ÇEPNİ Tuğrabozan

By 6EmreYavuz1

56.4K 5.9K 369

(2020 Wattys TR Tarih Kategorisi Kazananı...) Gök Sultan ile Tuğrabozan'ın arasındaki sevgi kıvılcımı mutlu s... More

İZİN
KUTLU HABER
YENİ PUSATLAR
CENEVİZLİLER
TUĞRABOZAN
HAK
GİZLİ SEVDA
KURT
TUZAK
AK ÖRGÜ
GÖNÜL OKU
KAVUŞMA
YARIŞMAYA DOĞRU
ZEHİR
YARIŞMA (1)
YARIŞMA (2)
HABER
HAİN
SAVAŞ
İNTİKAM
FETİH YOLUNDA
KUTLU
BEKLENMEDİK
ULA - FİNAL
TEKERRÜR - YENİ ÇALIŞMAYA GEÇİŞ: 1. KISIM
KUTLU'NUN YOLU - YENİ ÇALIŞMAYA GEÇİŞ 2. KISIM
3. KİTABIM // ULA // ÇIKTI
EKLENECEK SAYFA [DEDEM KORKUT & ATAM SARI SALTUK]
EKLENECEK SAYFA
EKLENECEK SAYFA
EKLENECEK SAYFA
EKLENECEK SAYFA

GİRİŞ

10.4K 382 105
By 6EmreYavuz1

Not: Sözlerime alemlerin rabbi olan Allah'ın adıyla başlıyorum. Niyetimde olan bu kurguyu tamamlamama imkân veren Allah'a (c.c) evvelden ahire hamd-ü senalar olsun. Şükürler olsun. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) ve ashabına, diğer peygamberlerimiz ve ashablarına da salât-ü selam olsun. Bu kurgunun bazı sayfalarında, bulunmasının faydalı olacağını düşündüğüm kimi kurgunun konusuna bağımlı kimi ise kurgudan bağımsız 40 hadis yer alacaktır. Faydalanmamız ve rehber edinmemiz duasıyla.

Hadis 1: Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den rivayet edilmiştir; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

"İnsanlar ezana icabet etmenin ve ön safta kılmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kura çekmek zorunda kalsalardı kura çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi." [Kaynak: Müslim]

^

Hicri takvimler 855 yılı, Ramazan ayına yirmi gün kaldığını gösteriyordu. Biraz önce güneşli olan gökyüzü, şehrin kuzeyinde yer almakta olan denizin üzerinden gelen kara bulutlarla kaplanmıştı. Rüzgâr, yavaş yavaş şiddetini artırma girişiminde iken anlık yükselip alçalan ve adeta "Yağmur geliyor." uyarısı yapan rüzgâr melodileri ise şehrin dört bir yanından duyulur olmuştu.

Trapezus'a hâkim bir tepede oturmuştu on dokuz yaşındaki, atletik vücutlu, kıvırcık kumral saçlara ve çok iyi bir gözlem yeteneğine sahip olan bir seksen boyundaki Mehmet. Hemen hemen her gün yaptığı gibi bugün de gün ortası yemeğini yemek üzere ıssız olan bu tepeye çıkmış, bir yandan yemek yerken diğer yandan kahverengi gözlerini şehre dikmek suretiyle fetih hayâllerine dalmıştı. Dalmış ve demişti kendi kendine;

"Be hey bir zamanlar atalarımın beşiği olan bereketli topraklar. Bre hey sömürgecilerin elinde çamura düşen yüce akik. Haberdarım yaşadıklarından, içindeki kor benim de içimi yakar. Akdimdir ki putlaştırılan adın da kavuşacak eski şanına, din gözetmeksizin kucak da açılacak halkına. Akdim akittir ki bir zamanlar olduğu gibi tekrar çıkacak bağrından gözü pek asenalar, pek yiğit börüler. Bunun için çaba sarf edeceğim. Ömrüm boyunca hak için mücadelemi sürdüreceğim..."

