A0023

By ruhperver

840K 70.8K 29K

On altı yaşındaki Reena zamanda donduruldu. Yıllar sonra gözlerini yeni bir dünyaya açtı. Ait olduğu medeniye... More

Bölüm 1 - Uyanış
Bölüm 3 - Simülasyon
Bölüm 4 - Üniformalılar
Bölüm 5 - Sürpriz
Bölüm 6 - Çekiliş
Bölüm 7 - GTT
Bölüm 8 - Hatıra
Bölüm 9 - Prens
Bölüm 10 - Zorba
Bölüm 11 - Karşılaşma
Bölüm 12 - Kurtarıcılar
Bölüm 13 - Sorular
Bölüm 14 - Koridor
Bölüm 15 - Bencil Güveler
Bölüm 16 - Gizemli İkili
Bölüm 17 - Coğrafya
Bölüm 18 - Şölen
Bölüm 19 - Anlaşma
Bölüm 20 - Mosdero
Bölüm 21 - Peri Masalı
Bölüm 22 - Chester
Bölüm 23 - Her Şey Yolunda
Bölüm 24 - Helianthus
Bölüm 25 - Gezen Ülke
Bölüm 26 - Sorgulama
Bölüm 27 - Kararsızlık
Bölüm 28 - Son Tebessüm
Bölüm 29 - Ölüme Kalmayacaktır Bu Dünya
Bölüm 30 - Suikast
Bölüm 31 - Mektuplar
Bölüm 32 - Flamitra
Bölüm 33 - Deniz
Bölüm 34 - Mahkeme
Bölüm 35 - Kubbe
Bölüm 36 - Savaşçılar
Bölüm 37 - Örgüt
Bölüm 38 - Dönüş
Bölüm 39 - Kayıt
Bölüm 40 - İnfaz
Bölüm 41 - Savaş
Bölüm 42 - Malikâne
Bölüm 43 - Hükümet Sarayı
Bölüm 44 - Hazırlık
Bölüm 45 - İdam
Bölüm 46 - Tören
Bölüm 47 - Ölmeyen
Bölüm 48 - Gerçekler
Bölüm 49 - Veda
Bölüm 50 - Çığ
Bölüm 51 - Teklif
Bölüm 52 - Sevgi
Bölüm 53 - Ziyaret
Bölüm 54 - Yayın
Bölüm 55 - Kapı
Bölüm 56 - Dışarısı
Bölüm 57 - Uzlaşma
Bölüm 58 - Ocria

Bölüm 2 - T0138

32.5K 2.3K 663
By ruhperver

Bölüm 2 – T0138

“Seni seviyorum ve nefes aldığım sürece de seveceğim.”

***

2086.

  Kulağımdaki cihaz yüzünden yanlış duymuş olmalıydım.  Sanki onu düzeltmek ister gibi işaret parmağımla üzerine bir iki kez tıklatırken “Efendim?” diye sordum gözlerimi kırpıştırarak. Lottie benim bu afallamış halim onu çok eğlendiriyormuş gibi bir kere daha güldü ve tekrarladı. “2086’dayız, Reena.”

  Kanımın donduğunu ve bir boşluğa düştüğümü hissediyordum. Afallamış, sanki bildiğim her şeyi unutmuştum. Bana ait olduğunu düşündüğüm şeylerin artık yok olduklarını idrak etmekte zorlanıyordum. Bedenim iradem dışında bir titreme dalgasına kapıldığında destek alabilmek adına ellerimle dizlerimi kavradım. Gözlerim, beynimdeki düşüncelerle eşdeğer bir süratle kucağımda gidip gelirken nefes alış verişimi kontrol edemediğimi fark ettim. Üzerimdeki hasta kıyafetinin mavi kumaşının detaylarında kaybolduğumda zihnim Lottie’nin söylediklerini anlamlandırmaya çalışıyordu.

  “Onu şoka soktun, Lottie.”

