BAŞKASI

By bluestragger

269K 8.3K 5K

Doğukan Arınç Balcı. Dünyasını, bize yaşamı anımsatan bütün canlı renklerden soyutlamış ve en az kendisi ka... More

GİRİŞ
Bölüm 1: "GRİ"
Bölüm 2: "BAŞKASI"
Bölüm 3: "İTAAT"
Bölüm 4 Part 1: "BARUT"
Bölüm 4 Part 2: "DÜŞ KAPANI"
Bölüm 5: "ESARET"
Bölüm 6: "ÖZGÜRLÜK"
Bölüm 7: "SADAKAT"
Bölüm 8: "HATIRA"
Bölüm 9: "YİTİK"
Bölüm 10: "SIĞINAK"
BÖLÜM 11: "HAYALETLER"
Bölüm 12: "LİMAN"
Bölüm 13: "KABUS"
Bölüm 14: "TAMAHKAR"
Bölüm 15: "ZİNCİR"
Ön Bölüm (16)
Bölüm 16 Part 1: "ÇANLAR"
Bölüm 16 Part 2: "ISTIRAP"
Bölüm 17: "KARMA"
20 Kasım
Bölüm 18: "CAMBAZ"
Bölüm 19: "BUZ"
Bölüm 20: "ÇARK"
Bölüm 21: "SINIRLAR"
Bölüm 22: "İHTİRAS"
Bölüm 23: "ARAF"
Bölüm 24 PART 1: "GECE RÜZGARI"
Bölüm 24 PART 2: "FIRTINALAR"
Bölüm 25: "PARAMPARÇA"
Bölüm 26: "İMTİHAN"
Bölüm 27: "BATAKLIK"
Bölüm 28: "NEFES"
Bölüm 29: "RENKLER"
Bölüm 30: "ALEVLER"
Bölüm 31: "VAHŞİ"
Bölüm 32: "ISSIZ"
Bölüm 33: "YENİLMEZ"
Bölüm 34: "GÜNAHKAR"
Bölüm 35: "RULET"
Bölüm 37: "KÜLLER"
Bölüm 38: "CAZİBE"
Bölüm 39: "YOLDAŞ"
Bölüm 40: "DERİN"
Bölüm 41: "İHANET"
Bölüm 42: "ÖPÜCÜK"
Bölüm 43: "TUTKULAR"
Bölüm 44: "GÖLGELER"
Bölüm 45: "GÜZ"
Bölüm 46: "PELERİN"
Bölüm 47: "HARABE"
Bölüm 48: "VEDALAR"
Bölüm 49: "KAPAN"
Bölüm 50: "ŞAH ve MAT"
Bölüm 51: "UCUBENİN ŞARKISI"
Bölüm 52: "KAYIP"
Bölüm 53: "YABANCI"
Bölüm 54: "ALPAGU"
Bölüm 55: "DARAĞACI"
Bölüm 56: "AFFEDİLMEZ"
Bölüm 57: "HİÇLİK"
FİNAL BÖLÜM 58: "SESSİZLİK"
Sevgili okurlarım,
30 Mayıs 2019
20 KASIM 2019

Bölüm 36: "OYUNBOZAN"

2.6K 91 56
By bluestragger

Bölüm Şarkısı: Broken Iris-Colorful Mind

Sözlerinin bir önemi yok, verdiği duygu önemli. Keyifli okumalar.

-

Bazen bazı şeylere devam edebilmek için tam ortasında o şeyi bırakmak gerekiyordu.

Tükenişimi sessizliğin kanatlarına saklanmış kelimeler kutluyordu.

Savaş veriyordum, içten içe bir savaş veriyorum. Sonunu getirmem gereken her şeyi tam ortasında bırakmamak için kuvvetli bir savaş veriyordum.

Sürdürmeye takatimin kalmadığı bir oyunu oynuyordum. Ve herhangi bir şeyin üzerine oynamıyordum, kendi hayatım üzerine oynuyordum, sevdiklerim üzerine oynuyordum.

Oyun. Bana ait değildi, sadece beni içine sürüklemiş ve bende acısı geçse bile izi kalacak yaralar bırakmıştı.

Sık sık düşünürdüm, silahı kafama dayayıp oyunu yarısında terk etseydim ne olurdu? Üzerime oynanıp kazanılmış bütün kumarlara ihanet ederdim, beni yazan yazara ihanet ederdim, sonuma başkaldırırdım ve hayal kırıklığına uğratırdım. Belki de hala devam etmeme sebep olan şeyler bunlardı.

Takatim yoktu. Ne oyunu sürdürmeye ne de diken üzerinde yaşamaya. Gri gözleri yanımda istiyordum, ayrıca normal bir hayat istiyordum. Ancak ikisi bir aradayken mümkün değildi. Normale dönsem bile daima iz kalacaktı, vücudumda bıraktığı izler, zihnimde bıraktığı enkazlar, raporlarımda yazan sözde kazalar, raporlarımdan asla yaşanmamış gibi silinmiş ve üzeri rüşvetle örtülmüş silahlı yaralanmalar.

Her şey bir oyundu. Ve ben oyuna kendim atlamıştım, onu suçlamam yersiz ve gereksizdi, seçim yapmamak yaptığım en mantıklı seçim olsa da bir Mart akşamı kollarına koştuğumda başka bir seçim yapmıştım. Beni oyunun içine sürükleyecek bir seçim. Kimi suçlayabilirdim? Seçim benimdi ve yanlışı seçmiştim, sevgiyi seçen tarafımı mı suçlamalıydım yoksa tehlikeli oyunları üzerine çeken karanlık tarafımı mı?

Tarafları suçlamak yanlıştı, seçimler bir bütün olarak elimdeydi ve ben kendimi suçlayabilirdim.

Oyunun sonunu bilmiyordum. Sonunda kaybedecek miydim kazanacak mıydım bilmiyordum. Kazanırsam hayatımı tehdit eden birisi olmadan hayatım tam anlamıyla kurtulmuş olacaktı ancak kazansam bile kazanırken zihnimde kalacak olan o enkazın izlerinden asla kurtulamayacaktım, hatıralarını her gözlerimi kapatışımda anımsayacaktım.

Kaybedersem sonsuza dek gözlerimi kapatacaktım. İsmim yalnızca bir mezar taşında anılacaktı ve akıllardan silinecekti. Belki de kaybetmeliydim, hem de her şeyi kaybetmeliydim ve yenilmez bir ruha en acı kaybını yaşatmalıydım, onu dibe batırmalıydım.

Ne kazanmak ne de kaybetmek için çabalıyordum, oyunun ne başında ne de sonundaydım, ruhum pusulasını kaybetmişti ve beni belirsizliğe bırakmıştı, ne yaptığımı bilmeden hareket ettiğim günlerdi ve oyunu düşünüyordum.

Oyun neydi? Bir Rus ruleti daha mıydı? Yoksa sekiz kişilik bir poker masası mıydı? Kaç tane oyuncu vardı? Rakiplerim kimlerdi? Müttefiklerim kimlerdi? Kim hile yapıyordu? Kaç tanesi oyundan çoktan çekilmişti? Kim masanın altından silah tutuyordu? As kartlar kimdeydi? Blöf yapan kimdi? Kaybeden kimdi?

Cevaplar yoktu. Cevaplar belirsizdi. Her şey fazla belirsizdi.

Müttefiklerim olsa bile tüm bildiğim bir kumar masasında iki kişinin kazanamayacağıydı.

İçimde günlerdir olmasını beklediğim bir kötülük vardı, göğüs kafesime baskı yapan ve her dakika yayılarak büyüyen iğrenç bir sıkıntı vardı, sanki birisi sakin geçen günlerimi fırtınalara karıştıracakmış gibi pusuda bekliyordu, aynı sıkıntı günlerdir içimdeydi ve hiçbir şeyden zevk alamıyordum. Hislerime güvenirdim ve kötü bir şey olacağını biliyordum.

Sigarayı kül tablasında söndürdüm, en ağır sigara bile kafamdan daha dumanlı değildi.

Kahvemden bir yudum aldım ve su kadar tatsız bir şeymiş gibi boğazımdan öylece geçip gitti. Gözlerimi kapatırken geriye yaslandım ve derin bir nefes verdim, bacaklarım huzursuzluğumun simgesi gibi titreşim halindeydi.

Sanki kötü bir şeyler oluyormuş gibi büyük bir stres içindeydim. Sevdiğim herkesin şimdilik güvende olduğunu bilsem de beni huzursuz eden bir taraf vardı, Bornova'ya döndüğümden belli aynı şeyleri hissediyordum. Sevdiğim herkes şimdilik güvende olsa da fazla ulaşılabilir durumdaydı ve birine bile bir şey olsaydı kendimi ömür boyu suçlulukla yargılardım.

Kötü düşünmek dışında başka bir şey yapmıyordum, sonunda gözlerimden geçen ve sevdiklerime kötü bir şeyler olacağını gösteren olası sahneler son buldu ve evi inceledim. Osman Balcı bu evde henüz on bir ay önce yaşamıştı, dört ay öncesine kadar da ev kendisinindi, belki de bu evde ölmüştü. Şimdiyse üzerine toprak atılmıştı.

Ölüm tuhaf şeydi ve herkesi eşit bir şekilde yargılıyordu, adaletli olan tek şeyin ölüm olduğuna inanırdım ama adaletsiz ölümlere söyleyecek bir şey bulamıyordum.

Telefonum çalarken karanlığın bastırdığı saatlerden birindeydim ancak benim ruhum hep karanlıktı, ışıkları açmadan oturmuştum. Hatırası mezar taşına dönüşmüş biriyle aynı masada yemek yediğimi anımsamış ve şimdi o masada tek başıma oturuyordum. Telefonu açarken kim olduğuna bakmadım.

"Ayça?" dedi gizemli ses, Barış'ın sesine benziyordu, kurşun sesi duydum ve telefondaki kişi acıyla inledi. "Ayça bana yardım etmen gerekiyor. Bana yardım edebilecek tek kişi sensin." Acı çekerek konuşuyordu ve sesin Barış'a ait olduğuna neredeyse emindim, günlerdir beklediğim kötülüğün geldiğini hissettim ve yüreğim korkuyla çarpmaya başladı savaşa hazır halde ayağa kalkarken volta atmaya başladım.

Telefondaki ses kısa bir süre kesildikten sonra başka bir adamın sesini duydum.

"Ayça Poyrazoğlu."

"Benim," dedim endişeli sesimin üstünü kapatmaya çalışırken, ancak ne kadar işe yaradığını bilmiyordum, hatta işe yaramadığına emindim, o an Barış'ın tehlikede olduğuna emindim. "Neler oluyor? Sen kimsin?"

"Kim olduğum seni neden ilgilendirsin küçük kız?" Telefondaki adam zafer elde etmiş gibi güldü. "Balcı elimde ve öldürülmeyi bekliyor."

Barış.

O ses Barış'a aitti, ses algılarım çok kuvvetliydi ve onun Barış olduğuna emindim.

"Kimsin sen?" Dedim nefretle, "Onu bırakman için ne yapmam gerekiyor?"

