A0023

Oleh ruhperver

841K 70.8K 29K

On altı yaşındaki Reena zamanda donduruldu. Yıllar sonra gözlerini yeni bir dünyaya açtı. Ait olduğu medeniye... Lebih Banyak

Bölüm 1 - Uyanış
Bölüm 2 - T0138
Bölüm 3 - Simülasyon
Bölüm 4 - Üniformalılar
Bölüm 5 - Sürpriz
Bölüm 6 - Çekiliş
Bölüm 7 - GTT
Bölüm 8 - Hatıra
Bölüm 9 - Prens
Bölüm 10 - Zorba
Bölüm 11 - Karşılaşma
Bölüm 12 - Kurtarıcılar
Bölüm 13 - Sorular
Bölüm 14 - Koridor
Bölüm 15 - Bencil Güveler
Bölüm 16 - Gizemli İkili
Bölüm 17 - Coğrafya
Bölüm 18 - Şölen
Bölüm 19 - Anlaşma
Bölüm 20 - Mosdero
Bölüm 21 - Peri Masalı
Bölüm 22 - Chester
Bölüm 23 - Her Şey Yolunda
Bölüm 25 - Gezen Ülke
Bölüm 26 - Sorgulama
Bölüm 27 - Kararsızlık
Bölüm 28 - Son Tebessüm
Bölüm 29 - Ölüme Kalmayacaktır Bu Dünya
Bölüm 30 - Suikast
Bölüm 31 - Mektuplar
Bölüm 32 - Flamitra
Bölüm 33 - Deniz
Bölüm 34 - Mahkeme
Bölüm 35 - Kubbe
Bölüm 36 - Savaşçılar
Bölüm 37 - Örgüt
Bölüm 38 - Dönüş
Bölüm 39 - Kayıt
Bölüm 40 - İnfaz
Bölüm 41 - Savaş
Bölüm 42 - Malikâne
Bölüm 43 - Hükümet Sarayı
Bölüm 44 - Hazırlık
Bölüm 45 - İdam
Bölüm 46 - Tören
Bölüm 47 - Ölmeyen
Bölüm 48 - Gerçekler
Bölüm 49 - Veda
Bölüm 50 - Çığ
Bölüm 51 - Teklif
Bölüm 52 - Sevgi
Bölüm 53 - Ziyaret
Bölüm 54 - Yayın
Bölüm 55 - Kapı
Bölüm 56 - Dışarısı
Bölüm 57 - Uzlaşma
Bölüm 58 - Ocria

Bölüm 24 - Helianthus

23.5K 1.5K 906
Oleh ruhperver

Bölüm 24 - Helianthus

"10, 11 ve bu da 12."

Son karton su kaplumbağasını da diğerlerinin üzerine bıraktıktan sonra başımı geriye atarak derin bir iç geçirdim. Dinlenme odasının sıkıcı tavanı üzerinde hayali şekiller görmeye başlamıştım ve bu, ne kadar uzun süredir burada olduğumu hatırlamamı sağladı. Bayan Perill'in Sualtı Sanat Galerisi'nde sergilenmesini istediği bir düzine su kaplumbağasını hazırlamak, gün ortasını hoşça geçirmek için tercih edeceğim bir etkinlik olmasa da, verdiğim sözü tutmam gerektiğini bildiğim için saatlerdir uğraşıyordum. Şimdiyse yorgunluk belirgin bir şekilde kendini gösteriyordu; parmaklarım, karton kesip yapıştırmaktan dolayı sızlıyor, uzun süredir aynı pozisyonda oturduğum içinse sırtım ağrıyordu. Bu durumdaki tek kişi olmadığımı bildiğim için yavaşça doğruldum ve omuzlarımı düşürerek konuştum.

"Sonunda bitirebildik... Bu arada, ikinize de teşekkür ederim. Tek başıma üstesinden gelemezdim."

Ivan başıyla önemsiz olduğunu belirten bir işaret yaptığında Lucia, sandalyesinde hevesle öne doğru kaymıştı.

"Ree, biraz da kelebek yapalım mı?" Ivan'la birbirimize kısa, panik dolu bakışlar attığımızda onun da bu karton işinden en az benim kadar sıkıldığını anlamıştım. Lucia'yı incitmeyecek bir cevap düşündüğüm sırada Ivan atıldı.

"Luce, hadi ama..." dedi, inlercesine. "Parmaklarımın halini görmüyor musun?" Ellerini havaya kaldırdığında uzun parmaklarının yapıştırıcıya bulandığını fark ettim. Çoğu kaplumbağayı bir araya getiren o olduğu için bu şaşırtıcı değildi, ancak yine de bu kadar yapışkan olmasını beklemiyordum. Onun bu hâline kıkırdarken kelebek yapma fikri sıcak görünmeye başlamıştı.

"Kendini acındırmayı bırak." dedim, başımı Ivan'ın şapşallığına onay vermiyormuş gibi iki yana sallayarak. Nedense onu bu halde görmek beni memnun ediyordu ve bu işi biraz daha zorlamaya karar verdim. Her zaman damarına basılan ben olmayacaktım ya, sıra şimdi ondaydı.

Başımı Lucia'ya çevirdiğimde Ivan'a somurtarak baktığını gördüm. Kelebek fikrine itiraz edilmesinden hoşlanmışa benzemiyordu. Sesime heyecanlı bir ton vererek konuştum. "Tabii ki kelebek yapabiliriz Lucia. Artan bir sürü kartonumuz var, öyle değil mi?"

Lucia'nın yüzü sevimli bir gülümsemeyle aydınlanırken Ivan'ınkine şaşkınlıkla karışık bir bıkkınlık ifadesi yerleşmişti. Ben ise kurnazca sırıtıyordum.

"Biliyor musunuz? Aklımda harika bir fikir var!"

"Hayır, hayır... Gözlerindeki şeytani ışıltıyı görebiliyorum!" dedi Ivan ve yapmacık bir korkuyla sandalyesine gömüldü.

"Ne münasebet!" dedim ve gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Saygın bir tavırla Ivan'ın masanın üzerinde duran ellerinden birine uzanırken devam ettim. "Sadece aklımda kelebek yapmak için naçizane bir yöntem vardı. Duymak istemiyor musunuz?"

"İstiyoruz!" dedi Lucia, çocukça bir neşeyle. Bir anda saygın biri gibi davranmamı komik bulmuş gibi sırıtıyordu ve bundan memnundum. Onu güldürebilmeyi seviyordum ve az sonra teklif edeceğim şeyden sonra epey güleceğimizden emindim.

Ivan'ın yapışkan ellerinden birini tuttuğumda Lucia'ya bakarak "Görüyor musun?" diye sordum. Lucia kaşlarını çatarak masadaki yapışken ele eğildi ve ben de açıklamaya başladım. "Kelebeklerimiz için çok uygun bir temel olacak. Zaten yapışkan oldukları için Ivan'ın parmaklarını kelebek gövdeleri olarak kullanabiliriz. Sana göstereyim."

"Hey!" diyerek itiraz etti Ivan, başına gelecekleri anlamış gibi. Onu duymazdan gelerek sırıttım ve çekmeye çalıştığı elini daha sıkı tuttum. Eli sabitlemeyi başardığımda masanın üzerindeki karton parçalarından birkaç tane alıp işaret parmağına yapıştırmaya başladım. "Bak, bunlar kanatları... Ve ilk kelebeğimiz hazır."