Ekmeğinin son parçasını bir miktar peynir ile buluşturup ağzına attığı esnada gök gürültüsü duydu. Havanın ani değişimi üzerine bir de gök gürültüsü eklenince her an yağmur damlalarının toprakla buluşabileceğini anladı. Toparlanıp ayağa kalkmadan önce son kez düşünceli bir yüz ifadesiyle Trapezus'u süzdü. Sonunda avını gözüne kestirmiş bir kurt edası ile Rum Devleti kalesine bakışlarını yoğunlaştırdı. Neden bu topraklarda kimliklerini gizleyerek yaşamak zorunda olduklarını anlatan 'Altın Post' hikâyesini duyduğu o ilk an aklına geldi. Ağzındaki lokmayı yuttu. Bir anlığına boynundaki kolyenin ucunda bulunan ve kimliğini saklamak için takmak zorunda olduğu metal haça baktı. Sonra kaldığı yerden kaleye bakmaya devam etti. Aynı esnada hikâyeyi babasından duyduğu o ilk an, gözleri önünde canlanmaya başladı;

"Asırlar asırlar önce... Atalarımızın yiğitliğinden dolayı bir zamanlar Turabozan olarak adlandırılan bereketi bol bu topraklarda adalet hüküm sürer, doğa ile uyum içinde yaşanırken. Durur mu kötülük, buralara da geldi. Gördü paklığı kıskandı, sahip olmak istedi ona. Hemen sarıldı insanoğlunun ilk günahına. Uydurdu aydınlığın katili olan o hikâyeyi. Uydurdu ve başladı karanlığın çağı; işte o Altın Post hikayesi ile...

Atalarımızın bilgeleri derler ki bir zamanlar büyüklerimiz yaptıkları aletlerle madenleri yerden çıkarır, akarsulara serdikleri koyun postları ile de altını selden koparırlarmış. Bununla da kalmaz, topladıkları madenleri işler ünlendirir, altını işler şenlendirirlermiş. Yani tabiri caiz ise Zernişancılık ve pek tabii Hakkâklık konusunda kâmil olan atalarımız, Kâmil Zergeran Üstadları şanıyla dilden dile dolanır, bereketi bol bu topraklarda doğa ile huzur içinde yaşarlarmış.

Onlar, paha biçilemez güzellikteki zırhları ve dahi pusatlarıyla, içinde bulundukları ahenkli düzeni o kadar güzel idare ederler, ellerindeki zenginlikleri halklarına o kadar adaletli dağıtırlarmış ki dışarıdan gelen istisnasız her tüccar, onların bu saf düzeni karşısında kıskançlığa boğuluverirmiş.

İşte bu boğuluverme, zaman geçtikçe tüccarların gönüllerindeki karanlığı daha da artırmış. Sonunda karanlık tamamen hâkim olmuş gönüllerine; zengin olma hırsıyla düştükleri kıskançlık gafletleri, nefret gafletine dönüşüvermiş. Böylelikle uzak yerlerden gelen o tüccarlar, düşman kesilivermişler atalarımıza. Düşman dediysem öyle mert bir düşmanlık değil ha! Atalarımızın yüzlerine gülümseyip arkalarından iş çevirir bir namertlikle yapılan düşmanlık...

Bazı tüccarlar aynı amaç uğruna birleşerek zenginliklerini kullanmış, bütün olarak gördüğü atalarımızın arasına türlü nifak tohumları ekmek suretiyle onların kendi içlerinde parçalanmasını sağlamış. Bazıları daha da ileri gitmiş, dost diye kurulan sofralara zehir katmış, şehit etmiş atalarımızı. Fakat tüm bunlara rağmen güçleri her hallerinden belli olan bu börüleri, asenaları böylece yenemezlermiş. Onları tamamen bitirmek için yok edici bir güç gerekliymiş.