Adamın beklediği teklif buydu, hattın diğer ucundan pis pis sırıtırken bir yumruk daha attığını işittim, ismim Barış'ın dudaklarından dökülen kanlar arasından ancak hecelerle çıkıyordu. O an tek elimle yüzümü kapattım, kulaklarım daha önce hiç şahit olmadığı bir acıya şahit oluyordu. Eğer Barış'ı kurtaramazsam kendimi ömür boyu asla affetmezdim, birçok insanı kurtaramamıştım ama Barış başkaydı, Barış'ı kurtarmak zorundaydım.

"Adım Atilla."

"Ayça bana yardım edebilecek tek kişi sensin," dediğini işitebildim, kan kustuğuna emindim.

"Tamam!" Diye sesimi yükselttim ve kuzeninin diğer odada olduğunu, beni duyabileceğini anımsayarak ses tonumu alçalttım, gerilmiştim, elimi saçlarımın arasından geçirirken dudaklarımı ısırdım, gözlerimi kapatarak derin bir nefes alırken ağlamaya hazır haldeydim, çok gerilmiştim. "Ne yapabilirim? Ne yapabilirim? Söyle bana."

Adam güldü. Alayla güldü. Bir katilin kurbanını tam zamanında öldürdüğünde hissettikleri gibiydi. "Erkek arkadaşın olan Balcı, yanında mı?"

Gözlerim odasının kapısına doğru dönerken dudaklarımı ıslattım. "O duşta, ben mutfaktayım," derin bir nefes alırken sitenin ışıkları camdan girmiş ve gölgemi odaya düşürmüştü. "Ne yapmamı istiyorsun?"

"Onu öldürmeni tercih ederdim," dedi hattaki adam, ardından yeniden güldü. "Ama onu öldürmektense kendini öldüreceğini az çok biliyorum. Aşk, aptalca. Değil mi?"

Derin bir nefes alırken ağlamamak için mücadele veriyordum. "Ne yapmamı istiyorsun? Neden onu esir tutuyorsun? Kahretsin!"

"Önce sana terbiyeli konuşmayı öğretelim Ayça Poyrazoğlu," dedi hattaki adam, öksürdü ve caddenin sesini duydum. "Beni sorgulayamazsın. Benimle öfkeli bir şekilde konuşamazsın. Şuan elimde kanının çok değerli olduğunu iddia eden bir Balcı var, paraya sahip olduğu için kendini kutsal sanması tuhaf değil mi? Şimdi bana karşı saygısızlık yapma, telaşına bağlıyorum ama gelecek sefer bu kadar anlayışlı olamam."

Tuttuğum nefesleri bir bir verirken sakinleştiğime karar verdim, su sesleri kesilince duştan çıktığını anlamam uzun sürmedi.

"Duştan çıktı, ne yapmamı istediğini söyleyebilir misin?"

Adamın da telaşlandığını hissettim. Korktuğu kişi o olduğu için bana yüklendiğini tahmin ettim. "Güzel, onu odaya kilitlemeni ve o evden, hatta siteden üç buçuk dakika içinde çıkmanı isteyeceğim. Eğer ona bu konuşmadan bahsedersen küçük kız, Balcı'nın bacağına saplanan o kurşun bu defa beynini dağıtır. Telefondan ayrılma. Başlatıyorum."

"Tamam," diye yanıtladım, "Yapacağım."

Odaya ilerledim, saç kurutma makinesinin seslerini duyuyordum büyük ihtimalle giyinmişti ben odadayken asla orada giyinmezdi. Gözlerimi kapatırken kilidi bir kez çevirdim ve duymadığını umdum. Beklentilerimin aksine saç kurutma makinesinin sesi kesildi. "Ayça?" Diye seslendi.

O an fazla seçeneğim olmadan tabanları yağlamaya başladım, ev anahtarını alırken özür dilediğimi yüksek sesle söyledim ve kapıyı üzerinden kilitleyip anahtarı arka cebime attım, oysaki anahtarlıkta birkaç tane daha yedek anahtar vardı. Ev Osman Balcı'nın olsa da şehre geldiği zamanlar hariç kendisi, Benan, Barış ve nadiren Aykut kullanıyordu.

"Aferin," dedi telefondaki adam, ona ismiyle hitap etmek istemiyordum.

Asansöre ilerledim ama asansör bozuktu, derin bir nefes verirken merdivenlere doğru koşmaya başladım.

Sanki merdivendeki basamaklar ruhumdaki acılara giden yollardı, sonu gelmeyecekmiş gibiydi.

Nefes nefese kalırken birinci kata gelmiştim ama ayakkabılarımın bağcıkları açık olduğundan tökezledim ve yere düştüm, telefon benden ayrı bir yere fırladı, şansıma küfür ederken telefonu aldım ve zemine indim. Zemin bekleme salonu gibiydi, birkaç kişi koltuklarda otururken onların önünden hızla geçtim ve dışarı çıktım.

"Son on beş saniye küçük kız," dedi telefondaki adam, hızlı nefes alış verişlerimi duyuyordu ve bununla eğlendiğine emindim.

Güvenliğin önünden koşarak geçtiğimde alnımdaki terleri sildim, artık gecenin koynundaydım.

"Çıktım," dedim telefondaki adama, "Çıktım. Şimdi ne yapmam gerekiyor?"

Benimle eğlendiğini biliyordum, gülmeye devam etti. "Dolph'a gel, bilardo salonuna geç. Orada biri sana anahtar verecek, seni arayacağım, telefonunu rahatsız etme moduna al ve birinin seni aramasını engelle, kontrol edeceğim. On beş dakika sana yeter, on dördüncü dakikada telefonunu o moddan çıkaracaksın."

"Dolph mu?" Dedim beni dinleyen güvenliğe ters ters bakarak uzaklaşırken, "Orası neresi?"

Adam güldü ve telefonu kapattı. Beni sorularla baş başa bırakmıştı.

Eğilip ayakkabımın bağcıklarını bağladıktan sonra bana yetişeceğini hissettim, telefonu rahatsız etmeyin moduna aldıktan sonra ana caddeye yürüdüm ve birkaç insana Dolph'un yerini sordum. Yaklaşık yarısının hiçbir fikri yoktu, gerçi moruklara böyle bir şey sormak benim hatamdı. Üniversiteli olduğu belli olan birine sorduğumda Park Bornova civarında olduğunu söyledi. Ankara Caddesi ve bulunduğum caddenin arasında çok mesafe vardı, hayıflanmadan koşmaya başladım.

Zamanım kısıtlıydı, sanki saat kırılmış ve akreple yelkovan saçılmış gibiydi, ışıklar, insanlar ve caddeler gözlerimden geçerken ılık hava yüzünden gözlerimden yaşlar akıyordu, ciğerlerim iflas edene kadar koştum. Sonunda Ankara Caddesi'nin girişinde durdum, banklardan birine çökerken iki dakika kadar zamanım kaldığını biliyordum, kendime toparlanmak için otuz saniye zaman tanıdıktan sonra yeniden koşmaya başladım.

Artık daha yavaş koşuyordum, vücudumun istemsiz bir şekilde tepkisiydi. Neyse ki parlayıp sönen yunus şeklindeki ışıklar bana doğru yolda olduğuma dair bir işaret verdi, ancak uzaktaydı. Koşmaya devam ettim, daha düşük tempoluydu ve hızlanmam gerekiyordu. Barış'ı düşündüm, esmer yüzünün kanlar içindeki halini hayal ettim, o iri cüssesine rağmen nasıl yenildiğini düşündüm. Gülseren'i düşündüm, hep mutlu ve geniş bir aile yaratmak istemişti, hayalini düşündüm, paylaştıkları sevgiyi düşündüm ve daha hızlı koşmak için bir sebebim oldu.

Dolph yazısıyla birlikte iflas eden ciğerlerimin komutuyla yere düştüm, üzerimdeki koyu lacivert kotun diz kapakları toza bulanmıştı. Toparlanırken mekana girdim ve telefonumu rahatsız etmeyin modundan çıkardım, on saniye sonra telefon arka cebimde titreyerek çalmaya başladı, telefonu açarken yüzümü buruşturarak ekrana baktım, numara özel numara olduğu için kim olduğu belirsizdi. Düşüşümün etkisiyle cam ekran ve ön cam çatlamıştı, yine telefon değişmek zorunda kalacaktım.

Telefonu kulağıma götürdüm. "Mekana girdim."

"Güzel," dedi adam gülerken. "Akıllı kız. Balcı'nın haberi yok, değil mi?"

"Sanmıyorum," dedim yüzümü buruştururken merdivenlerden indim ve bilardo salonunu gördüm, fazla kalabalıktı.

"Bana kesin bir şey söyle," diye kükredi hattın diğer ucundan. "Peşinde mi değil mi? Yoksa yanımdaki Balcı'yı öldürürüm. Onunla konuşmak ister misin? Bence bir saat içinde can verecek."

"Peşimde değil," dedim öyle olmasını umarak, ancak biliyordum ki peşimden gelecekti. Hatta güvenliğin ona nereye gittiğimi söylediğine emindim. "Onunla konuşabilir miyim?" Diye sordum. Barış'ın konuşabileceğine pek emin olmasam da.

Telefondaki kişi değişti. Artık Barış'la konuşuyordum.

"Barış," dedim özür diler gibi bir sesle, sol gözümden bir damla gözyaşı düşerken bunun sadece acıyla karışık bir mutluluk olduğunu biliyordum. "Seni kurtaracağım, söz veriyorum. Bunların başına gelmesinin sebebi sadece biziz. Doğukan ve ben. Çok kötü şeyler yaptık."

"Ben," dedi kan kusarken, eminim telefonun ekranına da sıçramıştı, bu halini düşünmek canımı yakıyordu, gözyaşlarımı sildim, artık gözyaşlarımı insanların arasında akıtmayacak kadar büyümüştüm. "Suçlu değilsin," dedi yeniden kan kusarken. "Suç hiçbir zaman senin olmadı. Suç bizi kanlı bir soyun meyveleri yapan ailelerin. Ya da bizi kanlı bir soy yapan kişinin."

Gözlerimi kapattım, o anın görüntüsü ister istemez gözümün önüne geliyordu ve göğüs kafesimin altında bana baskı yapan bir şeyler vardı. Dudaklarımı ısırırken telefondaki kişi yeniden değişti.

"Soluna bak Ayça Poyrazoğlu, köşede bir adam var, tam olarak sana bakıyor. Onun yanına git ve otur, Margarita'yı çok sever. Ona hiçbir şey sormayacaksın. Seni beş dakika sonra tekrar arayacağım."

Soluma baktım ve bahsettiği adamı gördüm, L koltukta köşede oturuyordu, ellerini koltuğun başına uzatmıştı, göz göze geldik. Garsonu durdurup L koltuğa bir Margarita istedim, ardından yapmam gerekeni yaparak sessizce yanına ilerledim.

Telefon kabında para taşıma huyum gerçekten işe yarıyordu, yanımda cüzdanım olmadan çıkmıştım, gerçi cüzdanı düşünecek halim yoktu. Margarita gelene kadar sessizce oturduk, Margarita geldikten sonra adam ilk kez konuştu.

"Fahişe gibi giyinmişsin."