"Çok güzel." dedi Lucia, hayranlık dolu bir fısıltıyla ve hevesli bir gülümsemeyle baktı. "Ben de yapacağım!"

"Parmaklarımın kelebeklere dönüşmesini istemiyorum!" dedi Ivan, elini çekmek için bir hamle daha yaparak. Ama dürüst olmadığını biliyordum, çünkü neredeyse hiç güç kullanmıyordu. Çünkü Ivan gerçekten isteseydi elini çoktan çekecek kadar kuvvetliydi. Lucia'nın eğlendiğini görmek onu böyle bir fedakârlık yapmak konusunda tereddütte bırakmıyor olsa gerekti.

"Prens Kelebek Parmak!" diye bildirdi Lucia ve gülerek Ivan'ın parmaklarına uzandı. Kendi elimi geri çektim ve dikkatle kelebek inşa eden Lucia'yı izlemeye başladım. Onun böyle mutlu, odaklanmış ve bir şeye ilgili görmek kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu.

"Hiç sırıtma öyle, bu yanına kalmayacak Reena."

Ivan'a baktığımda beni yarı öfkeli, yarı eğlenen bir ifadeyle izlediğini fark ettim. Dünkü kavgada kazandığı göz çevresindeki morluk ona uğursuz bir hava katsa da sola kıvrılmış üst dudağının altından görünen iri üst dişleri, bu yamuk gülümsemeyle birleşerek onu masumlaştırıyordu. Ivan'ın çelişkilerini görmezden gelmeyi deneyerek "Hadi ama," dedim. Sonra kısa bir bakışla Lucia'yı işaret ettim. "ne kadar eğlendiğini görmüyor musun?"

Ivan, gülümsemesi genişlerken pes edermiş gibi iç geçirdi. "Peki, haklısın! Hem itiraf etmeliyim ki dâhiyane bir fikirdi."

"Kesinlikle!" dedim, kibirli bir sırıtışla. Sonra alay ederek ekledim. "Kelebek parmaklarını Mateusz'a gösterdiğinde vereceği tepkiyi düşün bir de! Nasıl da beğenir! Umarım ona modacının kim olduğunu söylersin."

"Ah, tabii ki! Elbette söylerim." dedi Ivan, abartarak. " 'Etrafta dolaşan şu karamsar, kısa boylu kız.' dediğimde anlar zaten."

Gülümsemem yüzümde donup, daha sonra silinmeye yüz tuttuğunda homurdandım. "Tamam, artık komik değilsin." Ivan, dün Mateusz'la ilettiği o korkunç espriyi hatırlatmakla büyük hata yapmıştı.

"Hey, bana surat yapmaya hakkın yok!" dedi Ivan ve boş eliyle masanın üzerindeki karton parçalarından birazını üzerime savurdu. "Parmakları kelebeklere dönüşen benim!"

"Prens, hareket etme!" diye azarladı Lucia, kaşlarını çatarak. Sinirli ifadesiyle bile sevimli görünmeyi başarabilmesine hayret ediyordum. Ivan rahat bir oturma pozisyonu aldıktan sonra yeniden hareketsizleşti.

"Çok üzgünüm Luce, şimdi devam edebilirsin." diye özür dilerken bana biraz meydan okur gibi bakıyordu.

"Öyle bakma Ivan, eminim çok güzel olacaksın." dedim, yapay bir ciddiyetle ve önümdeki kâğıt parçalarını toplamaya yoğunlaştım. Etrafı bu kadar dağıtmayı başardığımıza hayret ediyordum. Yapacak öyle işim vardı ki! Önce yapıştırıcıların kapaklarını kapatmalı, sonra boya kalemlerini sırasına uygun bir şekilde yerleştirmeli ve en sonunda Ivan'ın üzerime attıklarıyla birlikte bütün küçük kâğıt çöplerinden kurtulmalıydım. Söz konusu kendi eşyalarım olduğunda bu kadar titiz biri olmasam da kamu mallarına karşı özel bir hassasiyetim olduğunu inkâr edemezdim. Bu, annemin öğrettiği bir şeydi. Her zaman "Bir yeri nasıl bulmak istiyorsan öyle bırakmalısın Reena." derdi ve yine her zaman haklıydı. Tesisteki kimse ardımda bıraktığım dağınık bir masayla karşılaşmayı hak etmiyordu ne de olsa.

Kalemleri yerlerine dizmeyi bitirdiğimde Lucia'nın sesini duyarak başımı kaldırdım.

"Bitti! Bak Ree, çok güzel oldu."

Ivan'ın kelebek parmaklarına baktığım anda gülmeye başladım. Kendimi durdurmayı denedim ama Ivan'ın attığı kötü bakışlar daha çok gülmeme sebep oluyordu. Bugüne kadar yaptığı tüm kötü esprilerin intikamını almışçasına tatmin olmuştum.

Gülmemi kontrol altına almayı başardığımda boğazımı küçük bir öksürükle temizledim ve saygın tavrımı takınarak konuştum. "Prens Iv-... -ah, yani Prenses Ivanna, harikulade görünüyorsunuz efendim."

"Teşekkür ederim Sör Reena, beni fazlasıyla mahcup ediyorsunuz." diye cevapladı Ivan, sesini incelterek. Sonra kelebek parmaklarını yüzüne yelpaze eder gibi ağır ağır salladı. Lucia, ikimizin arasındaki bu tuhaf diyaloğu izlerken gülme krizine girmişti.

"Yaptığını beğendin mi?" diye sordu Ivan, yapmacık bir kızgınlık ifadesiyle bakarak. "Şimdi saatlerce gülecek."

Ona cevap vermek için ağzımı açtım, 'Ağlamasından çok daha iyi.' gibi bir şeyler söylemek istiyordum, ancak bunu dile getirmenin bile hoş olmayacağını fark ederek sustum. Lucia'nın ağladığı zaman ne kadar perişan hâle geldiğini hatırlatarak bu neşeli atmosferi karamsarlığımla dağıtmaya hakkım yoktu. Bu yüzden onun yerine "Gülmek en çok ona yakışıyor." dedim.

"Tüh be, ben de yamuk dişlerimin farklı bir cazibesi olduğunu sanıyordum." dedi Ivan, gücenmiş gibi davranarak ve kocaman, zorlama bir gülümsemeyle şu sözgelimi yamuk dişlerini gösterdi.

"Söyleyene kadar fark etmemiştim." dedim, dar bir açıyla içe dönmüş köpek dişlerine bakarak. Sonra alay edercesine ekledim. "Şimdiyse kâbuslarıma girecek."

"Bir diş macunu reklamında oynama hayallerimi yıktın Reena, umarım mutlusundur." dedi Ivan, üzülmüş numarası yaparak.

Başımı iki yana sallayarak sırıtırken "Ah, kapa çeneni." dedim. "Baksana, neden boş konuşacağımıza şurayı toplamıyoruz?"

"Emredersiniz efendim." dedi Ivan ve gözlerini devirdi. Ona kaşlarımı çatarak karşılık verdiğimdeyse sırıttı. "Şaka yapıyorum, haklısın."

Bir şey söylemeden kâğıt çöplerini toplamaya başladım. Lucia da arada kıkırdayarak bana yardım ediyor, bazen de Ivan'ın kelebek parmakları dikkatini dağıttığı için onlarla oyalanıyordu. Ivan ise boşta olan eliyle kâğıtları bir kenara yığıyordu. Masaya yapışmış bir karton parçasını kazırken Ivan'ın sol bileğindeki sargı bezi gözüme çarptı ve onu durdurdum. Elimi bezin üzerine, bakışlarımı ise yüzüne götürürken bir tahminde bulundum.