İçlerinden bu durumu sezen ve diğerlerinden daha sinsi olan bir tüccar, çözümü düştüğü gaflet kuyusunun daha da derinine inmekte bulmuş; yalan söyleme ve bunu hikâyeleştirme derinliğine inmekte...

Günlerce nasıl bir hikâye uyduracağını düşünmüş hilesi bol tüccar. Düşünürken de atalarımızla bolca kaynaşmış, onların misafirperverliklerini suistimal etmiş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra atalarımızın akarsulara, sellere serdikleri postlar içerisinden bolca altın tutmuş olan bir tanesini görmesi ile nasıl bir hikâye uyduracağı canlanıvermiş aklında. Hemen zehirli hikâyesini oluşturmaya başlamış. Hikâyenin her bir ayrıntısını büyük bir titizlikle işlemiş. Sonra topraklarımız dışında gittiği her yere yaymaya başlamış bu zehri;

Hikâyesine göre bir zamanlar atalarımızın yaşadığı bu topraklarda, altın posta sahip büyük bir canavar yaşarmış. Ve bu canavarı kim öldürürse postun yenilmez gücüne ve zenginliğine sahip olabilirmiş. Fakat güçlü mü güçlü bu canavarı öldürmek hiç mi hiç kolay değilmiş. Zira hem canavar çok güçlüymüş hem de canavara ulaşmak için dağları aşmak, vahşi otlarla kaplı ormanları geçmek gerekirmiş. Tabii bunları yaparken de canavarı koruyan yerli halkla yani atalarımızla da savaşmak gerekiyormuş.

 Zehirli hikâye bu ya, hemen hemen girdiği her vücudu hızlıca etkisine alıvermiş. Böylelikle adeta rüzgârda savrulan yaprak misali kulaktan kulağa yayılan o hikâye, hemen hemen her duyanın zihninde, yenilmezlik ve zenginlik inancını doğuruvermiş. Atalarımızın topraklarına akın akın başlamış saldırılar. Ve her acımasız saldırıda, ruhlarını şeytana satmış olduklarını göstermekten hiç mi hiç geri durmamış düşmanlarımız. Yurdumuzu yakmış, emeklerimizi hiç etmişler. Nice sırlı yüreğe sahip börümüz, nice bakışlarıyla düşmanı korkudan bayıltan asenamızı kaybetmişiz. Her geçen gün işgalci sayısı artıp yerli halkın sayısı azalsa da hiç ama hiçbir zaman sözde altın postlu canavar bulunamamış. Üstelik işgalciler de geldikleri yere geri dönmemiş, hilelerine hile katarak saflığı bozmaya devam etmişler. Ve evet zaman içerisinde bugün de gördüğünüz sağlam surlara sahip kaleler kurulmuş, atalarımız bulundukları yerden sürgün edilmişler. İşte yavrularım... Bugün bir zehirli hikâye ile bizlerin geldiği yer burası. İşte bu yüzden sabretmeliyiz. Sabretmeli, adaletimizi merhametimizle göstereceğimiz o güne kadar plânlarımız izinde yürümeliyiz."

"Onlar, kurdun inine girme cesaretinde bulundular. Bununla da yetinmeyip kurdun inini kendi yuvaları bellediler. Kurt ininde yatan bir tavşan. Üstelik kendini korumak için bir de kale yapmış. Ne yazık..." dedi Mehmet, içinden kendi kendine. Toparlanarak ayağa kalktı. Belinde bulunan ve büyük bir ustalıkla kullandığı hançerleri tutarak atı Tulpar'a doğru yürümeye başladı.