Yüzümü buruşturmaya engel olamadım. Üzerimde koyu lacivert bir kot ve aynı renkte kısa ve kolsuz bir bluz vardı. Fahişe olmak için standartların altında kalıyordu. Adama ters ters baktım ve susmam gerektiğini anımsadım, soru sormak ve sorgulamak da yoktu. Rahatsızlıkla kıpırdandım, kendimi gergin hissediyordum.

"Ve ben fahişeleri sevmem," diye ekledi adam Margarita'sını yudumlarken.

Verecek bir cevap ya da söyleyecek söz bulamadığımdan sustum ve bakışlarım tavanı buldu, dakikaların geçmesi için ilk kez bu kadar sabırsızlanmıştım.

Telefonum çaldığında derin bir nefes verdim. Adam bana bir anahtar verirken bunun bir ev anahtarı olduğunu anlamam geç olmadı.

"Anahtarı aldın mı küçük kız?" Dedi telefondaki adam, sürdürdüğümüz oyun beni yormuştu.

"Aldım," dedim derin bir nefes verirken, içkinin parasını ellilik olarak bırakırken kalanını telefon kabıma geri koydum. "Sonraki adım ne?"

"Konak'a gel," dedi gülümseyerek, bu sırıtışı biliyordum, genelde şeytani bir gülüştü. "Gecekonduların olduğu bölgeye gel, anahtar o evlerden birine ait, zaten ev boş ve karanlık, hangisi olduğunu anlayacaksın."

Kaşlarımı çattım ve yutkunurken anahtarı sıkı sıkı tutarak koltuktan kalktım, mekanın dışına doğru ilerledim. "Barış orada mı?"

"Balcı mı?" Dedi gülerek. "Tabii ki üst katta. Seni kırk dakika içinde tekrar arayacağım Ayça Poyrazoğlu hatta şansın varsa bir saat bile olabilir."

Telefonu kapattı. Mekandan çıktım ve kendime bir taksi bulmayı umut ederken biraz geride duran gri Mercedes'i gördüm, camı indirip göz göze geldiğimizde oldukça sinirli olduğunu fark ettim, sanki kaçabilecek yer varmış gibi kaçmaya başladım, ara sokaklara doğru koşarken arabasını düşük hızda sürerek bana yetişti. İşte ara sokaklardan birine girmiştim, arabayı durdurup park ederken peşimden koşmaya başladı ve çıkmaz sokağa girdiğim an beni yakalaması pek uzun sürmedi.

"Bana güzel bir açıklama yapman gerek."

Yeniden koşmaya çalıştım ve göz devirerek tek eliyle kolumdan tutarken kendimi köpekbalığından kaçmaya çalışan küçük bir balık gibi hissettim.

"Gitmem gerekiyor. Sana açıklama yapmak zorunda değilim. Aynı senin yapmadığın gibi."

"Yine mi eskiye döndük?"

Kolumu sıkıca tutarken ondan kurtulmaya çalıştım ve başaramadım. Bir an ona yumruk atıp kaçmayı düşündüm ve aklımda kısa bir plan yaptım.

"Evet," derken kolumu bırakmasını sağladım ve ona döndüm, oldukça sinirli gözükmeye gayret ettim ama daha çok sinirlerim bozuk gözüküyordum. "Yapmam gereken işler var. Sana hiçbir şekilde açıklama yapmak zorunda değilim."

"Ben sana açıklıyordum," dedi sakince, "Sen de bana açıklamak zorundasın. Eşitlik istemiyor musun?"

Yüzüne yumruk atacağımı ezbereymiş gibi kolumu kaldırdığım an parçalayacak gibi tuttu ve canımı acıtacak şekilde çevirdi, diğer yumruğumu kaldırdığım an sinek öldürür gibi onu da tuttu ve beni sertçe duvara çarptı, duvarla kendisi arasında sıkışmıştım ve hareket etmeme izin vermeden üzerime eğildi, gözlerimin içine baktı.

"Sorunun ne senin?" Kollarımı duvara yapıştırırken en tehditkar haline bir kez daha şahit oluyordum.

"Sorun falan yok," dedim gözlerimi kaçırırken, kendimi kampüste beni öptüğü günün içinde bulmuş gibi hissettim. Ondan sır saklamaktan nefret ediyordum, sır saklama konusunda kötü değildim ama onun yanında sır saklayamıyordum. "Gitmem gerek."

"Eğer gidersen bir daha geri dönme," dedi gözlerimin içine bakarken, bunu bütün samimiyetiyle söylediğini biliyordum. "Çünkü sorunun ne olduğunu biliyorum. Gitmekte ya da kalmakta özgürsün."

Sorunun kendisi olduğunu düşünüyordu, birini öldürdüğü için ondan nefret ettiğimi düşünüyordu, ona kuzeninin öldürülmek üzere olduğunu anlatamadığım için yüreğim suçlulukla burkuldu. Anlatırsam Barış'ın hayatı tehlikeye girecekti, anlatmazsam sorunun aramızdaki olduğunu düşünecek ve benden nefret edecekti. Yapmam gerekeni biliyordum ama yapmak istemiyordum. Onu bırakamazdım, onu bırakmam zordu ama doğru olan bu değildi.

Duvarla kendi arasından sıyrılarak bir adım attım, bir insanın hayatı daha önemliydi, Barış'ın hayatının kurtulması daha önemliydi. Bir adım daha attığımda üzerime zincirler bağlanmış gibi hissediyordum, gözyaşlarım gözlerimi yakmaya başladı, onu bırakma düşüncesi bile bende böyle bir etki yaratırken gerçekten bıraksaydım ne olacağını bilmiyordum.

Attığım üçüncü adımda ağlamaya başlamam ve arkamı dönüp kollarına koşmam çok ani oldu. Kollarımı boynuna dolarken kafamı göğsüne gömdüm ve tişörtünü gözyaşlarımla ıslattım, sarılmama karşılık vermesi pek vaktini almadı.

"Özür dilerim, yapamam," dedim hıçkırıklarım yükselirken, "Sana bunu yapamayacak kadar seni çok seviyorum. Özür dilerim."

"Aptal," diye mırıldandı. "Sence gitmene gerçekten izin verir miydim? Sana benimsin demiştim, benimsin ve aksini iddia edemezsin."

"Tam da senin yapacağın bir şey," dedim gülmeye çalışırken, ancak daha çok hıçkırmama sebep oldu.

Sessizleşti, düşüncelerle anlaşma gibi bir yeteneğimiz vardı, aklından tehdit edildiğim geçti ve bana daha büyük bir şefkatle sarıldı, ihtiyacım olduğunda şefkatli adam olmayı iyi biliyordu.

"Kim, seni neden tehdit etti?" Dedi sakinleştiğim beşinci dakikanın sonunda. "Çok üzerine geldim, özür dilerim."

Gözyaşlarım dindiğinde tamamen sinirlerimin bozulduğunu fark ettim, geri çekildikten sonra gözaltlarımdaki kirpikleri temizledim. "Sen duştayken özel numaradan biri beni aradı, Barış'ın sesiydi ve ona kurşun sıktı, o an bağırmaya başladı. Ardından telefonu ona kurşunu sıkan adam aldı ve bana komut verdi. Seni kilitleyip siteden çıkmamı, yoksa Barış'ı öldüreceğini söyledi. Sonra da Dolph'a gitmemi istedi ve oradayken bana bir anahtar verildi. Şimdi Konak'taki gecekondu bölgesine gitmem gerek, anahtar o bölgedeki evlerden birinin, evin ışıkları yok ve Barış üst katında."

Kaşları çatıldı ve yüzü sinirli simasını aldı, gözlerinden bütün tehditkarlığı okunurken ondan bir kez daha korktuğumu hissettim, insanların onu neden rakip olarak karşılarına almak istemediğini bir kez daha anlıyordum.

"Barış'a ve Gülseren'e birkaç gündür ulaşamıyordum," dedi. İlk kez onu bu kadar hüzünlenmeye hazır halde görmüştüm. "Konak'a gitmen gerek ama orası bir tuzak. Büyük ihtimalle üst kata çıkan merdivenlerde ya da kapının biraz ilerisinde biri seni öldürmeye çalışacak. Profesyonel bir katilin yapabileceği bir şey değil." Sakallarını sıvazlarken yüzü düşünceli bir hal aldı. "Polisler orada devriye geziyor, silah kullanarak seni öldürmesinin olanağı yok. Ya seni boğacak ya da seni taş gibi bir şeyle vurarak öldürecek. İkisinden birini yapacağına eminim."

Kaşlarımı kaldırdım. "Kısaca her türlü öleceğim."

"Senin ölmene göz yumacak gibi mi duruyorum?" Sert elleriyle yüzümde kalan kirpikleri temizledi ve elleri yüzümde gezinmeye devam etti, belki de bir hayat üzerine yanlış bir seçim yapmış olabilirdim ama fazlasıyla doğru hissettiriyordu. "Evin içine girip merdivenlere yürü, kapıyı kapatma. Gerisini ben hallederim. Güven bana tamam mı?"

Başımı onaylar gibi salladım. Zaten güvenebileceğim tek kişinin o olduğunu hissediyordum.

"Taksiye binip git, oraya gittiğinde hangi ev olduğunu anlamadan taksiden inme ve evi bulunca bana mesaj at, ben arabamı değişeceğim ve diğer karayolundan geleceğim."

Başımı yeniden onaylar gibi salladım ve dudaklarımı ısırdım, ardından dudaklarına uzandım ve tutkulu bir şekilde öptüm. "Seni seviyorum." Dedim söyleyebilmenin özgürlüğüyle, artık aramızda söylenmemesi gereken bir kelime değildi ama karşılık beklenmemesi gereken bir kelimeydi.

"Tamam," diye odunsu bir cevap verirken bunu duymaya alışamadığını biliyordum, ona son kez sarıldıktan sonra ara sokaktan çıktım ve ana caddeye koşar gibi yürüdüm, ana caddeden taksi durağına gittim. Çevirdiğim ilk taksiye Sevinç Teyze'nin evini söyledim, taksi biraz daha ilerlerken bu kadar yakın bir yere neden taksi çevirdiğimi sorgular gibi bir hali vardı.

İşte bu evde Sena'yla büyümüştük, birlikte büyüdüğümüz birçok ev vardı ama ikimiz de o evlerden vazgeçmiştik. Artık büyümeye başladığımızı kanıtlayan dört duvarlar yoktu, yetişkinliğimizi kutlayan yalnız dört duvarlar vardı, saat ilerledikçe üstüme gelen dört duvarlar vardı.

"Konak, gecekondu bölgesi," dedim taksiciye evin karanlığına bakarken, Sevinç Teyze de yalnız kalmıştı, artık gününü tamamen işyerinde geçirdiğini tahmin ediyordum.

Taksi hareket ederken ev görüş açımdan kayboldu. Sık sık eski günlere dönmeyi istiyordum. Hala kardeş gibiyken, hala tam olarak büyümemişken, hala hayatı tanımaya çalışırken.

Yolları boş boş izledim ve yaptıklarımı düşündüm. Kesinlikle iyi birisi olmayalı çok olmuştu, ne kadar iyi biri olmaya çalışsam da kan elime sıçradığında bitmişti, iyilik için verdiğim savaşı kaybetmiştim.