"Güçlü bir yumruktu herhalde."

Ivan, dünkü kavgayı hatırlamak midesini bulandırmış gibi yüzünü ekşittikten sonra başını olumsuz anlamda iki yana salladı.

"Hayır, ısırdı."

Şaşkınlıkla beraber gelen ani gülme isteğini bastırmaya çalışırken Gabriel'i, Ivan'ı ısırırken hayal ettim. Aslında itiraf etmeliydim ki Ivan'a karşı güçsüz konumda kaldığında bunu yapması akıllıcaydı. Keşke ben de Gabriel beni dövmeye kalktığında bunu akıl edebilseydim.

Ivan yüzüne küçümseyen bir ifade oturtarak "Bir de benim köpek olduğumu iddia ediyordu." dedi. Gülmeye benzer, onay içeren bir ses çıkardım ve kâğıt çöplerini toplamaya devam ettim.

"Kötü durmuyor aslında." dedim, biraz sonra. "Yani sargı bezi... Elini, diğeri gibi kelebeğe dönüşmeye hazırlanan bir koza gibi gösteriyor."

"Tamam Reena, yeterince eğlendin." diye karşılık verdi Ivan ama kendisi de sırıttığı için onu ciddiye almamıştım. Umursamadığımı belli eder gibi omuz silktikten sonra masanın üzerindeki su kaplumbağalarını alarak dikkatlice bez çantama yerleştirdim. Ivan da tüm kâğıt atıklarımızı toplayıp elinde bir top hâline getirmişti. Masaya son bir kez bakarak her şeyin yerinde olduğundan emin olduktan sonra ayaklandım ve çantayı sırtlandım. Ivan da Lucia ile birlikte ayağa kalkmıştı.

"Şimdi ne yapıyorsunuz?" diye sordum, kalktığım sandalyeyi masaya doğru itip düzeltirken.

"Herkese mükemmel kelebeklerimi göstereceğim elbette." diye cevap verdi Ivan ve Lucia'nın koluna girmesine izin verdi.

"Ciddi bir soru bu." dedim, başımı yana doğru eğerek. "Ben odama gidip kaplumbağaları güvence altına alacağım."

"Biz de sinema salonuna gideriz herhalde." dedi Ivan, Lucia'ya kısa bir bakış atarak. "Bir animasyon film oynatacaklarını duymuştum."

"Peki, film havamda olursam size katılırım." dedim, çünkü söz vermek istemiyordum. Aslında yapmak istediğim şey yatağımda tüm gün uzanmaktı ama saat daha çok erken olduğu için bunu yapamıyordum.

"Kafana göre takıl." dedi Ivan ve kâğıttan topu basket atmaya hazırlanırmış gibi baş hizasına doğru kaldırdı. Hedef aldığı yere dönüp baktığımda yan yana dizilmiş beyaz metal kutuları gördüm. Ivan "Geri dönüşüm..." dedi ve kâğıt top yönünü şaşırmadan ortadaki kutuya girdiğinde ekledi. "-tamamlandı."

"Çevre dostu, iyi atış yapan Prenses Ivanna." diyerek alay ettim ama sözlerimin içine sakladığım takdiri bir nebze olsun hissetmesini umuyordum. Ivan sırıtarak karşılık verdi ve beraber dinlenme odasının çıkışına doğru yürümeye başladık. Koridora adım attığımızda duraksadık, farklı yönlere yönelmeden önce bir vedanın gereksinimini duymuştuk nedense.

"Sonra görüşürüz o zaman." dedi Ivan.

"Evet, görüşürüz." dedim, rahat bir tavırla. "Size iyi seyirler."

Ivan başıyla bir işaret verdi ve Lucia'yla birlikte arkasını dönüp koridorun diğer tarafına doğru yürümeye başladı.

***

"A0023, Reena Becker."

Çantamı sırtımdan sıyırıp çalışma masamın üzerine bırakırken duyduğum mekanik ses irkilmeme neden oldu. Nereden geldiğini anlayabilmek için etrafa bakınmaya başladığımda ses devam ediyordu.

"Bir ziyaretçiniz var."

Tavana baktım; sanki beni tepemden izlemekte olan biri konuşuyormuş gibiydi. Yoksa duvarlardan mı geliyordu bu ses? Belki duvar kâğıdının altına görünmez bir ses sistemi döşemişlerdi.

"Giriş kattaki lobide sizi bekliyor."

Ses kesildiğinde onun kaynağını aramaktan vazgeçip verdiği mesaj üzerinde yoğunlaşmayı denedim. Fakat aklım bir türlü almıyordu; biri beni neden ziyaret etsindi ki? Koca Ocria'da ne kadar kişiyi tanıyordum zaten? Acaba gelenler Misty ve Rose muydu? Buna pek olasılık vermiyordum, çünkü acıları bu kadar tazeyken evlerinden çıkmazlar gibi geliyordu. Ayrıca ziyaret etmesi gereken bendim, onlar değil. Sahip olduğum tek aile onlardı ve onların sahip olduğu tek aile de bendim. Bu trajedinin ardından teselli etmeyi beceremeyecek olsam da yanlarında bulunmam gerekirdi. Ama sonra durup düşünmeden edemiyordum. Onlar, ben acılarımla boğuşurken ne kadar anlayışlı davranmışlardı? Ailemi, geçmişi ve beni ben yapan her şeyi kaybettiğim zaman bunu umursamışlar mıydı? Beni Ocria'nın içine hunharca çekip öylece uyum sağlamamı beklerlerken pek öyle görünmüyorlardı.

Kendimi bu gibi şeyleri düşündüğüm için kötü hissettim. Kin tutmak sevmediğim bir şeydi. Yaşananları öylece bırakmak gerekirdi bazen. Geçmişin bir önemi yoktu; kimin umursadığının ya da kimin anlayışsız davrandığının. Benim kişiliğimi yalnızca benim davranışlarım belirlerdi ve ben, vefasız biri değildim. En azından, böyle olduğuma inanmak istiyordum.

Odamdan çıkarken ziyaretçimin kim olduğu konusunda tahmin yürütmeyi kestim. Artık oldukça tanıdık gelen koridorda hiçbir şey düşünmeden, mekanik adımlarla ilerliyordum. Tesisi gitgide daha iyi tanıyor olmak kendimi özgür ve yetkin hissettiriyordu, bu yüzden kaybolmaktan korkmuyordum. Asansörün yanına ulaştığımda Ivan ve Lucia'ya söz vermemekle iyi ettiğimi düşündüm. Şu gizemli ziyaretçim yüzünden onları ekmek zorunda kalacaktım ne de olsa. Asansöre binip giriş katın düğmesini tuşladığımda içimi tuhaf bir his sardı. Aklıma dün Mateusz'un söylediği şey ve bu gece yarısı olacak gizemli buluşma gelmişti. Gece yarısı, çatıda, Mateusz ve ben... Bu bir randevu falan değildi elbette, kimse piknik sepeti götürmeyecekti ama verileri bu şekilde dizdiğimde kulağa yanlış geliyordu. İçimi bir suçluluk duygusu kapladığında ellerimi iki yanımda yumruk haline getirerek sıktım. O kadar şeyi bir arada hissediyordum ki! Suçluydum, çünkü Camden'a bir nevi ihanet ediyordum. Öfkeliydim, çünkü Camden artık yoktu ve bu olgu aklımı, hislerimi karıştırıyordu. Ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

Derin bir nefes alıp onu gürültüyle dışarı bırakırken suçluluk ve öfke duygularının yüreğimden kalkmasına izin verdim. Yanlış bir şey yapmıyordum, öyleyse kendimi suçlu hissetmeme gerek yoktu. Camden beni isteyerek terk etmemişti, yani öfkelenmeme de gerek yoktu. Kendime bu şekilde eziyet etmeye devam edemezdim. Dürüst olmalıydım, buluşma için neden heyecanlanmıştım? Elbette sonunda uzun zamandır benden saklanan gerçekleri öğrenecek olduğumu düşündüğüm içindi. Bunun başka hiçbir şeyle ilgisi yoktu ve olmasına izin vermeyecektim.