  Sergio’nun sesini duymuş olsam da başımı kaldırıp ona bakamıyordum. Boğazımda takla atan soluklar beni yararsız hâle getiriyordu. Kendimi ihanete uğramış gibi hissediyordum. Bana iyileşerek tekrar ailemle birlikte olma vaadi veren insanlar tarafından aldatılmıştım. Aldatılmıştım, çünkü anne ve babam sırf sağlığıma kavuşabileyim diye benden yıllarca ayrı kalmayı kabullenmişlerdi. Fakat şimdi, bana yetmiş yıl sonrasında olduğumu söyleyen insanların karşısında aciz bir şekilde titrerken, ebeveynlerimin sağ kalmış olma ihtimallerinin olmadığını biliyordum. Ne onlar, ne de sevdiğim diğer insanlar, özellikle geride bıraktığım Camden, artık yaşamıyordu. Bedenim tekrar kutunun içerisinde olduğu gibi buz kestiği zaman, şimdi ihanet eden benmişim gibi hissediyordum. Zamanında iyileşip geri dönememiştim ve bana ömrünün sonuna kadar beni seveceğini söyleyen çocuğun sözünü tutup tutmadığını bilmiyordum. Geçmişim ellerimden öyle hunharca çekilip alınmıştı ki, geriye baktığımda artık bana aitmiş gibi görünmüyordu. Annem, babam ve kardeşimle geçirdiğim akşamlar ve Camden’la izlediğim sayısız günbatımı şimdi bir hikâye kitabının resimlerinden ibaretmiş gibiydi. Hastalığımın kasvetiyle gölgelenmiş bu anılar artık öyle tanıdık fakat öyle uzak, öyle gerçek fakat öyle ulaşılmazlardı ki, onları hatırlamak yüreğimi kasıp kavurmaktan başka bir işe yaramamıştı. Artık iyileşmiştim ancak ailem, tanıdıklarım, doğru bildiğim ve güvendiğim her şey ve tüm yargılarım bu yetmiş yılın içerisinde gömülü kalmıştı. Böyle olduktan sonra, iyileşmemin ne anlamı vardı?

  “Hey, sakinleş.” dedi Lottie yere çömelip elini omzuma koyarak. Sesi öyle uzaktan geliyordu ki, yanımda duruyor olduğundan şüphe edecektim. Görüşüm bulanıklaşıp, vücudum tabureyi sallayacak kadar fazla titremeye başladığında Lottie bu sefer iki eliyle omuzlarımdan kavrayarak beni sabit tutmaya çalıştı.

  “Sakinleştirici kullan.” diye seslendi Sergio ilgisiz bir ses tonuyla. Lottie onun komutuyla elini cebine daldırdı ve çıkardığı raptiyeye benzeyen küçük şeyi el çabukluğuyla koluma batırdı. Canımın acıdığını hissetmiş, fakat bunu umursamayacak kadar da gerçeklikten soyutlanmıştım. Kolumdan başlayarak tüm vücuduma yayılan uyuşukluk hâli acıyı, düşünce karmaşamı ve titrememi silip götürüyordu. Nefesim tekrar düzene girip bedenim kontrolsüzce sallanmayı kestiğinde düşüncelerim de durulaşmıştı. Az evvel sorularla kaynayan zihnim şimdi dinginleşiyor, ben ise içinde bulunduğum boşluğu umursamayacak kadar hissizleşiyordum.

  “Pekâlâ,” dedi Lottie, parlak gözleriyle bakışlarımı yakalamaya çalışarak. Omuzlarımı samimi bir şekilde sıvazlarken ekledi, “Biliyorum, bu senin için çok ürkütücü Reena.”

  Gözlerinden bahsediyor olmalıydı.

  “Yetmiş yıl sonrasına uyanan herkes aynı şekilde panik yapardı. Bundan daha doğal bir şey yok.”

  Gözlerinden bahsetmiyordu. Sadece içinde bulunduğum inanılması güç durumdan söz ediyordu. Sakinleştiricinin etkisinden olsa gerek, artık içimde köpüren öfke dinmişti. Ona hülyalı bakışlar atmakla yetindim.

  “Pekâlâ Reena, şimdi seni Simülasyon’a yönlendireceğim.” diye devam etti Lottie sempatik bakışlarla. “Bu Simülasyon sana kaçırdığın yetmiş yıl hakkında bilgi verecek .” Ardından tedirgin bir şekilde gülerek ekledi, “Bunu hızlı bir tarih dersi olarak da düşünebilirsin.”