Karanlıktım. Ruhum karanlıktı. Ruhumda ışık yoktu, düşünceler belki de beni karanlık yapmıştı, belki de satır aralarında boşluk bırakmayan kelimeler beni karanlık yapmıştı. Belki de sahip olduğum karanlık yaratılışımdan gelen bir karanlıktı. Bir gün karanlıktan gelen bir el beni boğacaktı, kendi karanlığım boğazıma yapışacak ve nefeslerimi sömürecekti.

Sonumu görüyordum, kelimelerle yaptığım iple kendimi kuru bir ağacın sağlam dallarına asacaktım, bedenim sessizliğin yabani rüzgarlarında eserken kayboluşuma takvimde birbirini katleden rakamların eserleri gün ve gece şahit olacaktı, gölgem güneşlerin ardında git gide belirsizleşecekti ve zaman en sonunda ruhumu emektar bir şekilde taşımış bedenimi tüketecekti.

Ağırlaşan gözlerimi sarı sokak ışıklardan çektim, sarı ışıklar sokakların süsleriydi benim için. Caddeler kayıp ruhlarla doluydu, caddeler ait olduğum yerlerdi. Önünden hızla geçerken bir an ihtişamlı saat kulesine baktım, kendimi hiçbir zaman ait hissetmediğim bir yerde ilk kez durup incelemek ve anlamak istedim.

Binaların estetiği git gide zayıflarken yıllarca aynı şekilde kalmış, hava koşullarının etkisiyle boyaları dökülmüş evlerin arasına girdik, taksici benden durmak için onay bekliyordu. Işıkların neredeyse hepsi yanıyordu, bir sonraki sokağa ilerlemesini söyledim ve aradığımı köşeyi dönerken buldum. Hangi ev olduğuna dair bir mesaj çekerken kendisinin de buraya yakın olduğunu öğrendiğim an içim rahatladı. Yalnız değildim.

Taksinin parasını öderken taksiden indim ve gecekonduya ilerledim. Dış kapının demirine dokunduğum an düşmesinden korkar gibi dikkatlice bahçeden geçtim ve anahtarı cebimden çıkarıp evin kapısına taktım, anahtar girmişti yani doğru yerdeydim. Kilidi sağa çevirdim ve kapı gıcırdayarak açıldı. Merdivene bakışlarım yöneldi ama hiç kimse yoktu.

"Merhaba?" Diye seslendim eve, geldiğimi haber vermek için.

Işıkların olduğunu tahmin ettim, elim duvarda gezindi ama ışık düğmesini bulduysam da ışıklar açılmadı. O an duvardaki elimi başka bir el tuttu ve beni çekiştirirken dengemi kaybedip yere düştüm, beni tahta zemine şiddetli bir şekilde çarpmıştı, bir an başım sert zemine geldiğinden etrafımdaki her şey dönmeye başladı, sersemliğimden faydalanıyordu.

Bir el üstüme çıkıp boğazımı sıkarken diğer elinde taş vardı, başıma sertçe vurmak için hareket ettiyse de başımı çekmemle sadece sıyrık oluşturup kanatmıştı. Boğazımı sıkmaya başladı ve ellerimi karşılık vermek için kaldırdığım an ancak bir aceminin yapacağı gibi ellerini boğazımdan çekip ellerimi tutmaya çalıştı ve bu bana avantaj sağladı, dizlerimi hareket ettirirken Kickbox'ta öğrendiğim gibi sertçe sırtına vurdum ve sersemledi.

Tırnaklarımla ellerini çizerken dizini göğsüme bastırdığı an kaburgalarım ezilmiş gibi hissettim, tekrar boğazıma saldırıp boğazımı morartacak kadar büyük bir kuvvetle boğazımı sıkarken tırnaklarımla kolunu çizdim. Bana bir yumruk atarken dudağımın kanadığını hissettim ve kan tadı dudaklarımın arasından geçti.

Yandaki taşı alıp kafama indirmek için kaldırdıysa da kontrolünü kaybetti ve bir anda taş sertçe omzuma düştü, o an ellerimin kontrolünü kaybettim, üzerimdeki kişiyi karanlıkta seçemiyordum ama beni öldüreceğinden emindim. Diziyle karnıma baskı yaparken iki eli de boğazımdaydı, nefeslerimin sonuna geldiğimi düşündüğüm an üzerimdeki baskı yok oldu, geciktiğini söyleyecektim ki buna halim kalmamıştı.

Sadece attığı yumrukları saydım ve ağrılarıma göz yumarak yerden doğruldum, elindeki bıçağın parlaklığını pencereden süzülen ışıktan seçerken onaylamadığımdan kolunu tuttum. Bir kez daha katil olmasına izin vermeyecektim, en azından bunu benim yanımda yapmayacaktı ve beni de katilliğine ortak etmeyecekti. Bana sinirlenerek bakarken hırpalandığımı az çok gördüğünü tahmin ettim, elini uzattı ve elini tutarak ondan destek alıp kalktım.

Yürüyebilecek halde olduğumu belirtsem de beni kucaklayarak taşımaya başladı. Evin kapısını sertçe kapatırken dış kapıyı da nazikçe kapattı, kimsenin şüphelenmesini istemezdi. Değiştirdiği arabası köşede ağaçların arasındaydı, dikkat çekmeyecek şekilde park etmişti, sessizce beni arabanın ön koltuğuna oturturken sinirlendiğini az çok tahmin ettim. Torpidodan bana ıslak mendil uzatırken alnımda kanayan küçük yaraya bastırdım, bu yara izinin geçeceğinden şüpheliydim. Zaten ıslak mendil yaramı sızlatmıştı.

Torpidoyu karıştırıp işe yarar bir şeyler ararken temiz bir bez buldu ve suyla ıslatıp dudağımın kenarındaki kanları sildi, sızlayan bölgeye iyi geldi.

"Canını çok yaktı mı?"

Başımı iki yana salladım, daha kötü acılara da katlanmıştım. "Bundan sonra ne olacak? Barış'a ne yapacak?"

Keyfi yerine gelmiş gibi gülümsedi, kendinden fazla emindi. "Yağız CEO olmak dışında program yapmayı seven biriydi, ondan aşağı kalacak değilim, bilgisayar mühendisliği okumasam da anlamam kısa sürmedi. Program yapmayla ilgili öğrendiğim bir şey varsa birinin telefon konuşmalarına sızıp yerini tespit edebilmek, her ne kadar yasal bir suç olsa da neticede işlemediğim suç kalmadı. Programı yapar yapmaz ilk senin numaran üzerinde denedim, seni bu şekilde takip ettiğim oluyordu. Bu arada Çağdaş umarım sadece gece ikide seni arayabilecek kadar samimi bir arkadaşındır."

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken yüzümde şaşırdığımı belli eden bir ifade oldu. "Bu kadar zeki olacağını gerçekten düşünmemiştim." Sayılarla aram mükemmel sayılırdı ama onun yaptığı hesapları yapabileceğimi sanmıyordum, kaşlarımı çattım. "Yani Edebiyat Fakültesi bitirdin matematiğin ne kadar iyi olabilir ki?"

"Matematiğimin kötü ya da ortalama olduğunu hiçbir zaman söylemedim. Çizimim çok kötü olsa da tercih yaparken aklımda mimarlık vardı, sadece büyükbabamın inadına gitmek için edebiyat okudum. Yüksek lisans da onun inadınaydı. Beni gerçekten CEO yapacağını düşünmemiştim."

Aslında hepimiz ailelerimizin onaylamadığı şeyleri özellikle yapmıştık. Ben ekonomi okumak yerine sağlık okumayı tercih etmiştim, o bilgisayar mühendisliği yerine edebiyatı tercih etmişti, Yağız da işletme yerine bilgisayar mühendisliğini tercih etmişti, Sena güzel sanatlar yerine biyoloji okumayı tercih etmişti. Buna asilik mi derlerdi bilmiyordum ama ben istediğinin peşinden gitmek derdim.

"Tuhafsın," dedim ıslak bezi alnıma tutarken, dudağımda beni havalı gösteren yara bir hafta kadar kalacaktı. "Şimdi ne yapıyoruz?"

"Barış'ın evin gidip Gülseren'e haber vereceğim, bilgisayarımı hiçbir zaman yanımdan ayırmam. Telefonundaki aramaları kontrol edeceğim, yerini bulduğum an gideceğim."

Öldürmeye gidecekti, kaşlarımı çatarak ona bakarken ağaçların arasından çıktı ve taşlı yola girdi, ardından şeritli yola geçti ve Balçova'ya giden kısa yola doğru sürmeye başladı. Onunla ilk kez araba yarışına katıldığım caddeden geçerken bulunduğum duruma göre tuhaf olsa da gülümsedim, onunla ilgili hiçbir anımı kaybetmek istemezdim en can yakıcı olanlarda bile onu hatırlamak isterdim.

Ses çıkarmadan eve yaklaştık ve apartmana doğru ilerledik, buraya son gelişimde onunla aramdaki her şey bitmişti, can yakan bir geceydi. Arabayı apartmanın önüne park ederken arka koltuktaki bilgisayar çantasını aldı, o bilgisayarda çıplak kadın resimleri, hatta porno bulmayı bile beklerdim ama bir program yapabildiği için yanından ayırmadığını asla düşünmezdim. İç geçirir gibi bilgisayarına bakarken dudaklarımı ıslattım ve arkasından apartmana yürüdüm.

Apartman beş katlıydı, asansörle en üst kata çıkarken Gülseren'e nasıl bir açıklama yapacağımı bilmiyordum. Bir an karşısına çıkmayı istemedim, kapılarına gelip zile bastığım an duyduğum seslerle duraksadım. Doğukan'la anlaşmış gibi bakışlarımız birbirine kilitlenirken ikimiz de kaşlarımızı çattık, Gülseren'in Barış'ı aldattığını sanmıyordum ama Barış'ın her an öldürüleceğini düşününce kapının arkasından gelen sesler biraz tuhaf kaçıyordu.

Bir kez daha zile bastım ama sesler zil sesini bastırıyordu, ya da umursamıyorlardı. Zihnim iyice bulanırken aynı sesleri çıkarmadığıma dair dua etmeye başladım.

"Yanakların kızarmasın, senden de aynı sesler çıkıyor."

Daha çok yanaklarımın kızarmasını sağladı.

Gülmeye başladığında sesler kesildi ve o andan kurtulmak ister gibi zile bastım, küfürler eşliğinde yirmi saniye içinde kapı açıldı.

Karşımda aceleyle giyinmiş Barış'ı görmeyi beklemiyordum. Gerçekten. Özel hayatlarına burnumu soktuğum için utanmaya başladım, ardından Doğukan'a telefondakinin Barış olduğunu söylediğim için yalancı ve suçlu konumuna düştüm, bir an Barış'ın Gülseren'le birlikte güvende olduğu için sevindim ve telefondaki kişi eğer gerçekten Balcı'lardan biri değilse boşuna aksiyon yaşayıp vücudumda darp yediğim için sinirlenmeye başladım. Duygularım birbirine karışmıştı.