Asansör giriş kata ulaştığını belli eder gibi bir ses çıkardığında üzerimdeki tişörte çeki düzen verdim. Kapılar açılırken aynaya kısa bir bakış atıp saçlarımı düzelttim ve kapılar yeniden kapanmadan dışarı süzüldüm. Gelenin kim olduğunu bilmesem de iyi görünmek istiyordum, yani günlük kıyafetlerimle görünebileceğim kadar iyi.

Lacivert ve ışıltılı mermer üzerine adım atıp kat boyunca ilerlemeye başladım. Danışma masasını ve Gaskell ile Kondo'ya ait olan tabloları görebiliyordum. Hatırladığıma göre onların karşısında ise lobi koltukları vardı. Nasılsa koridoru döndüğümde lobinin gerçekten orada olup olmadığını ve beni bekleyen kişiyi göreceğimi bildiğimden yürümeye devam ettim.

Köşeyi döndüğümde siyah deri koltuklar, beyaz çiçekler içeren uzun vazolar ve onların ortasındaki ziyaretçimle karşılaştım. Ziyaretçim, asit yeşili saçlara, bir laboratuvar önlüğüne ve hatırladığım kadar ürkütücü gözlere sahip olan Lottie'ydi.

Onu görmenin şaşkınlığını üzerimden atamadığım için bir süre hareketsizce dikildim. Bunu itiraf ettiğim için belki de korkunç bir insandım ama Lottie'nin varlığını neredeyse unutmuştum. Tesise geldiğimden beri öyle fazla şey oluyordu ki onun aklımdan geçmemesi aslında ilginç değildi. Yine de kendimi, önemsediğim bir insanı unuttuğum için kötü hissettim. Doğruydu, Lottie'yi önemsiyordum. Bunun farkına varmak yüzümdeki şok ifadesinin silinerek yerini bir gülümsemeye bırakmasına neden oldu. İçimi ılık ve hoş bir his kaplarken kendimi eski bir dostumu görmüş gibi hissediyordum; sanki burnuma annemin şifalı bitkilerinin kokusu gelmiş, günün son ışıkları mutfak penceresindeki parmaklıklardan süzülerek gözlerimi kamaştırmıştı. Lottie'yi görmek bana evimi, geçmişimi anımsatan tatlı bir his vermişti içime.

"Reena," dedi, beni izlemekte olan Lottie ve genişçe gülümsedi. "-bütün gün orada mı duracaksın?"

Ben de kendi gülümsememi genişletirken koşar adımlarla Lottie'nin yanına gittim. Karşısına dikildiğim anda, sırf içimden geldiği için normalde yapmayacağım bir şeyi yaparak Lottie'ye sarıldım.

"Eh, biri fazla özlemiş." dedi Lottie, elini sırtımın üst kısmına yerleştirirken. Sarılmayı kısa tutarak kendimi geri çektim ve nefesime karışık bir sesle "Seni gördüğüme çok sevindim." dedim. Söylediğim şeyde oldukça samimiydim. Lottie'yi hiç sahip olmadığım ablam gibi görüyordum nedense. Onun varlığı kendimi güvende hissettiriyordu.

"Ben de seni gördüğüm için mutluyum Reena." dedi Lottie, elini omzuma yerleştirerek. "Nasılsın? Aslında çok iyi görünüyorsun. Burada sana iyi bakmışlar anlaşılan."

"Teşekkür ederim ve evet, iyiyim... Sanırım." dedim, dürüst olmaya çalışarak. İyi ya da kötü hissetmiyordum, aslında hiçbir şey hissetmiyordum. Ama şimdi hissizliğim üzerine düşünmek için iyi bir zaman değildi, bu yüzden dikkatimi tekrar Lottie'ye yönelttim. "Sen de iyi görünüyorsun." dedim, elimi nereye koyacağımı bilemediğim o tuhaf zamanlardan biri olduğu için garip davranarak. "Şey, saçların uzamış."

"Ah, evet." dedi Lottie ve elini saçlarının arasından geçirdi. Küçük şovu bittiğinde elini indirip beni işaret etti. "Seninkiler de uzamış."

"Öyle mi?" dedim, kendi saçımdan bir tutamı avuçlarken. "Ah, pek fark etmemiştim... Aslında bu, ne kadar uzun zamandır birbirimizi görmediğimizi kanıtlıyor."

Lottie buna verecek bir cevabı yokmuş gibi beceriksizce gülümsedi, ancak bu hareketiyle nedense içim burkulmuştu. Sessiz kalmaktansa bir yorum, hatta bir açıklama yapmasını bekliyordum.

"Beni ziyaret edeceğine söz vermiştin." dedim, kırgınlığımı gizlemeyi beceremeyen yarım bir gülümsemeyle. Lottie'ye bu konuda surat asmanın doğru olmadığını biliyordum aslında. Sonuçta ben de onun varlığını neredeyse unutmuştum ve ödeşmiş sayılırdık.

"Ve işte buradayım." dedi Lottie, huysuzluk kalkanımı delmeye çalışır gibi omzumu sıvazlayarak. "Yani sözümü tuttum."

"Biliyorum, sadece... Çok uzun zaman oldu." diye geveledim, başımı bunun önemi yokmuş gibi iki yana sallayarak.

"Haklısın, üzgünüm. Seni daha sık ziyaret etmem gerekirdi. Son zamanlarda-" dedi Lottie ve bir anda durgunlaştı. Çatılmış kaşları, gerilmiş yüz hatları ve göz temasından kaçınması işlerin iyi gitmediğini anlamam için yeterli olmuştu. Ben bir şey söylemeye hazırlandığımda cümlesini bitirdi. "-biraz yoğundum, anlarsın ya."

Yoğun olmasına şaşmamak gerekirdi. Ne de olsa profesör, doktor ya da onun gibi bir şeydi ve yeni salgından sonra başını kaşıyacak vakti yoktu herhalde. Konuyu irdelemeyi çok istesem de Lottie pek konuşmaya gönüllü değil gibiydi. O yüzden başka bir konu bulmaya karar verdim. Ne söyleyeceğimi düşündüğüm sırada gözüm Lottie'nin arkasındaki bir görüntüye takıldı ve her şeyi unutuverdim.