  Cevap veremeyecek kadar uyuşuktum, ki yine cevap vereceğimden değildi, bu yüzden boş bakışlarımdan anlam çıkarmasını diledim. Lottie bakışlarımdan ne kadar afalladığımı ve bu saçma sapan anın içinde bulunmak istemediğimi anlamamış olacak ki kolumdan tutarak “Kalkabilecek misin?” diye sordu. Bir şey söylemek yerine ayağa kalkmayı denedim. Lottie bana doğrulmamda yardımcı olurken az önceki mutluluğumun bu kadar kısa bir süre içerisinde nasıl yok olduğunu merak ediyordum. Şimdi iyileştiğim için sevinmek yerine, yetmiş yıl sonrasında olduğum düşüncesiyle sakinleştiricinin izin verdiği ölçüde dehşete kapılıyordum. Lottie kolumdaki elini çekmeden yürümeye başladı. Onun arkasından ilerlerken yetmiş yıl boyunca yürümemiş biri için gayet iyi hareket ettiğimi düşündüm. Hâlâ inanamadığım bu olgu, nedense şimdi komik geliyordu. Ya da başka bir şey hissetmek için fazla uyuşuktum.

  Kapandığını fark etmemiş olduğum kapının önüne vardığımızda ağır hareketlerle dönüp Sergio’ya baktım. Bunu fark ettiğinde kaşlarını çatıp neon gözlerini kırpıştırdı. Bu hareketiyle ne demeye çalıştığını anlamıyordum, fakat o anda merak ettiğim şey kirpiklerindeki boncukların nasıl gözüne girmediğiydi.

  Lottie’nin tekrar hareket etmesiyle başımı önüme çevirdim. Şimdi açılmış olan kapıdan çıkıp bir koridora gelmiştik. Yürürken basmak zorunda kaldığım yerdeki ızgaralar çıplak ayaklarımı acıtıyordu. O sırada camdan bir geçit içinde olduğumuzu fark ettim. Lottie’nin topuklu ayakkabıları zemine her çarpışında çıkan sesin eko yaptığı geçit içerisinde ilerlemeye devam ettik. Az sonra başka bir kapının önüne geldiğimizde durduk ve Lottie elini kapının üzerindeki okutma cihazı olduğunu düşündüğüm şeye bastırdı. Kapı tıslayarak açıldığında içeri girdik. Burası gerçekten uzun ve göz yoracak kadar gri bir odaydı. Oda, içerisine yalnızca bir kişinin sığacağı büyüklükte, yan yana sıralanmış cam ve silindir tüplerle doluydu. Lottie beni en yakında duranına doğru itelerken gözüm az ötedeki tüplere doğru kaydı. Varlıklarını yeni fark ettiğim birkaç insan bu tüplerin içine giriyor ve saniyeler içerisinde aşağı ya da yukarı doğru kayarak yok oluyorlardı.

  Lottie bir tuşa dokununca önümdeki cam kapı kayarak açıldı. Ona sorarcasına dönüp baktığımda, aslında gerçekten beni yok edecek bu cisme girmek zorunda olup olmadığımı merak ediyordum, Lottie “İçeri girmelisin.” dedi. “Bu seni doğruca Simülasyon Merkezi’ne götürecek.”

  İtiraz etmeme fırsat vermeden beni tüpün içerisine doğru ittirdi. Ona doğru döndüğümde konuşmaya devam ediyordu.

  “Ben verilerini ana laboratuvara iletmeye gidiyorum. İşim bittiğinde seni almaya geleceğim.”

  Ardından başını tüpün içine doğru uzattı ve yanımda duran ışıklı levhadaki bir tuşa basarak “Simülasyon Merkezi.” dedi. Sesin algılandığını belirtmek için olsa gerek, levhanın üzerindeki minik kırmızı ışık yeşile dönmüştü. Lottie başını geri çıkarırken ne yapacağımı, elimi kolumu nereye koyacağımı dâhi bilmediğimden ve hâlâ sakinleştiricinin etkisi altında olduğumdan öylece dikiliyordum. Önümdeki cam kapı tekrar kapanmadan önce dalgın bir şekilde sordum. “Işınlanacak mıyım?”

  Lottie gülerek cevapladı, “Şehir efsanelerine inanma.”