Altın post zehri sonrası işgal edilen ve sürekli yağmalanan topraklarını savunmak adına zamanla yetersiz hale geldiklerini gören ataları, yok olmaktansa geri çekilerek güç toplamanın daha uygun olduğunu görmüşlerdi. Böylelikle Karadeniz kıyılarından Karadeniz'in zorlu yamaçlarına doğru çekilerek dağların ardında yaşantılarını sürdürmeye devam etmişlerdi. Ta ki 1277 yılındaki Sinop savaşına kadar bu durum böylece devam etmişti.

Asırlar sonra yıl 1277'yi gösterdiğinde, kolay lokma gördükleri Sinop'a saldıran Komnenoslar, büyük bir sürprizle karşılaşmışlardı; "Çekirge sürüsü gibi kalabalıklar" dedikleri Mehmet'in ataları ile...

İkinci sürprizi ise çok geçmeden yine Mehmet'in atalarından almışlardı. Deniz ile alâkaları olmayan ve 'Düşmanı nerede görürse savaşır.' anlamına gelen 'Çepni' lâkaplı bu Türk boyuna, deniz ağırlıklı savaşta kaybetmişlerdi. Böylelikle yüzyıllardır geri duran bu topluluk, tüm düşmanlar tarafından 'Çepni Türkleri' adıyla tekrar bilinmeye başlanmıştı.

Sinop'un alınmasıyla ata topraklarına, Karadeniz'in kıyı kesimlerine tekrar yayılmaya başlamıştı Çepniler. Adım adım kıyıları tekrar geri almışlar, yıl 1396'yı gösterdiğinde çift başlı zehirli yılan olarak gördükleri, zehirli hikâyenin mucidi Komnenosların, ikinci merkezleri sayılan Giresun'a sahip olmayı başarmışlardı. Böylelikle yılanın bir başını kesmişlerdi. Artık son bir adım kalmıştı onlar için; Trabzon Rum Devleti fethi.

Denemişlerdi, denemişlerdi... Lâkin topografyasından dolayı kuşatmayı başarsalar da şehri geri almayı bir türlü başaramamışlardı. Başaramamışlardı ama Çepni Beyi olan Mehmet'in dedesi Süleyman Bey, düşmanı görmüştü bir kere. Kuşatma sırasında etrafını iyi incelemiş, toplayabildiği kadar istihbarat toplamıştı. Zamanı gelince kullanmak üzere şehir içinde parayla satın alınabilecek insanlar buldurmuştu. Gerekli malzemeleri oluşturduğunu düşündüğü anda da güvendiği insanlar ile bir bütün içinde plânlama aşamasına girişmişti.

Komnenoslar'ı ayakta tutan tek şeyin coğrafi konumları olduğunu, çevresinde kendinden güçlü olan düşmanlarıyla akrabalık kurarak onları içten yıktığını iyi gözlemlemişti Süleyman Bey. Kendileri ile de yakın bir zamanda böyle bir temasa girişileceğini düşünmüştü. Bu yüzden istihbarat yeteneği çok kuvvetli, daima düşmanlarından gerçek kimliğini saklamayı başaran, bir doksan boyunda, kılıç ve kalkanı ustalıkla kullanan en küçük oğlu Salih Efendi ve onun adamlarına hazır olmalarını söylemişti.

Zaman içerisinde düşündüğü gibi olunca plânlarını uygulamaya koyulmuştu Süleyman Bey. Bağın kurulacağı o gün, kız tarafına hediye getirilirken Mehmet'in babası Salih Efendi ve adamlarının bir kısmı hediye arabaları ile diğer kısmı ise zengin tüccarlar olarak liman vasıtasıyla şehre sızmışlardı. Böylelikle Rum Devleti merkezine yakın yer olan Gemora'nın tercih edilmeyen, engebeli ama stratejik yerlerine yerleşmeyi başarmışlardı. Zamanla merkezdeki dükkanları da satın alarak burada zanaatkarlık işleri ile uğraşmaya devam etmişlerdi. Yaşadıkları yer sorulduğunda ise atalarının asırlardır Gemora'da yaşayan ve Bizans adına paralı askerlik yapan Hristiyan Türkler olduklarını söylemişlerdi.

