neden çağırdın? Ne yani, şimdi de Flamitra sen mi oldun? Hadi durma, Flamitra benim de, bu saatten sonra hiçbir şeye şaşırmam.”

“Flamitra ben değilim. O-"

“Lütfen,” dedi bir erkek sesi, irkilerek etrafıma baktım. Görünürde bir şey yoktu ama az sonra duvarın arkasındaki karanlıktan kapüşonlu bir siluet çıktı, “açıklamama izin ver.”

Sesin sahibi yaklaştı, yaklaştı, Sophie’nin yanında durdu. Yüzünü seçebileceğim bir mesafedeydi. Kapüşonundan bir şey belli olmasa da onu tanıdığımı düşünüyordum, sadece nereden olduğunu çıkaramıyordum.

Kapüşonlu, elini tokalaşmak için uzatırken, “Flamitra benim,” dedi, “ve seni temin ederim, bunu son kez duyuyorsun.”

Yabancının elini havada bıraktım. “Sana inanmıyorum. Gerçekten güvenimi kazanmak istiyorsan kapüşonunu indir.”

Sophie kollarını oğlana doladı ve yüzüne bakmak için başını kaldırdı. “Sevgilim,” dedi, “seni tanımadı.”

“Ne?”

Hayretle karşımda duran sarmaş dolaş ikiliye bakıyor ve duyduklarımı kafamda bir yere oturtmaya çalışıyordum. O sırada Flamitra olduğunu iddia eden yabancı, kapüşonunu indirdi.

“Ben Chester Lincoln'üm.” dedi, uçuk gözleri insani olmayan bir ışıltıyla parlarken bir kez daha elini uzattı, “Sen beni daha çok Flamitra ismiyle tanıyorsun. Reena, sonunda seninle tanışabildiğime çok mutluyum. Lütfen bu defa elimi sık, yoksa kendimi bir aptal gibi hissedeceğim.”

Fortsett å les

You'll Also Like

9.5K 889 6
Hayatı öyle hızlı yaşıyoruz ki, tıpkı otomatiğe bağlanmış bir robot misali ailemizden kopyaladığımız olumlu olumsuz öğrenilmiş alışkanlıkları çaresiz...
541 147 3
Her şeyi bile isteye mahvetmiştim. Belkide bu bir intihardı. Kim bilir belkide bir hayatın kurtuluşu. Belki de bir sürü hayatın son buluşu.
331 89 9
Günahlarım senin olsun, öp gözyaşlarımdan.
platonik (ÇT) Av ...

Science Fiction

172K 9.8K 108
Yeni başladığın okulda kimsenin konuşmaya cesaret edemediği sadece okulun zorbalarıyla takıldığı çocuğu ilk gördüğün an aşık olup yılarca plotonik ol...