"Ödeşeceğiz Poyrazoğlu ve Balcı," dedi başını iki yana sallarken, Gülseren geceliğiyle merdivenlerden inerken bütün duygularım karışmış vaziyetteydi. Beraber olmalarına sevindiğim gibi son bir buçuk saatlik aksiyonu kim için yaptığımı merak etmeye başlamıştım, ayrıca boşuna yaptıysam cidden vücudumdaki yaralar hoş değildi, sesini duyduğum kişi Barış değilse kimdi? İnsanların sesleri konusunda nadiren yanılırdım.

"Özür dilerim," dedim aklıma gelen tek cümle bu olduğundan. "Sanırım geri gitmemiz gerek."

Doğukan her zaman soğukkanlılığını koruyan bir insandı, bu duruma karşı bile bozulmadı ve beni yalancılıkla suçlamadı. "Sizinle acil bir şey konuşmam gerek. Bizi davet edecek misin yoksa işine devam mı edeceksin?"

Barış geri çekilirken içeri girdik. Ev fazla kirliydi. Üstüne düzgün bir şeyler giyip geleceğini söyledikten sonra Doğukan bilgisayarını çıkardı.

"Telefonun çalınca aç ve oyalayabildiğin kadar oyala, özel numara olduğu için işim biraz daha zor."

"O Barış değilse kimdi?" Dedim kafam karışmış vaziyette.

Ellerini birleştirerek yüzüne götürürken kaşlarını çattı. "Birkaç gündür ne Barış ne de Durukan'dan haber alabiliyorum. Barış'ın güvende olduğunu tahmin ettim, o kendini koruyabilir ama Durukan biraz daha korunmaya muhtaç biri. İkisinden biri olduğuna emindim, sana inanıyorum."

Dudaklarımı ısırdım. "Ya Aykut?" Ne zaman kumar borcunu ödeyemese başına bir iş geliyordu.

"Sanmıyorum," derken yine de şüpheye düştü, kirli sakallarını sıvazlarken düşüncelere daldı ve her ne düşünüyorsa başını iki yana sallamaya başladı. "Büyükbabamın vasiyeti benim üzerime kurulmamıştı. Kuzenlerimin ihtiyacı olduğunda onlara karşı bütçe ayırma zorunluluğum var, özellikle de Aykut'un hesabına düzenli olarak onu geçindirebilecek para yatırmam gerektiğini yazmıştı, parayı daha üç saat önce çekmiş."

Aykut'tan bahsediyorduk, bir dakikada bile üzerine belayı alabilirdi. Düşüncelerim filizlenmeden Barış ve Gülseren üst kattan indi, ikisi de normale dönmüş gözüküyordu, deri koltuğa otururlarken ciddi havamızdan kötü bir şeyler hissettikleri anlaşılıyordu.

"İyi misiniz?" Diye sordu Gülseren, kadınlık hisleri insanı asla yanıltmazdı.

"Biri beni aradı, adı Atilla'ydı," dedim sorusuna cevap vermeden direk konuya dalarak, "Telefonu başka birine verdi ve onunla konuştum, Barış'ın sesi olduğuna emindim. Bacağına kurşun sıktı. Telefondaki kişi tekrar değişti ve o adam Doğukan'ı odaya kilitleyip siteden çıkmamı söyledi. Dediğini yaptım ve siteden çıktım, sonra da bilardo salonuna gitmemi istedi. Bana orada bir adam anahtar verdi ve Konak'taki gecekondulara gitmemi istedi. Orada Barış'ın olduğunu ve onu kurtarmamı söyledi ama tuzaktı, biraz hırpalanmış olabilirim."

Boynumu gösterirken ikisi de şaşkınlıkla baktı, Doğukan biraz daha sinirli bakarken bilgisayarına döndü.

"Günlerdir işe bile gitmiyorum," dedi Barış gözlerini kaçırırken, Gülseren'le evde olduğunu tahmin ettiğimden karıştırmadım. "Yanlış duymuş olabilir misin? Hiç ismimi söyledi mi? Belki de sadece biri eğleniyordur?"

Aslında telefondaki adam hiçbir zaman isim vermemişti, sadece Balcı demişti. Ben Barış olduğunu düşünmüştüm.

"Birinin eğlenmesi imkansız. Atina, Madrid ve Berlin'de iyi şeyler yapmadım. Beni korkutan da tam olarak bu," diye söze karıştı Doğukan. "Durukan kendini koruyabilir ama biraz daha korunmaya ihtiyacı var, çemberdeki zayıf halka gibi düşün."

"Ya Aykut?" Dedi Gülseren rahatsızlıkla, durumdan oldukça rahatsızlık duymuştu.

Doğukan başını sallarken ben de Gülseren'le aynı hisleri paylaşıyordum. Kadınlar daima ortada ne döndüğünü anlardı, duygularımıza biraz daha düşkün olduğumuz için duygularımız bizi hislerimiz ve düşüncelerimizde yanıltmazdı.

"Atilla," diye mırıldandı Barış kaşlarını çatarken, uzunca bir süre sustu. "Tanımıyorum," dedi en sonunda pes eder gibi. En sonunda telefonuna uzandı ve Durukan'ı aradı, telefon defalarca çalarken kimse açmadı, hepimizin içine aynı korku yerleşmişti.

Telefonu arka cebimden çıkarıp masanın ortasına koydum, aradan elli bir dakika geçmişti ve kimse beni aramamıştı.

"Durukan'la benim sesim benziyor," dedi Barış pes eder gibi telefonu masanın ortasına bırakırken. "Aslında hepimizin sesi birbirine benziyor."

"Durukan'la tanışmadım ve telefondaki kişi onunla tanışmışım gibiydi." Tek kaşımı kaldırdım ve telefonun kırık ekranına bakmaya devam ettim. "Bence Aykut'tu."

Sorgulayan bakışlar bana döndü, Aykut'la tanıştığımı ya da onu kurtardığımı bilmiyordu, kendimi sıkı bir sorgulama düzenine hazırladım.

"Aykut'la tanıştın mı?"

Ona ters ters baktım, her ne kadar ihanet ederse etsin Aykut onun kuzeniydi. Yaptığı hoş bir şey değildi tabii ki ama kuzeniydi işte, her zaman can güvenliği daha öncelikli olmalıydı.

"Tanıştım," dedim ona ters ters bakmaya devam ederken. "İlk tanıştığımızda sen beni Bakırköy sahilinde bırakmıştın, ikincisinde Karşıyaka'ya taşınmıştı, kumar borcunu ödedim. Senin Almanya'ya gideceğini bana ispiyonlayan oydu."

Yüzündeki ifade alışılmış bir şekilde sinir bozucu bir hal aldı ve istikrarlı bir bakışmayı sürdürürken tam ortasında telefonum çaldı, özel numaraydı.

Telefonu alırken o da bilgisayarına geri döndü, aramızın bozulduğunu hissederken telefonu açtım ve hoparlöre aldım.

"Küçük kız, büyük bir hata yaptığının farkında mısın?"

"Kimsin sen?" Diye sesimi yükseltirken Barış'la göz göze geldik, tekrar Durukan'ı aradı.

"Beni sorgulamak sana düşmez," dedi ciddi bir tavırla, alaycı hali gitmişti. "Çok büyük bir hata yaptın."

Telefondaki kişi yeniden değişti ve bir kurşun sıktı, acıyla inlediğini duydum. Barış'la Doğukan göz göze gelirken ikisi de aynı anda Durukan diye heceledi.

"Aykut?" Dedim kendi bildiğimin doğru olduğuna inanarak. "Aykut neredesin?"

"Ben ölüyorum," dedi ve kan kusmaya başladı, can verdiğini anlamam uzun sürmedi, Aykut hiçbir zaman çok sevdiğim biri olmamıştı ama sevmediğim biri de değildi, telefon yüreğime korku salmak ister gibi kapatıldı.

Telefondaki kapanan aramanın ekran görüntüsü elimde öylece kaldı ve ekran siyaha bürünerek kapandı.

"Dört konum buldum," dedi bilgisayarına gerginlikle bakarken, "Dördünden biri doğru konum ama birbirinden çok uzak, biri Bornova, biri Balçova, biri Gaziemir ve diğeri de Antalya'da gözüküyor, Kemer'de bir gece kulübünün konumunu verdi."

Ekrana boş boş bakıyordum, ikisi hareketlenirken gideceklerini anlamıştım. O an Barış'ın telefonu çaldı ve hepimizin bakışları otomatik telefona döndü, arayanın Durukan olduğunu gördüm. Barış hala tehdit halindeymiş gibi telefonu yavaş hareketlerle açtı ve hoparlöre aldı, arkadan gelen sesler caddeye aitti.

"Beni hiç sevmeyen Barış mı beni arıyor?" Dedi dalgayla gülerken, sesi gerçekten de Barış'ın sesine çok benziyordu, aynı zamanda Aykut'un sesine de benziyordu. Yoldan gelen küfür ve korna sesleriyle arabanın içinde olduğunu anladım. "Bir şey mi oldu?"

"İyi misin?" Diye sordu Barış kaşlarını çatarken, bir anormallik göremediği için sinirlenmiş, aynı zamanda şaşırmıştı. "Eve mi gidiyorsun?"

Durukan'ın mizacı gerçekten biraz çocuksuydu, genelde her şeyi dalgaya alıyordu. "Eşinin numarasıyla mı karıştırdın? Bunları ona sorman gerekmez mi?"

"Senin mizacını sikeyim, iki dakika ciddi ol," diye sesini yükseltti Doğukan, "Güvende misin?"

"Tabii ki güvendeyim," dedi Durukan bozulmamış gibi, daha çok azarlanmaya yatkın gibiydi. "Bir sorun mu var? Çünkü Aykut'a ulaşamıyorum."

Hepimizin arasında kısa ama o ortak bakışma geçmişti, Barış sonra açıklayacağını, Kemer'e gitmesi gerektiğini söylerken Doğukan kapıyı kilitlememizi ve tanıdıkları arayıp güvende olduklarına emin olmamızı, bir saat içinde döneceğini söyledi ve evden çıktılar.

Gülseren'le boş boş bakıştık.

"Ben çay yapacağım, sen de üzerini değiştirmek istersen odama çıkabilirsin," dedi ve cevabımı beklemeden mutfağa gitti, içimden bir ses bütün gece uyuyamayacağımı söylüyordu.

Ensemi gerginlikle ovarken telefon rehberindeki bir avuç herkesi aradım, özellikle de Sena'yı ararken açması için üsteliyordum, yılbaşı gecesinden sonra Doğukan'la yeniden birlikte olmamı onaylamamıştı ona göre bana dönen o olmalıydı. Oysa eğer olayın iç yüzünü bilse genç yaşta kalp krizi geçirirdi. Bir kafesin parmaklıklarına kelepçelenip birinin beyninin dağıldığını görmek her gün karşılaşacağınız bir olay değildi.

Sena telefonu homurdanarak açıp bana güzelce küfür etti, küfür etmesinden güvende olduğunu ve yanlış bir zamanda aradığımı anladım, Tolga'yla tartışmış olmalıydı çünkü Tolga onu küfre iten bir sebepti, Sena'yla uğraşmak yerine telefonu kapattım ve listenin sonuna geldim, en çok korktuğum da annemi ve babamı aramaktı, cevap vermeyeceklerinden korkuyordum.