Mateusz danışma masasının yanında dikiliyordu. Sırtını dönmüştü, ancak bu onu tanımama engel değildi. Saçlarından, vücudunun duruş şeklinden, hatta omuzları arasındaki genişlikten bile o olduğunu anlayabilirdim. Ona bakmaya öyle odaklanmıştım ki yalnız olmadığını fark etmem biraz zamanımı aldı. Yanında bulunan ve konuştuğu kişiler üniformalı askerlerdi, bellerindeki ürkütücü silahları görgüsüzce sergiliyorlardı. Mateusz kendi silahını taşımıyordu ama o da üniforma giyinmişti. Beden dilinden bir şeylerin yolunda olmadığını anlamıştım, gergin olduğunda kolları ve omuzları katılaşıyordu. Onu nasıl bu çıkarımı yapacak kadar iyi tanıdığıma hayret ettiğim sırada yanlarına birkaç kişi daha geldi. Mateusz yeni gelen askerleri dinlerken başını sallayarak anladığını belirtiyordu. Kısa bir süre içinde ise konuşmayı sonlandırdılar ve Mateusz askerlerin ikisiyle birlikte uzaklaşmaya başladı. Lobi koltuklarının yanından geçip koridora doğru ilerlediğinde bedenim de onunla birlikte bilinçsizce dönmüştü. Gözlerim üzerinden ayrılmak istemiyormuş gibiydi, Mateusz'u koridorun sonunda kaybolana dek izledim.

"Sandığım kadar değişmemişsin anlaşılan."

Lottie'nin sesini duyduğumda onun varlığını unutmuş olduğum için utançla karışık bir şaşkınlık hissederek önüme döndüm. Lottie bana uzun süredir beni izliyormuş gibi bakıyordu. Yüzünde alaycı bir gülümseme, gözlerinde eğlenen bir ifade vardı.

Az önce söylediği şeyi tamamen unuttuğum, aslında dinlemediğim, için sordum. "Efendim?"

"Niemczyk'ı diyorum." dedi, başıyla koridoru işaret ederek. "Onu ilk gördüğünde de aynı şeyi yapmıştın. Uydusu gibi dönmüştün böyle."

"Ah, şey..." diye geveledim. Vücudumu bir panik dalgası sarmıştı çünkü Lottie'nin haklı olduğunu biliyordum. Az önce yaptığım şey Mateusz'u ilk gördüğümde yaptığımın aynısıydı, bu doğruydu ama Lottie'nin beni sırf bu yüzden 'uydu' olarak nitelendirmesi biraz utanmama neden olmuştu.

Lottie cevap veremeyeceğimi anladığında devam etti. "Yakışıklı oğlan, öyle değil mi?"

"Şey, b-bilmiyorum." dedim, bakışlarımı istemsizce kaçırarak. Lottie beni böyle köşeye sıkıştırıp ne yapmayı planlıyordu, anlamış değildim ama bundan hoşlanmıyordum. Mateusz'un yakışıklı olup olmaması kimin umurundaydı? Gözlerimle onu takip etmemin sebebi bu değildi ki! Lottie aramızda yaşananların hiçbirini; yaptığımız anlaşmaları, birlikte koştuğumuz koridorları ve paylaştığımız bilgileri bilmiyordu. Anılarımızı bilmiyordu ve benim, sırf yakışıklı olduğu için birinin "uydusu" olacağımı düşünmekle hata ediyordu.

"Hadi ama, biliyorsun." dedi Lottie, düşündüklerimden habersizce sırıtarak. "Gözlerini üzerinden alamadığının farkındayım."

"Alakası yok, Lottie." dedim, bıkkın ve sinirli bir sesle. Ardından iç geçirerek ekledim. "Lütfen konuyu kapatabilir miyiz?"

"Sadece takılıyordum." dedi Lottie, rahat bir tavırla omuzlarını silkerek. "Ama peki, rahatsız oluyorsan konuşmanın anlamı yok."

"Teşekkürler." dedim, katı bir sesle. Sonra uzun zamandır öylece dikildiğimizi fark ederek sordum. "Neden oturmuyoruz?"

"Buraya oturmak için gelmedim." dedi Lottie. "Aslında seni bir yere götürmek istiyorum. Herhangi bir işin var mı?"

"Hayır, buradan çıkmayı ben de çok isterim." dedim, beceriksizce gülümseyerek. Sonra aklıma Mateusz'la planladığımız buluşma geldi ve ekledim. "Gece yarısından önce döndüğümüz sürece sorun yok."

"Balkabağına mı dönüşeceksin?" diyerek şaka yaptı Lottie.

"Ya evet." dedim gülerek ve Mateusz'la kokteylden kaçtığımız zamanı hatırladım. Ayakkabımı geride bıraktığımda bana bir peri masalının içerisinde olmadığımızı söylemişti ve Lottie de tıpkı onun gibi bana bu gerçeği hatırlatıyordu sanki.

"Nereye gideceğiz?" diye sordum.

"Seni özel bir yere götüreceğim." dedi. "Bir tür laboratuvar."

"Peki, gidelim." dedim, laboratuvar kelimesini duyduğumda hissettiğim heyecanı gizlemeye çalışarak. Lottie'nin gitmeyi pek de umursamadığımı düşünmesini istiyordum.

"Hadi o zaman." dedi Lottie ve danışma masasının yanından geçip dış kapıya doğru ilerlemeye başladı. Tesisin dış kapısı önünde bulunan tarama cihazlarına ulaştığımızda orada nöbet tutan iki askeri fark ettim. Silahlarını ellerinde tutuyorlardı ve yaklaştığımızı gördüklerinde bizi durdurdular.

"GTT'yi terk edemezsiniz." dedi askerlerden genç olanı. Silahı tutan elleri titriyordu, bu alete pek alışkın olmadığı belliydi.

"Arkadaşım ve ben tesisi terk etme iznine sahibiz." dedi Lottie, elini omzuma yerleştirerek.

"Öyle mi?" diye sordu ikinci asker, alay edermiş gibi bir sesle. Ağır adımlarla onu net bir şekilde görebileceğimiz uzaklığa geldi. Diğer askere göre daha tecrübeli ve özgüvenli görünüyordu. "Kimden aldınız bu izni?"

"Benim bir profesör olduğumun farkındasınız, öyle değil mi?" diye sordu Lottie, sırtını dikleştirerek. "İsmim Lottie Pilgrim ve daimi geçiş hakkına sahibim."

"Farkındayız, profesör." dedi asker, silahını yavaşça indirerek. Lottie'ye doğru bir iki adım attı ve rahatsız edici bir mesafeye geldi. "Siz de benim görevli bir teğmen olduğumun farkındasınız sanırım." Adamın gözlerinde meydan okuyan bir ifade vardı. Lottie'nin yüzüne doğru iyice eğilmişti, şimdi birbirlerinin burun mesafesinde duruyorlardı. "İsmim Alvin Gottwald ve bugün itibariyle GTT çıkışlarını daimi kontrol görevine sahibim." Adamın koyu tenine tezatlık oluşturarak sarımsı yeşil bir ışıltıyla parlayan gözlerini izlediğimde Lottie'yi alaycı bir ifadeyle süzdüğünü fark ettim. Adamın, kafasının sağ kısmındaki saçları kazıtıp, sol kısmındakileri omuzuna kadar uzattığı ve üstelik onları ince tutamlar halinde ördüğü için en az Lottie kadar sıra dışı bir görüntüsü vardı. Yine de, Lottie'de olmayan bir şeye, göz korkutan iri bir bedene ve elbette, teknolojik bir silaha sahipti. Kendimi Lottie yerine koyduğumda aradaki bu yakınlıktan büyük ihtimalle tırsacağımı düşünüyordum ama o, hayranlık duyulacak bir şekilde duruşundan taviz vermiyordu.