  Kapı kapandıktan sonraki birkaç saniye ne olduğunu anlayamayacağım kadar çabuk geçmişti. Önce bedenimin altımdaki plakayla birlikte hızlı bir şekilde alçaldığını hissetmiştim. Bu iniş anında tüm hücrelerim dalgalanıyor gibiydi. Tekrar durduğumda gözlerimi en fazla beş kere kırpıştırabileceğim kadar bir zaman geçmişti. Tüpün cam yüzeyinden dışarı doğru baktığımda, gözümü alacak kadar beyaz bir odada olduğumu gördüm. Kapı kayarak açılınca kendimi uyuşuk adımlarla dışarı attım. Nedense bu yolculuk midemi alt üst etmişti, ya da belki yetmiş yıldır bir şey yemediğim için delicesine açtım. Elimi mideme bastırarak ilerlemeye başladığımda kendimi bir hastanenin bekleme odasındaymış gibi hissediyordum. Bir sıra beyaz tabure uzun bir koridor boyunca dizilmişti. Bu yer, bana en uzak taburede oturan kişi haricinde tamamen boştu. Yanından geçtiğim, bir bankamatiği andıran cismin ne olduğunu anlamak için iki kere dönüp bakmadan ilerlemeye devam ettim. Taburede oturan, başını ellerinin arasına almış kişiye fazla yaklaşmamak adına olduğum yerde durdum ve beceriksizce önümdeki tabureye oturdum. Fazla ses yapmış olmalıydım ki, ayaklarımla metal yerden destek alırken pek bir gıcırdamıştı, oturan kişi dönüp bana baktı. Lottie ya da Sergio gibi ürkütücü gözleri, ya da onu ilginç kılacak bir özelliği yoktu. Her ikisinden de gençti ve oturduğu tabureye sığmıyormuş gibi, biraz eğreti duruyordu. Gözlerimizi kaçırmadan birbirimize bakarken sanki bu tuhaf bakışmayı ikimiz de umursamıyormuş gibiydik. Yüzünü incelemeye başladım; üzerindeki asker yeşili montun yakası ağzı ve burnunu kapatacak şekilde yukarı kaldırılmıştı. Yüzünün görünen kısmındaki mat kahverengi gözlerinin, koyu saçları arasından merakla bana baktığını fark ettim. Sonra kendi donuk bakışlarımı önüme doğru çevirerek onu yok saymaya çalıştım. Kimin nesi olduğunu merak etmiyordum, zaten bugün yeterince tuhaf insanla tanışmıştım.

  Az sonra oturduğu yerde bir kıpırdanma oldu. Bunu gözümün kenarıyla görebilmiştim. Başımı çevirip ne olduğunu görme dürtümü bastırmaya çalışarak kafamı aşağı eğdim. Yaklaşan ayak sesleri beni hiç ilgilendirmiyordu, en azından içimden bunu tekrarlıyordum. Ancak görüş alanıma giren bir çift botu fark ettiğimde daha fazla dayanamayarak başımı kaldırdım.

  Ellerini rahat bir şekilde montunun ceplerine sokmuş, başını havaya kaldırmış, ifadesiz bir yüz takınarak göz ucuyla bana bakıyordu. Bakışları kendimi kötü hissettirmişti. Gözlerimi kaçırdım, insanlara öylece bakma konusunda benden daha arsız biri olduğunu tahmin etmemiştim doğrusu.

  Hiçbir şey söylemeden yanımdaki tabureye oturdu. Neden böyle bir şey yaptığını çözmeye çalışırken tedirgin olmuştum. Belki üzerimdeki şu uyuşukluk hâli olmasa kaçıp giderdim, ama o an için orada amaçsızca oturmayı yeğledim. Çocuğun beni incelediğini hissedebiliyordum, fakat başımı çevirip ona bakmamakta kararlıydım. Aslında daha çok üşeniyor ve beni ilgilendirmediğini düşünüyordum. Bir süre sonra o da bana bakmayı kesti ve montundan gelen hışırtılara donuk bir sesle eşlik ederek “Sıra almalısın.” dedi.

  O konuştuğunda tıpkı Sergio’da olduğu gibi aynı anda iki ses duymuştum; uzak bir yerde yankılanan bilmediğim dildeki sözler ve kulağıma ulaşan anlamlı karşılıkları. Fakat bu dublajlı çocuğun benimle konuşup konuşmadığından, ya da ‘sıra almalısın’ dediğinde ne kastettiğinden emin değildim.

  Yine sessizliği tercih ederek onu yok saymaya devam ettiğimde tekrarladı, “Sıra alman gerekiyor.”

  Kaşlarımı çatarak ağır hareketlerle ona döndüğümde elindeki minik kâğıdı okumam için kaldırmıştı.

  Ne yazdığını görebilmek adına gözlerimi kıstığımda kâğıdı burnumun dibine sokarak “Bir.” dedi. Yüzünde kalın dudaklarını sağa çarpıtan bir gülümseme belirmişti. İfadesi saniyeler içerisinde silinirken az ilerideki bankamatiğe benzettiğim cihazı başından savarcasına işaret ederek ekledi, “Sıranı al.”