Beklentilerimin aksine ikinci çalışta cevap verdiklerinde içim rahatlamış vaziyette geyik yapmaya başladım ve mutfağa Gülseren'in yanına gittim, yemek masasının önünde kayıtsızca oturuyordu, gözleri boş bakıyordu, çayının soğuduğunu tahmin etmiştim. Görüşmeyi ani bir şekilde sonlandırırken karşısına oturdum ve ona gözlerimi diktim, Gülseren daima neşeli biriydi bu hali ister istemez beni telaşlandırıyordu. Konuşmama gerek kalmadan kendisi konuştu.

"Sanırım ben hamileyim."

Yüz ifadem değişirken hem sevinmiş hem de şaşırmıştım, gülümsedim ama mutluluktan çığlık atacak halde değildim.

"Bu harika bir haber neden üzülüyorsun?"

Ağırlaşan bakışları bana kayarken masanın altından bacaklarını birbirine bastırdığını görebiliyordum. Daha çok bu bebeği istemiyormuş, lanetli bir şeyi doğuracakmış gibi davranıyordu, aslında bu tür düşüncelere karşıydım, dünyaya gelen her bebeğin gelmesinin bir sebebi vardı.

Cevap vermedi, aksine bakışları soğuttuğu çaya kaydı ve alt dudağını ısırdı. Bunun altında özel bir durum ya da özel bir şeyler olduğunu hissettim. Gülseren'in gözlerinde acılarımı sakladığım o pelerini görüyordum ve sırlara karşı bir saygım vardı, meseleyi hiç karıştırmadım, sessiz kalmaya ve bakışlarımızı birbirinden uzakta tutmaya devam ettik, sorgulamamam sırlarına karşı saygımın büyük bir göstergesiydi.

Dakikalar birer birer dizilirken çoktan iki buçuk saat geçmişti, başımı yemek masasına koyarken sinir bozucu bir şekilde ellerimle masaya ritimle vuruyordum ve çıkan sesleri dinliyordum, herhangi bir haber ya da kapımıza silahlarla dizilmiş adamlar yoktu, her şey ürkütücü derecede sessiz, sakin ve gericiydi. Uzun zamandır zihnimi meşgul eden zehirli düşünceler yaşlı bir bekçi gibi ağır ağır zihnimde dolaşıp bana gazap dolu sahneleri izletiyordu. Kendi zihnimde sevdiklerimin hayatlarına çeşitli sahnelerle son veriyordum.

Sonunda kapı çaldı, Gülseren başını ellerinin arasına koyup otururken ben kapıyı açmaya gittim ve kapıyı açmadan önce uzun bir süre tereddütle bekledim.

"Ayça aç şu kapıyı," dedi sinirleri bozulmuş Barış, yavaşça kilidi çevirip kapıyı açtım ve yorgun bir ifadeyle içeriye geçtiler.

"Hiçbir şey bulamadık," derken koltuğa yorgun bir ifadeyle oturdu ve deri koltukta geriye yaslandı. "Durukan da hiçbir şey bulamamış."

Sıkıntıyla iç geçirdim ve Barış konuşmaya devam etti. "Esir tutulan kişi kesin olarak Aykut. En son Benan ve İlayda Aykut'u görmüş. Aykut haftanın başında evlenmiş, kutlama için kardeşlerini ve annesini toplamış, ardından şarap almak için evden çıkmış ve bir daha da görülmemiş. Evlendiği kadından bir kızı var, kadın böyle bir şey olacağını biliyormuş gibi bir tepki verdi ağzını bıçak açmadı, Funda'dan oğlu olduğunu düşününce onun yanına gittiğini düşündük."

Funda derken Barış içtenlikle göz devirdi. Funda'yla konuşmayı kimin yaptığını merak ediyordum, gözlerimi ona dikerek Funda isminin her geçişinde göz devirmeye devam ettim o da bana karşılık verdi, daha çok zorundaydım der gibiydi, Barış aramızdaki bakışmaya rağmen devam etti. "Funda'nın haberi yok, zaten oğlu olduğunu da unutmuş sadece Aykut'un oğlu İstanbul'da bir aileye evlatlık verilmiş diyebildi. Yani sonuç olarak Aykut tam 3 saattir kayıp."

"Polise haber vermeli miyiz?" Diye sordum dudaklarımı ıslatırken, Aykut'un sağ çıkmasını istiyordum. Ondan nefret etmiyordum yaptığı bütün yanlışlara rağmen, Aykut'ta kendime ait bir şeyler bulmuştum ve ona karşı içimde sıcakkanlı bir sevgi vardı, ancak hareketlerime bakılırsa kendinden nefret ettiğimi düşünmüş olmalıydı.

Aykut'un burada olmasını istedim, Durukan'ın burada olmasını istedim, Doğukan'ın Aykut'u affetmesini istedim. Aykut elinde haçını tutarken kuzenlerinin arasında mutlu gözükmesini istedim, Aykut sokaklarda yaşadığında ona yardım eli gelmemişti. Kimse onu anlamak istememişti, ona bir anda bu kadar sempati duymam benim gibi ruhu kaybolduğu içindi, ancak kaybolmayı onun kadar iyi bilemezdim, hiç kimse bilemezdi.

"Saçmalama," diye karşılık almam uzun sürmedi. Doğukan'ın bir an polis fobisi olup olmadığını merak ettim, gerçi işlediği suçlara bakılırsa fobisinin olması muhtemeldi, polis arabalarını görünce ister istemez ürküyordum. "Aykut'un büyükbabamın rüşvetle örttüğü ama kapatılmayan bir sürü davası var. Aykut'un kurtulsa bile ne hale geleceğini düşünmüyor musun?"

Aykut'un yaşaması benim için daha önemliydi, rüşvet yolundan nefret etsem de çok şeyin üstünü örtüyordu, benim vurulmamın üstü de bu şekilde örtülmüştü. Ya da yalanlar. Alevlerin içinde kaldığımda en büyük yardımcım olmuştu.

"Tam anlamıyla saçmalık," dedim kollarımı birbirine dolarken, Barış aramızdaki tartışmayı dinlemek yerine Gülseren'in varlığına ihtiyaç duyar gibi mutfağa ilerledi. Barış'ın gitmesiyle aramızda soğuk bir bakışma geçti. "Her şeyin bizim yüzümüzden olduğunun farkında mısın? Guillermo'yu öldürdün, Santos'u yaraladın ve Gustavus Antonio sayende intihar etti. Boş duracaklarını mı düşündün? Aykut sadece bizim günahlarımızın bedelini ödüyor."

"Biz mi?" Dedi kaşlarını kaldırırken. Daha çok alay ediyordu, insanın kanını donduracak şekilde gülümseyerek başını iki yana salladı. "Biz değil. Bu benim meselem. Öldürmek istedikleri her zaman bendim, sen sadece çevremde olduğun için hedef oldun. Hiçbir zaman senin meselen olmadı."

Karşılık olarak kaşlarımı kaldırdım. Hiçbir zaman onun sözlerinin altında kalmazdım. "Beni her şeyin içine sürükleyen sensin. Normal hayatımı bu hale getiren de sensin."

Ayağa kalktım ve telefonumu arka cebime atarken üst kata doğru ilerledim, yüzümü yıkmaya ihtiyacım vardı. Sonra da polisi aramam gerektiğini biliyordum. Belki hayatını mahvedecekti ama Aykut'un kurtulmasını istiyordum, Aykut'a daha önce ona hiç kimsenin söylemediği bir şeyi söylemeyi planlıyordum, ona acımadığımı, yaptığı her şeyde desteklediğimi söyleyecektim. Çünkü onun desteklenmeye ihtiyacı vardı ama herkes onu sokaklara terk etmişti, Aykut'u sahiplenen hiçbir zaman ailesi değildi, sokaklardı.

"Beni mi suçluyorsun?" Diye çıkıştı ellerim merdivenin tırabzanındayken.

Arkasını döndüğü an o sinirli ifadesi gitmiş, ne yapacağımı anlamış gibi bana bakmıştı, beni tanıyordu ve vicdanımla hareket ettiğimi biliyordu. Ayağa kalktı ve adımları büyük olduğu için bana yetişeceğini bildiğimden koşarak merdivenden çıktım, banyoya girer girmez banyoyu kilitledim ve telefonumu çıkardım, arkamdan gelip kapıyı zorlaması çok uzun sürmedi.

Telefonu titreyen ellerimle çıkarırken ortalığa küfür edip bana kapıyı açmamı, saçma bir şeyler yapmamam gerektiğini söylüyordu. Telefonun şifresi çok uzun olduğu için ona zaman kazandırmıştım, kapıyı yumruklamak yerine kırmaya başladı. Telefonu açar açmaz 155'i tuşladım ve kapının kilidi ayaklarıma düşerken kapıyı açtı, geri geri çekilirken henüz aramadığım aklıma geldi, telefonu elimden alırken ekranı kilitleyip beni kolumdan tutarak koridorda sürükledi.

Aşina olduğum misafir odasına beni kabaca sokarken yatağa sert bir şekilde itti ve küfür etmeye devam etti. Ardından kapıyı üstümden kilitleyerek çıktı, kapının yanındaki duvara çöktüğünü hissettim, daha önce hiç duymadığım küfürleri duyuyordum.

Canımı özellikle acıtmamıştı ama davranışı berbattı, Aykut'un yaşam mücadelesini çoktan kaybettiğini düşününce gözyaşlarım yanaklarımdan akmaya başladı. Yaşamı benim ellerime verilmemişti, aksine bana tuzak kurulmuştu ama kendimi bir şekilde suçlu hissediyordum, belki de benimle oynanan oyun bir şekilde onun yanında olmamla ilgili olsaydı ölümünden haberi olacak ilk kişi olduğum için.

"İğrençsin!" Diye bağırdım kapının yanındaki duvar köşesine otururken, kelimeler birden dudaklarımda şekil alıp seslice dökülmüştü. "Bencilsin. Kuzeninin işlediği suçlar hayatından daha önemliymiş gibi davranıyorsun. Bunca yıldır yakınındasın ama Aykut'u tanımıyorsun, Aykut'u tanıdığın hayatın boyunca benim tanıdığım bir aydan daha iyi tanımıyorsun!"

Kelimeler öylece yükselmişti. Yüreğimde acıyla ve kederlerle harmalanmıştı, dudaklarımın ucunda duygularım bir usta gibi onlara nefretle şekil vermişti ve kelimeler nefretle yükselmişti dudaklarımdan ve şiddetli bir hazla nefretini dökerken yine beni yaralamıştı.

"Aykut'u ne çok seviyorum ne de ondan nefret ediyorum ama o hep bir şeylere muhtaç biriydi, belki ailesine belki de bana muhtaçtı," dedim ağlarken, arada hıçkırıklarım duyuluyordu. "Aykut'un hep kötü olduğunu mu düşünüyorsun? Aykut sadece yanlış tarafı seçen biri, Aykut hiçbir zaman kötü biri olmadı. Aykut'un senden nefret ettiğini mi düşünüyorsun? Hayır, Aykut hala seni çok seviyor ve senin için her şeyi yapmaya hazır, senden af dilemeye hazır." Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye devam ederken odadaki görüntü bulanıklaştı. "Aykut'u tanımıyorsun."