"Geçebilirsiniz." dedi adam, tehlike uyandıran bir sesle. "Profesör Pilgrim." Geri çekilirken yüzünde etnik hatlarını yumuşatan ufak bir gülümseme belirmişti. Sanki az önceki sert tavırları bir şakadan ibaretmiş gibi gevşek bir hale büründüğünde devam etti. "Maskelerinizi unutmayın." Silahının ucuyla tarama cihazlarının yanındaki kutuyu işaret ediyordu. "Affetmeyen bir salgın var."

"Farkındayız, Teğmen Gottwald." dedi Lottie ve bakışlarını adamın üzerinden ayırmadan elini cebine sokup zaten hazırlıklı olduğunu göstermeye çalışır gibi bir maske çıkardı. Onu yüzüne takarken bana bakmadan "Kendine bir maske al Reena." demişti. Göremeyeceğini bilsem de başımı salladım ve kutuya doğru ilerledim. İçindeki gri bez parçalarına doğru baktığımda bunların bizi bir salgından nasıl koruyacağını merak ediyordum. Çok cılız bir yöntem gibi görünüyordu, ancak daha fazla sorgulamadan elimi kutuya daldırıp bulduğum ilk maskeyi aldım. Kumaş gibi görünen bu şey öyle farklı bir his veriyordu ki ne olduğunu anlayamıyordum. Metali andıran bir sertliği ve ışıltısı, aynı zamanda lifimsi bir dokusu vardı. Sonra bunun Lottie'nin en son karşılaşmamızda taktığı maskeye oldukça benzediğini fark ettim. Salgın'ı önceden biliyor muydu, yoksa sadece ikinci bölgenin iğrenç havasından korunmak için mi maske takmıştı, merak ediyordum. Daha fazla paranoyaklaşmadan maskeyi iplerinden tutarak ağzımı ve burnumu örtecek şekilde kulaklarıma geçirdim. Maske elastik bir bant gibi çabucak yüzümü sarmıştı. Gözlerimi burnuma çevirip baktığımda maskenin tıpkı hatırladığım gibi saydamlaştığını gördüm. Rengini yitirmiş olsa da orada olduğunu görebiliyordum ama uzaktan bakıldığında varlığı fark edilmezdi herhalde. Burnuma bakmaya çalışırken komik göründüğümü düşünerek bakışlarımı tekrar Lottie'ye çevirdim; az önce konuştuğu askere kötü kötü bakmakla meşguldü. Adam da ona bakıyordu ama sinir bozucu bir şekilde gülümsediği için Lottie'yi ciddiye almadığını düşünüyordum. Ya da ondan gerçekten hoşlanmıştı. Aralarındaki bu tuhaf etkileşime ne isim vereceğimi bilmesem de orada öylece durup bunu daha fazla izlemek istemiyordum.

"Lottie, gitmiyor muyduk?"

"Gidiyoruz." dedi Lottie, bana kısa bir bakış atarak. Sonra emin adımlarla tarama cihazına doğru yürüdü. İçerisinden geçerken Teğmen Gottwald'la bakıştılar, ikisi de diğerine üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışıyor gibiydi. Aralarındaki tuhaf çekimin, ya da her neyse, kimsenin gözünden kaçmasına olanak olmadığını düşünerek Lottie'nin peşinden cihazın içinden geçtim. Ona bununla ilgili bir şeyler söyleyerek bana Mateusz konusunda yaptığı sorgulamayı taklit etmeyi düşünsem de buna kalkışmadım ve birlikte tesisi terk ettik. Yeni maskemle içime çektiğim ikinci bölgenin havasıyla dolu ilk nefesim, Ocria'nın teknolojisini küçümsemem gerektiğini bir kere daha anlamamı sağlamıştı. Filtrelenmiş temiz hava ciğerlerime dolduğunda ister istemez gülümsedim.

"Gereksiz yaratık."

Lottie'nin kendi kendine söylendiğini fark ettiğimde ona doğru baktım. O yönden hafifçe yaklaşan esintinin kirpiklerimin altından tüm yüzüme yayılan soğukluğunu umursamamaya çalışarak gülümserken Lottie'nin az evvelki adamdan bahsettiğini anlamıştım.

"Sanırım senden hoşlandı."

Lottie boğazından bıkkınlık belirten bir ses çıkarıp gözlerini devirdikten sonra "Hiç sanmıyorum." dedi. "Öyle olsa bile, bir serseme ayıracak vaktim yok."

Cevap vermek yerine omuzlarımı silktim ve şimdi harekete geçmiş olan Lottie'nin peşinden yürümeye başladım. İlerlediği şey, beni Rose'un evinden alıp tesise götürürken kullandığı araç olmalıydı. Gerçi bundan emin olamazdım, araçların hepsi birbirine benziyordu ve aralarında fark olsa bile ben bunu saptayacak kadar ayrıntı düşkünü değildim.

Lottie aracın yanına varıp sürücü koltuğuna yerleşirken bana arkaya geçmemi işaret etti. Söylediğini yaparak kapıyı açtım ve konforlu zemine ayak bastım. Teknolojik iç dizayn nedense kendimi huzursuz hissettirmişti. Ayrıca afallar gibi olmuştum, çünkü tesisteyken ileri teknolojiye sahip bir ülkede yaşadığımı çoğunlukla unutuyordum. Oradaki her şey nostalji içeriyor ve bir şekilde bizleri evimizde hissettiriyordu. Sonra aklıma bu sözde ilerlemiş ülkenin geri kalan yönleri geldi. Yetiştirdikleri koca bir aptallar ordusu vardı; insanların en büyük sorunu nasıl göründükleri, ne kadar lükse sahip oldukları ve başkalarının hayatlarında ne gibi talihsizlikler olduğuydu. Bu gibi şeyler onlar için eğlenceydi ne de olsa. Bunları önyargılı olduğum için düşünmüyordum, sadece uyandığım ilk günden beri Ocria'nın bende yaratmış olduğu izlenim buydu.

Ocria'yı bu kadar basitleştirmiş olsam da içinde barındırdığı gizemlerin beni her geçen gün daha çok meraklandırdığını inkâr edemezdim. En çok ilgilendiğim şeylerden biri ise ülkenin salgın hastalıklarıydı. Bu kadar gelişmiş bir ülkede nasıl olur da insanlar hastalıktan öylece ölebilirlerdi? Ne kadar da anlamsız geliyordu. 70 yıl önce kanserin tedavisini bulan bir dünyanın geride bıraktığı bilgi birikimi günümüz hastalıklarıyla başa çıkmaya yetmiyor muydu? Hastalıklar bu kadar mı korkunçlaşmıştı?

Bu düşüncelerle araca bindikten çok sonra cevaplarımı alacağım kişinin orada olduğunun farkına varmıştım. Geçen gün olduğu gibi aracı otomatik sürüşe aldıktan sonra koltuğunu benimkiyle yüzleşecek şekilde çevirmiş olan Lottie'ye baktım; Ocria hakkında belki de tanıdığım herkesten daha fazla şey biliyordu ve görüşmediğimiz zaman boyunca sorularım epey birikmişti. Gerçi, Mateusz bana bu konuda yardım edeceğini söylemiş olsa da içimden bir ses bazı cevapları ondan alamayacağımda diretiyordu. Bu yüzden suskun bir şekilde oturmayı kesip küçük bir öksürükle boğazımı temizledim ve havadan sudan bahsediyormuş gibi sordum.