  Kıpırdamadım, çünkü burada ikimizden başka kimse olmadığı için sıra almama gerek olmadığını düşünüyordum. Ayrıca, onunla tek kelime etmediğim hâlde sanki benimle uğraşmaktan bıkmış gibi davranan birinin dediğini yapacak da değildim. Çocuk biraz sonra bu sefer içerisinde muzip bir tını olan donuk sesiyle tekrar konuştu, “Sen bilirsin, ama benim sıramı çalamazsın. Yani bana fark ettirmeden kalabalığa karışıp yerime geçmeye falan çalışma.”

  Şaka yaptığından emin olamadığım için yüzüne baktım; çarpık gülümsemesi şimdi daha belirgindi ve uzunca bir süre dudaklarında oturmaya devam etti. İşte tam o anda gözümün önünde Camden’ın yüzü beliriverdi. Gün ışığında altın sarısına dönen kirpikleri ve bal rengi gözleri sanki tam önümde duruyordu. O da çoğu zaman yüzüne bu çocuğunki gibi çarpık bir gülümseme yerleştirerek kurnaz bakışlarını takınırdı ve ben o anda aklından yine bir hinlik geçtiğini fark edebilirdim. Camden’ın her ayrıntısını ezbere bildiğim yüzü silinip yerini çocuğunkine bıraktığında, bu anlık güzel düşüncelerim de aynı hızda kaybolmuştu. Şimdi bir yanda sakinleştiricinin halüsinasyon görmeme neden olup olmadığını düşünürken bir yandan da hâlâ çocukla bakışıyor olduğumuzu fark ettim. Bana öylece, gözlerini hiç kaçırmadan bakmasından tedirgin olmuştum. Başımı tekrar, bu sefer bir daha ona bakmamaya kararlı bir şekilde, önüme çevirdim.

  Kısa bir sessizliğin ardından, durduk yere “Ayakların yere değmiyor.” dedi. Bunu zaten bildiğimden yere bakma gereği duymamıştım. Yine de bunun onu ilgilendirmediğini düşündüğüm sırada patavatsızca ekledi, “Tabureye bu kadar kısa birinin oturacağını düşünmemişler herhalde.”

  Ben de ona tabureye sığmadığıyla ilgili bir şey söyleyecektim, fakat konuşarak ona istediği şeyi vermeye hiç niyetim yoktu. Zaten beklediği şey bu değil miydi? Beni kızdırarak konuşmamı sağlamayı istemiyor muydu? Bu kadar uyuşuk ve hissiz olmasaydım belki işe yarardı, fakat şimdi ona bu zevki tattırmayacaktım.

  Ben cevap vermeyince susmuştu, kabalık ettiğini fark etmiş olmalıydı. En azından ben, o bir kere daha konuşana kadar böyle düşünüyordum.

  “Sessiz insanlar daha genç ölürlermiş.” dedi sudan bir sohbet konusu açar gibi. Böylece beni konuşturmaya çalıştığından emin olmuştum. Bu kesinlikle uydurma şeyi duymazdan gelirken bunun ölümle burun buruna yaşayan kanser hastası birine söylenebilecek en saçma şey olduğunu düşünüyordum. Düzeltiyorum, önceden kanser hastası olan birine söylenebilecek en saçma şeydi. İyileştiğimi sürekli unutmam normal miydi, yoksa kendimi gerçeklikten soyutlanmış olarak gördüğümden bunu pek umursamıyor muydum, bilmiyordum.

  “Konuşmayı bilmiyor musun?”

  Susmayı bilmeyen birinden beklenen bir soruydu bu. Bıkkınlığımı belirtmek için iç geçirdiğim sırada aslında onu dinlemek zorunda olmadığımı fark ettim.

  Elimi sağ kulağıma doğru götürüp Lottie’nin yerleştirdiği cihazı çıkarmaya uğraştım. Daha sonra ona döndüm ve en ifadesiz yüzümü takınarak elimdeki cihazı havaya doğru kaldırdım. Kaşlarını çatarak beni izlediği sırada şimdi havada olan elimi ters çevirdim ve avucumdaki cihaz kayarak yere düştü. Gelen tıkırtılardan anladığım kadarıyla yerde bir iki kere sekmişti, fakat gözlerim çocuğun üzerinde olduğundan emin değildim. Şimdi pörtlettiğim gözlerimin duygularımı yeterince açık bir şekilde ifade ettiğinden emin olduğumda ona bakmayı keserek bir kez daha önüme döndüm.

  “Ooo, sert kız.”