"Kuzenimi benden daha iyi tanıdığını iddia etme!" Diye karşılık verdi bağırarak, öfkesini kontrol edemediğinden aramıza bir kapı ve duvarları koymuştu. "Aykut'u tanımadığımı mı düşünüyorsun? Aykut hiçbir zaman bizim gibi olmak istemedi, Aykut hiçbir zaman kalıba sokulmuş biri olmak istemedi. Aykut olmak istediği kişi için bizden destek beklerken ona arkasını dönen bizdik. Aykut'un olmak istediği kişi için attığı adımlarda ona destek vermeyen de bizdik, hep bizdik, Aykut'un en büyük düşmanı kendisi değildi, ailesiydi. Bizdik."

Yumruklarımı sıkarken hıçkırıklar sağlam bir ağacın baltaya değdiği an gibi boğazımdan kopmaya başladı, gözyaşları yüzümü yıkarken tüm hissettiğim iğrenç bir acıydı. Daha önce hiç böyle bir acı hissetmemiştim, daha zordu.

"Onun kim olduğunu bir oyunda fark ettim. Ben kraldım, Barış savaşçıydı, Durukan'ı hizmetkar yapmıştık ama Aykut kendine verilen rolü kabul etmedi." Öfkesinin azaldığını hissettim ama benim içimde büyüyen o acı geçmedi. "Aykut'u hep sevdim, en sevdiğim her zaman oydu. Başka bir kral olmak istemedi başka bir savaşçı da olmak istemedi. Ben seçeceğim demişti ve gezgin olmuştu, bizim dalga geçtiğimiz ama adı bilinmeyen bir kahramandı belki de. Ve her zaman oyunun ortasında kayıplara karışarak oyunu bozdu. Kendine diyordun değil mi? Asıl hiçbir yere ait olmayan Aykut'tu, o hep oyunbozandı."

Oyunbozan. Bu kelimeyi söylediğinde sakinleşmişti. Sustum. Sustu.

Yargılamıştım. Aykut'u hep yargılamıştım ve bunu düzeltmek için elimden hiçbir şey gelmiyordu.

"Funda denen sürtükle yattığı için ona böyle davranman iğrençti," dedim bir senenin sonunda fikrimi belirterek, aslında bu ana kadar fikrim Aykut'un haksız olduğu yönündeydi, Aykut hala haksızdı ama affedilmeyi beklerken affedilmemesi yanlıştı. Babamla benim aramdaki savaştan farksızdı.

"Sikerim Funda'yı," diye karşılık verirken içi zehirle dolmuş gibi konuşuyordu. "O kaltağın benim için bir önemi mi var sanıyorsun? Ben olmasam başkalarıyla yatacaktı. Evet benim olana elini sürdüğü için Aykut'la aramızdaki bağı kopardım ve onu affetmeyeceğimi söyledim ama zaman geçtikçe benim için bir önemi kalmadı. Ben Aykut'u zamanla affetmiştim, sadece bunu ona hiçbir zaman söylemedim."

Gözyaşlarım yavaşça akarken bazı şeyler yerine oturdu. Aykut'u asla affetmeseydi onu Baykuşlar'dan kurtarmazdı, eskiden Baykuşlar'a bir Balcı'nın kanını akıtma zaferini kazandırmayacağını düşündüğüm için onu kurtardığını tahmin etmiştim ama şimdi anlıyordum. Aykut'u kurtarmak istediği için kurtarmıştı, Baykuşlar'a zafer bayrağını yükseltme fırsatını vermemek için değildi. Aykut'tan nefret etmiyordu, onu çoktan affetmişti.

Sessizdik. Aramızda daha önce hiç söylenmemiş, kalplere gerçekliği açıklanmamış düşünceler kelimelere dökülüyordu, büyük bir fırtınayı koparmıştık ve ikimiz de sessizdik. Ürkütücüydü.

"Hiçbir zaman onu tek bırakmadım," dedi zincir vurduğu kelimeleri tek tek özgür bırakırken. "Belki aylarca onunla ilgilenmedim, ona en ağır cezayı öyle verdim. Onu affetmeye başladıkça onu koruma isteğim ağır bastı. Sokaklardaydı ama neler yaptığından çoğunlukla haberim oldu, ona zarar gelmemesi için çok uğraştım." Bir sigara yaktığını duydum, hiçbir sigara bu acıyı dindiremezdi.

"Onunla zaman zaman konuşur muydun?" Diye sordum dizlerimi karnıma çekerken, Ege Üniversitesi'nin ormanlık alanında Aykut'la konuştuğunu anımsadım, konu bendim, ilk zamanlarımızdı ve sonu kötü bitse de en güzel günümüzdü.

Derin bir nefesi içine çekti, dumandan çıkan şekilleri merak ediyordum. Yağız her zaman içtiğimiz sigaradan çıkan dumanın ruh halimizi yansıttığını söylerdi, zaman zaman ona inanırdım, çoğunlukla sigaramdan çıkan dumandaki şekiller karmakarışıktı.

"Senede iki kez. Başını belaya sokunca dörde, beşe kadar çıkardı." Sigarasını içmeye devam etti. Barış ve Gülseren'in bu özel konuşmayı dinlememesi için dua ettim, benimle ilk kez bir konuda duygularını açığa vurarak konuşuyordu. "Aykut tuhaftır ki seni sevmişti, Funda'yı sevdiği anlamda değil, benimle senin hakkında üç kez konuştu ve Funda olayını vurgulayarak onu hep yarıda kestim."

Yüzümde buruk bir gülüş oldu, tuhaftır ki Aykut'u ben de sevmeye başlamıştım. Şuan elimden gelen tek şey dua etmekti, dindar biri olmadığım için ne kadar duyulabilirdim bilmiyordum ama şuan fazlasıyla çaresizdim.

Kapının kilidi açılırken gözyaşlarımın izini sildim ve ayağa kalkıp yanına oturdum, havada sigaranın kokusu vardı ve duvara yaslanmıştı, kollarının altına girerken üzgün bir ifadeyle göğsüne yaslandım.

"Bekleyeceğiz," dedi tekrar o sert adam olurken. "Sadece bekleyeceğiz."

Sessiz kaldım ve ağırlaşan gözkapaklarım günün yorgunluğa tepki olarak kapandı.

Zil sesleri. Tüm duyduğum deli gibi çalan zilin sesleriydi. Yüzümü buruşturarak gözlerimi açtım, bu zillerin iğrenç melodisini bulana küfür ettim, aşina olduğum o misafir odasında tek başıma uyuyordum ama en son koridorda zeminde, kollarında uykuya dalmıştım.

Gökyüzü mordan pembeye dönmeye başlamıştı, gecenin bıraktığı kötülükleri temizleyen sabahın kokusunu açık pencereden alıyordum, doğrulurken sadece çamaşırlarımla olduğumu fark ettim, kıyafetlerimi çıkaran düşünceli kişi bana beyaz bir sabahlık bırakmıştı.

Sabahlığı üzerime geçirirken kuşağını bağladım, hala çalmakta olan zile koştum, alt kata inerken Doğukan koltukta doğrulmuştu, önünde gold kahvesi vardı ve uykuya dalmak üzereyken uyandırıldığını belli eden gözlerle sinirli bir şekilde bakıyordu. Kapıya koşarken kim olduğuna bakmadan açtım.

Karşımda krem renginde takım elbise giymiş, zayıf, benden daha kısa ve hafif kel birisiyle karşılaştım, elinde bir evrak çantası ve bir torba vardı. Arkamdan Gülseren ve Barış da gelmişti. Elimi kapının pervazına koydum ve geçmesini engeller gibi tehditkar bir şekilde durdum. Daha horozlar ötmemişken deli gibi zile basan birini görmenin iyiye yorumlanacağını sanmıyordum.

"Ben Halis Bey," dedi adam eşiğe adım atarken, geçmesini engeller gibi önünde durdum, geçmek için yeterli bir açıklama değildi. "Aykut Bey'in avukatıyım."

Aykut'un ismini duymamla bütün duruşum bozulmuştu, içeriye geçmesini işaret ederken hepimiz koltuğa yürümeye başlamıştık, içimden bir ses bunun hiç de iyi bir şey olmadığını söylüyordu. Koltuğa oturunca hepimizin uykulu ve sinirli gözlerine baktı.

"Özür dilerim," dedi boğazını temizlerken. "Bu saatte bu şekilde haneye tecavüz etmemeliydim ama daha uygun bir zaman bulamazdım."

Söylediği her söz beni korkutuyordu. Hepimizin uykusunu kaçırmıştı.

"Bir şey mi oldu?" Diye sordu Barış kaşlarını kaldırırken, gözleri kızarıktı.

Avukat başını sallarken o an tahmin etmem uzun sürmedi. "Aykut Bey'in bir saat önce cesedi bulundu."

Dördümüzün arasında boş bakışmalar geçerken o boş bakışların ardında hepimizin tutmaya başladığı bir yas vardı. Ağlamayacağıma dair söz verdim, ağlamayacaktım.

"Aykut Bey bu haftanın başında evlendikten sonra gelip vasiyetini değiştirdi. Yazık, öleceği içine sinmiş olmalı." Gözlüklerini düzeltirken eminim hepimizin içinden dün gece yaşanan telaşa rağmen kullandığı kelime yüzünden suçsuz avukatı öldürmek geçti, en azından benim içimden geçmişti. "Vasiyetinin öldükten hemen sonra kuzenlerine ve özellikle de Doğukan Arınç Balcı'nın önünde açılmasını istedi, Bornova'da yoktunuz ben de buraya geldim."

Boğazını tekrar temizlerken o an beynim uyuşmuş gibiydi ne düşüneceğimi hissedemiyordum.

Evrak çantasını çıkarırken, "Barış ve Gülseren Balcı," dedi ve Barış'a bir zarf uzattı, Aykut'un yazdığı son mektubu sesli bir şekilde okudu. "Beni daima kendi yoluna ortak etmek isteyen kuzenim Barış'a birlikte çizdiğimiz ve üzerinde uzun bir süre oynadığım motor planlarını bırakıyorum. Düğünde hediye bırakacak kadar uzun kalmadığım için Gülseren'e ancak şimdi hediye bırakabilirim, mutluluklar."

Barış elindeki zarfa boş boş bakarken her şeye sağır olmuş gibiydi.

"Nurgül Elif Balcı," dedi ve mektubu okumaya devam etti. "Karşıyaka, Konyaaltı ve Şişli'deki evim, kızım reşit olana kadar senin nüfusuna kayıtlı olacak, seninle uzun zaman geçiremesek de kalbindekileri biliyorum. Özür dilerim."

Boş boş bakmaya devam ettim. Dudaklarım düz bir çizgi halini alırken Gülseren zarfın içinden çıkan mücevhere bakıp ağlamaya başladı. Balcı erkeklerinin ağlayamama gibi bir huyu vardı, Barış yine ağlayabilse de Doğukan'ın daha önce ağladığını hiç görmemiştim, ikisi de yaralanmış ama dimdik ayakta duruyorlardı.

"Durukan Balcı," dedi gözlerini kısarken, aramızda göremediği için torbayı açtı ve paketlenmiş orta boydaki kutuyu ortaya bıraktı ve mektubu okudu. "Bana kralın asasını veren hizmetkara daha iyi bir hediye bırakmak isterdim ama senden bana anı kalan tek şey bu kuzenim. Beni her zaman koruduğun, kolladığın ve desteklediğin için teşekkürler."