"Lottie, şey... Herkes şu salgından bahsediyor... Korkunç, öyle değil mi?"

"Evet." dedi Lottie, koltuğunda rahat bir pozisyon almaya çalışırken. "Gerçekten öyle."

Ona daha fazla şey söylemesini beklermiş gibi baktığımı fark ettiğinde güvence verir gibi ekledi. "Ama Ocria üstesinden gelecektir. Her zaman geliriz."

"Bu çok sık olan bir şey öyleyse." dedim, bu konuda daha fazla şey öğrenme isteğimi dizginlemeye çalışarak. Lottie'yi sorularımla boğarsam hiç cevap alamazdım, bu yüzden iyi bir strateji kurmalıydım.

"Hastalık Tarihçesi dersi almıyor musun?" diye sordu Lottie, rahat bir tavırla ellerini karnının üstünde birleştirerek.

"Alıyorum."

"Öyleyse biliyorsun." dedi Lottie. "Ocria, salgınlar tarafından pek çok kez tehdit altında kaldı ve bir şekilde hepsini yenmeyi başardı."

"Böyle söylüyorsun ama..." Aklımdaki şeyden bahsetmenin iyi bir seçim olup olmadığını düşünmek için bir süre duraksadıktan sonra kaybedecek bir şeyim olmadığını fark ettim ve ekledim. "-salgını yenmeyi başaramayanlara ne oluyor?"

Lottie cevap vermeden önce bir süre anlamlı bir şekilde baktıktan sonra cevapladı. "Bugüne kadar en az kayıpla ve en hızlı şekilde salgınların önüne geçmeye çalışıldı ve çalışılıyor."

"Yeterli değildi." diye mırıldandım, başımı kucağımdaki ellerime doğru eğerek. Sağ elimi diğeriyle istemsizce sıktığımı fark ettim; birazdan söyleyeceğim şey için güç toplamaya çalışıyordum sanki.

"Chester, Rose'un oğlu... O da salgından-...Yani, şey..."

Dışarıya pes ettiğimi belli eder gibi sesli bir soluk bıraktığımda Lottie eğilerek sıkmaktan rengi değişmeye başlayan elime uzandı ve hafifçe dokundu.

"Reena, duydum. Haberim var ve sana bu konuda ne kadar üzgün olduğumu anlatamam. Chester'ın ölümünde ailesi tarafından verilen seçimlerin büyük bir etkisi oldu. Gereken tedaviyi alamamış olması ve uzun süreli hapsi de işleri kolaylaştırmadı elbette."

"Onları mı suçluyorsun?" diye sordum, başımı kaldırarak. Böyle konuşması istemsizce öfkelenmeme neden olmuştu.

"Tabii ki hayır, enfekte olmasından onları sorumlu tutmam doğru olmaz. Yine de alınması gereken önlemler olduğu gerçeğini de göz ardı edemem."

Lottie'nin kötü bir niyeti olmadığını fark ederek başımla onay verdim, ne de olsa bir yerde haklıydı. Sonra, bu konuyla ilgili en çok merak ettiğim diğer bir şeyi sordum.

"Şey, şu yeni salgın... Chester'ın ölüm sebebi o muydu?"

Lottie gönülsüzce cevapladı. "Öyle olmalı."

Paisley'nin gösterdiği resimdeki hayat dolu bakışlara sahip o genç delikanlının cansız olarak bir sedyede yattığını ve bir grup insanın üzerinde cerrahi oyuncaklarını kullandığını hayal etmek midemde tuhaf bir kasılma oluşturmuş, tüylerimi ürpertmişti. Chester'ı tanıma fırsatını hiç yakalamamış olsam da kendimi ona bir şekilde yakın hissediyordum. Belki bana kaybettiğim diğer herkesi hatırlattığı içindi.

"Özür dilerim, seni üzmeye çalışmıyordum." dedi Lottie, donuklaşan ifademi fark ettiğinde.

"Hayır, ben iyiyim." dedim, çabucak toparlanarak. "Sadece... şey, çok zor bir durum. Kendimi Rose ve Misty'nin yerine koyuyorum da..."

"Bunu en iyi sen bilirsin." dedi Lottie ve elimi sıvazladı. "Şimdi nasıllar?"

Utanarak itiraf ettim. "Bilmiyorum, onları yeni evlerinde hiç ziyaret etmedim."

Lottie, "Ah." dedi sadece.

Hemen sonra, "Bana bu konuda yardımcı olur musun?" diye sordum, bakışlarını yakalayarak. "Onları ziyaret etmeyi gerçekten istiyorum ama nerede yaşadıkları hakkında bir fikrim yok."

"Tabii ki yardım ederim." dedi Lottie, anlayışlı bir gülümsemeyle. "İstersen işimiz bittiğinde seni evlerine bırakabilirim."

"Çok iyi olur." dedim, minnetle.

"Yaptığın harika bir şey Reena." dedi Lottie, elimi son kez sıvazlayıp tekrar koltuğuna yaslanarak. "Şu anda en çok senin desteğine ihtiyaçları olmalı."

Cevap olarak yalnızca bir 'hım' sesi çıkardım.

***

"Botanik Araştırmaları Laboratuvarına gidiyoruz." dedi Lottie, dar ve steril koridor boyunca yürürken. Onun peşinden ilerlemeye ve söylediği şeyleri duymaya çalışıyordum, ama tepemden gelen boğuk havalandırma gürültüsü bu durumu zorlaştırıyordu. Dar koridorun beyaz duvarları sanki sonsuzluğa uzanıyordu ve yolun sonu yok gibiydi. Başım dönmeye başladığı için Lottie'ye cevap vermeyip adımlarıma odaklandım. Lottie bunu fark ettiğinde omzunun üzerinden bakarak ekledi.

"Değişik türlerde bitkiler yetiştiriyorlar. İlgini çekebileceğini düşündüm."

Bunun gerçekten ilgimi çektiğini belirtir gibi sırıttım. Bir yandan da Lottie'nin beni nasıl bu kadar iyi tanıdığını merak ediyordum. Ona ilgi alanlarımdan bahsedecek zamanım olmamıştı ama bir şekilde, benim hakkımdaki her şeyi biliyormuş gibiydi.

"Neden beni götürmek istedin?" diye sordum. Uzun bir süre yürüdükten sonra koridorun genişleyip diğer bir koridorla kesiştiği yere ulaşmıştık.

"Bu tür şeylere ilgin olduğunu sanıyordum." dedi Lottie ve önümüzdeki büyük, metal kapıya doğru yürüdü.

Lottie'nin bunu nereden bildiğini öyle merak etmiştim ki kendimi sormaktan alıkoyamadım.

"Öyle ama, sen-"

"Sorularını laboratuvara saklamaya ne dersin?" diyerek konuşmamı böldü Lottie ve cevap vermemi beklemeden kapının üzerine elini yerleştirdi. Birkaç saniye içerisinde kapı, dijital şeritler gibi dağılmış ve oldukça kısa bir koridora açılmıştı. Tam karşıda görünen diğer kapı, az evvel açılana oldukça benziyordu. Tek farkı, üzerinde "Botanik Araştırmaları Laboratuvarı" yazmasıydı. Lottie içeri girerken vücudunun mavi dijital ağlar tarafından tarandığını fark ettim ve ilk defa bu tarama ritüelini yerinde buldum. Laboratuvar gibi bir ortama girilecekse tarama yapılmasından daha doğal bir şey yoktu.