  Şaşkınlıkla ona döndüğümde yüzünde eğleniyormuş gibi bir ifade vardı. Aslında bunu umursamıyor, sadece nasıl benim dilimi konuşabildiğini merak ediyordum. Bu, yüz ifademe de yansımış olmalıydı ki, şimdi ağır aksanını kolayca seçebildiğim sesiyle devam etti, “Ne yani, bunun beni susturacağını mı sandın?”

  Gerçekten öyle sanmıştım, fakat bunu ona itiraf ederek onu tatmin etmek istemiyordum.

  “Dilini biliyorum.” diyerek açıklama yaptı.

  Bunu bilse bile, o dili konuştuğumu nereden anlamıştı merak ediyordum. Yine de bunu ona asla sormayacaktım. Yerimde huzursuzca kıpırdanarak kollarımı göğsümde kavuşturdum. Beden dilim ona her şekilde benimle iletişim kurmaması gerektiğini belli ediyor olsa da az sonra tekrar konuşmuştu.

  “Ben de kendimi suratsız sanırdım.”

  Ona daha fazla tahammül edebileceğimi sanmıyordum. Tam uyuşukluğumu yenip oradan uzaklaşma planları yaptığım sırada duvara gizlenmiş kapılardan birinin açıldığını duyarak başımı o tarafa çevirdim. Yeşil, fosforlu gözleri olan bir kadın başını dışarıya uzatarak seslendi.

   “T0138, Ivan Radev!”

  Çocuk elini ukala bir tavırla kadına doğru sallarken bir yandan da göz ucuyla bana bakıyordu. Ardından elini indirdi ve montunu hışırdatarak yanımdan kalkarken yine o muzip tınıyla mırıldandı, “Sana sıramı çalamazsın demiştim.”

  Nedense onu şu tuhaf gözlü insanlardan bile tuhaf buluyordum. Çocuk, kadına doğru bir adım attıktan sonra durdu ve yarı dönerek bana baktı.

  “Yerinde olsam onu alırdım.” dedi kulağını işaret ederek. Koyu saçları arasından parıldayan metalik yüzeyi gördüğümde cihazdan bahsettiğini anlamıştım. Kaşlarını kaldırarak ekledi, “Bu şey için vergi ödüyoruz.”

  Ardından bir şey söylememi beklemeden arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Ona bakarken adımlarını ne kadar sağlam attığını fark ettim. İlerlerken etrafını saran gizem bulutunu da yanında götürüyor gibiydi. Az önce fosforlu gözlü kadının olduğu kapının yanına vardığında omzunun üzerinden bana doğru baktı. Donuk kahverengi gözlerine kendi boş bakışlarımla karşılık verdim. Az sonra bana bakmayı keserek kapıdan geçti. O içeri girdikten sonra kapı kapanarak duvarla bütünleşmiş, böylece bir kez daha yerini kaybetmemi sağlamıştı. Çocuğun gitmiş olmasını fırsat bilerek ağır hareketlerle tabureden indim ve az önce attığım, şimdi bankamatiğe benzeyen cismin yanında duran cihazı aldım. Üzerinde herhangi bir çizik ya da çatlak olup olmadığını kontrol ettikten sonra, neyse ki yoktu, onu tekrar sağ kulağımın arkasına taktım.

  Doğrulup tabureme doğru ilerlediğim sırada koridorda yeni bir kapının açıldığını fark ettim. Oraya baktığımda beliren adam, beyaz olduğunu iddia edebileceğim gözleri ve anormal derecede yapılı bir vücudu vardı, bana doğru bakarak seslendi.

  “A0023, Reena Becker!”

Continue Reading

You'll Also Like

90.4K 1.6K 152
Türkiye de ve Dünya üzerinde yaşanmış esrarengiz olaylar... Gizemi çözülemeyen sırlar. Büyüler, kehanetler. Ölümler...
540 147 3
Her şeyi bile isteye mahvetmiştim. Belkide bu bir intihardı. Kim bilir belkide bir hayatın kurtuluşu. Belki de bir sürü hayatın son buluşu.
201 97 12
güçten doğan bir savaş isteği ve arkadaşlıktan doğan bir aşk güçlülerin hayatta kaldığı dünyada savaş ve aşk ın duygusu bence sarar hikaye
9.5K 889 6
Hayatı öyle hızlı yaşıyoruz ki, tıpkı otomatiğe bağlanmış bir robot misali ailemizden kopyaladığımız olumlu olumsuz öğrenilmiş alışkanlıkları çaresiz...