Yanına varınca bağını çözdü atı Tulpar'ın. İki eliyle onu sevmeye başladı. Atını sadece bir binek olarak görmüyordu Mehmet. Onun ile arasında büyük bir dostluk bağı vardı.

"Gitme vakti geldi Tulpar." dedi Mehmet, atını severken. Ardından sevmeyi bırakıp iki hamlede bindi atına. "Hayde oğlum, yel ile yarış." diyerek sözlerine ekledi. Atının durumu anlayıp hareket etmesiyle birlikte şehre, babasının yanına doğru yola koyulmuş oldu.

Ormanlık alandan geçerken kulağında kuşların çıkardığı o muhteşem ezgiler, yol boyunca zihnini dinginleştirdi. Sonunda şehre vardığında yüzüne çiseler isabet etmeye başladı. Aynı esnada Rum Devleti habercisinden geldiğini düşündüğü birtakım sesler kulağına erişti. Mevcut hava şartları ile ilgili bir uyarı yapılıyor olduğunu düşündü. Öyle ya, çok güçlü olan Trabzon Rum İmparatorluğu (!) İmparatoru (!) bu hava olayını haber vermekten geri mi durmalıydı ki. Hem sonra kalesinin dışında yaşayan, o çok mu çok değer verdiği (!) halkı ne yapardı...

Atını bağlayıp babasının yanına, demirci ocağına ilerlerken habercinin bağırışlarını daha net duymaya başladı. Böylelikle habercinin, düşündüğü bilgiyi vermediğini gördü. Duyuruda, sözde imparatorluk zekâ ile silah kullanma becerisine yönelik bir yarışma yapacağını, ödülün bir sandık altın olacağını ve yarışmanın iki senede bir tekrar edeceğini duyuruyordu.

Babasının düzenlemiş olduğu yarışmaların artık kendine yetersiz geldiğini gören Mehmet, duyuruyu duyar duymaz mutlu oldu. Çünkü yarışmanın on yıllardır sürdürdükleri gizli görevlerini hızlandıracağını, bunun büyük bir fırsat olduğunu biliyordu. Öyle ya, yarışma sayesinde hem daha zorlu rakiplerle karşılaşma şansı bulabilecek, hem de yarışmacı kisvesi altında kalenin içini rahatça öğrenerek çeşitli plânlar yapabilecekti.

İçindeki heyecan eşliğinde, yarışmaya katılmak istediğini söylemek adına babası Salih Efendi'nin yanına gitti. Gitti lâkin bilmediği bir durum vardı. Kırk yıldır bu topraklarda etrafına iyice kök salmış olan babası tarafından isteği net bir tavırla reddedilecekti. O ise hevesi kursağında kalsa da ata sözü dinleyecekti. Ata sözü dinleyecek, iki yıl sonra yapılacak olan yarışma için gecesini gündüzüne katmak suretiyle fırsat bulduğu her an çalışacaktı. 

Continue Reading

You'll Also Like

851K 46.5K 40
HİKAYE TAMAMLANMIŞTIR - Genç kız ağlamaktan kızarmış gözlerle adamın koluna tutunarak hayatı için yalvardı.. - Sizi asla sevmeyeceğimi biliyorsunuz...
333K 30.5K 41
🍁 -Hey!'dedi sesi atının nal seslerine bulanırken. Gelip tam önümde duraksamış, yorgun hayvan ağır ağır adımlamıştı. Bir doğan misali keskin bakışla...
algon By algon

Historical Fiction

30.4K 1K 35
Algonsuz hayat hayat mıdır lov
216K 10.3K 21
Ben Asenath. Prens Seth'in biricik hizmetkarı. Bir Firavun olduğunda, uğruma kendi kız kardeşini öldürdü. Ben Asenath. Canı beş para etmez bir köley...