Kim bilebilirdi ki oyunbozanın hediyesinin en değerli anı olacağını?

"Annem İnanç Balcı, kız kardeşlerim İlayda ve Benan'a, Balcı Holding'den kalan hissemi paylaştırarak bırakıyorum."

Onlar zaten içinden geçeni biliyordu, onlara hiçbir şey söylemesine gerek yoktu.

"Mira Balcı," derken torbadan çıkararak ortaya bir hediye paketi koydu ve mektubu okudu. "Beraber gidememiş olabiliriz ama sana California'dan bir anı getirdim."

Mira'yla arasının iyi olduğunu hiç kimse bilmediğinden hediye paketi ilgi çekmişti.

"Ayça Poyrazoğlu," dedi avukat beni şaşırtarak ve ben olduğumu onaylarken avukat bana içi dolu bir zarf uzattı. Zarfı merakıma yenilerek hızla açarken içinde en sevdiğim sigara olan bir paket Marlboro Lights, üzerinde isim yazmayan altın bir künye ve beş yüz yirmi küsur para vardı, bunun ne olduğunu anlamam geç olmadı, gözyaşlarımdan biri zarfa düştü ve kağıdı ıslattı. "Evim vardı Ayça Poyrazoğlu, İsa'nın verdiği yemeğe ben aldım desen bile ben borcumu öderim. Doğum gününde sana hediye yollamak istedim ama param yoktu, geç olsa da hediyemi kabul edersin. Umarım bundan sonra mutlu günler yaşarsın."

Altın künyeye bakarken gözyaşlarım künyeyi ıslatmıştı, o an onu bir daha çıkarmayacağıma Aykut'un ruhuna söz verdim.

"Doğukan Arınç Balcı," dedi beklediğim gibi ama hiçbir şey söylemeden ona saman kağıdından yapılmış bir zarf uzattı, özellikle yazılmıştı. Avukat başınız sağ olsun sözleri eşliğinde bir ara bürosuna gelmemiz gerektiğini söyledi ve kartını bırakarak uğurlanmayı beklemeden kapıdan çıktı. Hepimiz o mektuba bakarken Doğukan kayıtsızlığın hakim olduğu yüzle yavaşça zarfı açtı, bizi sabırsızlandıracak kadar nazik ve yavaştı.

Okumaya başladığı an harfler hançerlerle kalbimi deşmeye, Aykut'un canlı anılarını yok etmeye başladı.

"Kuzen, belki de kuzenden daha öte olduğun için kardeşim demeliyim.

Biliyorum bu mektubu yırtıp atmamak için elinde çok sebep var, sadece bu mektubu yazmak için çok çabaladım, belki de hayatım boyunca ilk kez kendimi sonunu getireceğim bir şeye hazırladım, kelimeleri bu kağıda dökebilmek için topladığım cesarete inanamazdın.

Bütün samimiyetimle söyleyebilirim ki seni candan daha öte birisi olarak görüyorum. Beni herkesten daha iyi tanıyorsun. Baskın karakterli bir babanın bıraktığı izlerden beslenen birisiydim, ne zaman kendim olmak istesem hiçbir zaman o desteği göremedim. Kimseyi suçlayamam.

Diledim. Binlerce kez. Ailemi değiştirmeyi diledim, babamı severdim ama amcalarım kadar bana destek vermiyordu, kaç kez senin kuzenin değil de erkek kardeşin olmayı dilediğimi bilmiyorsun. Bu senin bilmediğin bir şey. Öztan amcam da bana amcadan daha öte olmuştu, benimle bir baba gibi ilgilenirdi ve bana destek verirdi ama yeterli değildi. Babanın ilgisiz olduğundan şikayet edersin ama benimkinin aksine mükemmel bir baban var.

Ruhsal bunalımlarımdan ve problemlerimden bahsetmek istemiyorum, günlerdir bu mektubu yazabilmek için yeterli cesareti toplayamadım ama bir gün öleceğim ve mektubu yazmamamın bir önemi olacak, yazarsam içimi dökmüş olacağım belki de çaresiz ruhumun kurtulmasına biraz bile olsa yardımcı olabilir.

Affetmek de affetmemek de senin seçimin, bunu benim bilmeme gerek yok ama aptalca bir düşünceyle bazen geceye uzanıyorum ve bana azap eden o histen kurtuluyorum, bazen beni affettiğini düşünüyorum. Çünkü başım beladayken beni kurtarırsın çünkü ihtiyacım olan her şeyi karşılamaya hazırsın, yalnızca yüzüme bakıp benimle konuşmuyorsun. Ama tuhaf bir şekilde beni affettiğini hissediyorum.

Belki de benim ruhumdaki yükü hafifletmek için uydurduğum hisler, ancak hisler yanıltmaz. Değil mi?

Sık sık beni affedeceğin günü düşünürüm. Belki başımı beladan kurtardıktan sonra bana dostça sarılacaksın, belki de dayanamayacağım ve tepki vermene fırsat bırakmadan ben sana sarılacağım. Belki de Mira bizi barıştırır. O böyle şeyler yapmayı sever, küsleri barıştırır, kırıkları toplar ve bir bütün yapar. Mira ailede en çok konuştuğum kişi bunu biliyor muydun? Elbette Mira tepkinden korktuğu için susmuş olmalı. Kuzenim diye demiyorum ama Mira mükemmel biri.

Ve en büyük isteğim bu mektubu okuduğunda beni affetmiş, bu mektubu yalnızca boşuna yazmış olmam.

Herkesten ve her şeyden bahsedecek kadar çok düşüncem var ama benim bahsetmek istediklerim yalnızca benim hakkımda ne düşündüğün.

Ben aciz biriyim, bu elimde değil yaratılışımdan geliyor, İsa beni böyle imtihan ediyor. Ve tabii ki bu mektubu eline aldığında öldüğümü biliyor olman gerek, cenaze işlerimle senin ilgilenmeni istiyorum.

19 Ocak'ta doğdum, senin doğum günün 20 Kasım kadar olaylı bir gün değil ama yine o günde ölmek isterdim. Ve şu yirmi üç yıldan öğrendiğim bir şey varsa sevginin nadiren bulunacağıdır. Biliyorum içinde birini sevebilme yeteneği yok ama çevrene bakarsan seni gerçekten seven tek kişi olduğunu göreceksin. İsmi Ayça Poyrazoğlu. Son zamanlarda onun hakkında sık sık düşünüyorum ve ona karşı içimde samimi bir sevgi var. (Funda'ya oluşan sevgiden değil.)

Hiçbir zaman öğüt alacak birisi olmadığın için sözlerimin sana bir sinek vızıltısı gibi geleceğini biliyorum. Onu üzme, sürekli yaptığın şey olduğu için söylüyorum ama tabiatında var ve onu üzmeye de devam edeceksin, kalıcı yaralar bırakma. Ayça'yı öz babasının bile sevmediğini biliyorum, babasının sevmediği bir kızı üzmeye insanın vicdanı nasıl el verir bilmiyorum, bizim -çevresindekilerin- desteğine ve senin sevgine ihtiyacı var.

Sorumluluk sahibi birisi olduğunu biliyorum ve işini büyükbabamın aksine dürüst bir şekilde yürüteceğini hissediyorum, insanlara karşı biraz daha sıcakkanlı bir tutum sergile ve yapacağın bir şey olduğunu bildiğim için söylüyorum sakın sekreterinle kız arkadaşını aldatmaya kalkma, bazen de insanlara kafa tutmak yerine onları anlamaya çalış, ön yargılı davranma. Öğüt alman gereken son kişi olsam da bu kadardı, bunların haricinde bir kez daha söyleme ihtiyacı duyuyorum, cenaze işlerimle özellikle ilgilenmeni istiyorum.

Funda'dan olan çocuğumdan nefret edeceğini düşünmüyorsan ara ara yeğenini ziyaret edebilirsin, ailesi anlayışlı insanlardı, onu görmeme izin verdi. Tabii ki kızımı da ziyaret edebilirsin. Eşim sessiz ve nazik bir kadın, o beni sevse de ben ona karşı aynı şeyleri hissetmiyorum.

Ve tabii ki Balcı Holding'den sömürdüğüm paraları istediğin şekilde benden alabilirsin. Pek sevmediğim büyükbabam bana gizlice yüklü miktarda para yatırmıştı, senin bana para yolladığın hesapta duruyor.

Bana kuzenden daha öte olduğun için teşekkür ediyorum. Her şey için bütün içtenliğimle teşekkür ediyorum, içtenliğimle özür diliyorum. Teşekkür ediyorum. Özür diliyorum."

Az çok gözlerim yaşlıydı ama mektubu bitirdiğinde oldukça kayıtsızdı. Acaba hiç ağlıyor mu diye merak ediyordum, ağlıyorsa bile bunu gizlice yaptığına emindim, gözyaşları onun için savaşçının zırhını delen mızraklardan farksızdı.

Mektubu katladı ve masanın ortasına koyduktan sonra boş boş kağıda baktı. Ne hissetmişti?

"Aykut'un inancı farklıydı," dedi bakışları üçümüzün yüzünde gezinirken. "Aykut bir Hristiyan'dı. Ve onun isteğine uygun bir cenaze düzenleyeceğim."

-

Bölümü okumak sizin için ne kadar zor geldiyse, yazmak, Aykut'u daha tam yansıtamamışken, hayatından tam bahsetmemişken ona kelimelerle veda etmek benim için çok zordu. Aykut ancak bu şekilde ölebilirdi, ailesinin günahları için ölebilirdi. Ona alçak bir ölümü yakıştıramazdım ve uzun zamandır bu bölüm hakkında kararsızdım.  

İnanın Aykut'un sonunu hiçbir zaman bulamamıştım, ona sokaklarda kimsesiz bir ölümü yakıştıramadım insan ölürken hatırlanmalı ve affedilmeli. Aykut genç ölenlerden, ailesi için kazılan mezara kurban gidenlerden, Aykut zihnen intihar edenlerden ve onun mezarında ceketler iliklenmeli. Çünkü hiç kimse her şeyini kaybedecek kadar cesur değildir, hiç kimse kendini bulmak için ailesini karanlık sokaklar yapacak kadar kayıp değildir.  

Ben Aykut'a sadece kelimelerde veda ettim, onu sadece kelimelerde öldürdüm ama zihnimde toprak atmadım. Hikayesini yarım bırakanlar, ancak bir oyunbozan böyle olabilirdi.

Continue Reading

You'll Also Like

94.4K 5.6K 16
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. No.1 & Melek Mosso - Yarım Kalan Sigara [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kuru...
433K 22.8K 50
Her sonun başlangıcı olduğu gibi, benim de biten sonumun başlangıcıydı bu olay... Şans verip, okumadan geçmee:) Hikayedeki karakterler ve ismi geçen...
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

1.6M 98.7K 7
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
21.6M 1.1M 53
"Karımı artık yanımda, odamda ve yatağımda görmek istiyorum!" diye bağırınca donup kaldım. Ne söylediğinin farkında mıydı? Bir başkasının kimliğiyle...