Ağlar benim vücudumda da gezindikten sonra kapı yeniden oluşarak arkamızdan kapandı. Lottie, koridorun sağ kısmında kalan bölmeden iki gözlük, bir laboratuvar önlüğü ve iki çift eldiven çıkardı. Önlüğü, bir çift eldiveni ve gözlüklerden birini elime tutuştururken ürkütücü bir sesle, "Bunları giy ve ölmemeye çalış." dedi. "Zaten ben sağ çıkasın diye elimden geleni yapacağım."

Bir an için onu ciddiye alarak korkmuş olsam da sırıttığını görünce şaka yaptığını anladım. Bunun üzerinde fazla oyalanmayarak önlüğü giydim, eldivenleri ellerime geçirdim ve gözlükleri taktım. Bunları yaparken kendimi çok tuhaf, aynı zamanda inanılmaz hissetmiştim. Sanki az sonra uzun zamandır hayalini kurduğum o geleceği yaşayacakmışım gibi bir heyecan dolmuştu içime. Bir laboratuvara girmek ve değişik türdeki bitkileri inceleme olanağına sahip olmak kulağa nefes kesici geliyordu ve ben, daha fazla sabredemeyecektim.

Lottie, hevesli ifademi gördüğünde keyiflenerek "Gördün mü, sorgulamadığın zaman epey eğleniyorsun." dedi. "Emin ol içerisi çok daha inanılmaz."

"Sabırsızlanıyorum." dedim, üzerimdeki önlüğe iyice sarınarak. Bu defa heyecanımı gizlemek için uğraşmıyordum. Lottie cevap vermek yerine söylediğimi yaparak kapıya yöneldi ve planlı dokunuşlarla parmaklarını yüzeyde dans ettirdi. Sabırsızlığım yüzünden bu seferki kapının açılması çok uzun sürmüş gibi gelmişti. Ancak sonunda dijital şeritler halinde dağılıp odanın loş aydınlatmasını içeri yansıttığında kalbimin heyecandan durduğunu zannettim.

"Beni takip edin, Profesör Becker." dedi Lottie, omzunun üzerinden eğlenen bir ifadeyle bakarak ve açılan boşluktan içeri girdi. Adımlarımın birbirine karışmasına engel olmaya çalışarak onu izledim. İçeri girdiğim ilk anda dikkatimi çeken şey bulunduğumuz yerin kendisiydi. Çok yüksek tavanlı, beyaz ve metalik gri renklerin baskın olduğu kocaman bir laboratuvarda duruyorduk. Etrafta ne olduklarını anlayamadığım öyle fazla cisim vardı ki gözlerim tenis maçı izler gibi eşyalar arasında hızla gidip geliyordu. Sanki rüyalarımdan birindeydim ve bir an sonra yok olma ihtimalleri varmış gibi laboratuvardaki havalı şeylerin hepsine saniyeler içinde bakmak zorundaydım. Bu havalı şeylerin bazıları şunlardı; üzerinde değişik aletler bulunan uzun masalar, mavi ve jölemsi bir maddeden oluşan muazzam küpler, bu küplerin içinde bulunan çeşitli bitkiler ve laboratuvarın ortasındaki ufak, camdan duvarlara sahip, içi bembeyaz bir kum tabakası ve bu kumun üzerinde yetişmiş daha değişik bitkilerle dolu olan bir oda...

"Hepsini bir anda sindirmeye çalışma." dedi Lottie, kolumdan tutup beni odanın içerisine doğru sürüklerken. "Önce seni tanıştırmak istediğim birileri var." Lottie'nin konuşmasını bitirmesiyle eşzamanlı olarak laboratuvarın diğer ucundan yaklaşan ayak sesleri duydum. Loş ışık altında iki insanın silueti belirmişti ve git gide daha seçilebilir bir hâl alıyorlardı. Yeteri kadar yaklaştıklarında gelenlerin tıpkı bizim gibi önlük, gözlük ve eldiven giymiş olan orta yaşlı bir adam ve bir kadın olduklarını gördüm. Yüzleri bütünüyle görünmese de ikisinin de güzel insanlar olduklarını fark etmiştim; gözlüklerinin altından silikçe beliren bakışları Ocria yapaylığına sahip olsa da yumuşak ve hoştu. Ayrıca bir şekilde ikisini de tanıyormuş gibi hissediyordum, yüzleri bana ismini çıkaramadığım birini anımsatıyordu.

"Merhaba Profesör Pilgrim." dedi adam ve elini uzatıp Lottie'yle tokalaştıktan sonra bana doğru eğildi. "Size de merhaba. İsminiz nedir?"

Adamın tokalaşmak için bekleyen elini sıktım. "Reena Becker."

Kadın şekilli dudaklarını kıvıran bir gülümsemeyle gözlerimin içine baktı ve "Ah, Profesör Pilgrim bitkilere duyduğunuz özel ilgiden bahsetmişti." diyerek konuşmaya dâhil oldu.

"Tanıştığımıza çok memnun oldum, Bayan Becker." dedi adam, elimi bırakarak. Sonra kolunu yanında duran kadının omzuna dolayarak devam etti. "Ben Raymond Orin ve bu da güzel eşim Sonia."

"Memnun oldum."

"Bay ve Bayan Orin Ocria'nın en değerli bilim insanlarındandır Reena." dedi Lottie, elini omzuma yerleştirirken. "Bugün bize eşlik edecekler." Sonra Raymond ve Sonia'ya bakarak başıyla bir işaret verdi. Hemen ardından, "Pekâlâ, öyleyse başlayalım." dedi Raymond Orin.

"İlk olarak, Botanik Araştırmaları Laboratuvarına hoş geldiniz." dedi Sonia Orin, kocasının işaret etmekte olduğu masaların ortasındaki yolu göstererek. "Böyle ilerleyelim. Masaların etrafından dikkatlice geçerseniz çok iyi olur. Üstlerindeki malzemeler epey kırılgan ve oldukça pahalıdır da." Lottie ile birlikte Sonia'nın söylediğini yaparak dikkatle masaların arasından süzüldük. Onlar ilerlerken ben masadaki şu kırılgan ve pahalı malzemeleri incelemeye çalışıyordum, ancak sadece tüpleri ve mikroskopları tanıyabilmiştim. İsimlerini bilmediğim daha sürüsüyle minik alet vardı ama diğerlerinin izini kaybetmemek adına incelemeyi kesip adımlarımı hızlandırdım. Orin çifti ve Lottie şimdi mavi jöle küplerinin orada duruyorlardı. Yanlarına ulaştığımda Raymond, koyu saçlarının tepeden seyreldiğini fark edebileceğim kadar eğildi ve gözlerimin içine bakarak "Eminim en çok bunların ne olduğunu merak ediyorsundur." dedi. Küçük bir çocukmuşum gibi davranması bana babamı hatırlattığı için kendi kendime gülümsedim ve başımı sallayarak Raymond'un söylediği şeye onay verdim. Gözlerim jölelerin içine hapsolmuş bitkimsi yaratıklara kaydığında gerçekten de bu şeylerin ne olduğunu çok merak ettiğimi düşündüm. "Yeni tür oluşturma hazneleri." diyerek aklımdaki soruyu cevapladı Sonia, ben küpleri incelemeye iyice dalmışken. Bir tanesinin içinde lahanayı andıran bitkiler vardı. Köklerinden beyaz ışıltılı incecik iplikler çıkıyor ve küpün altındaki levhaya doğru uzanıyorlardı. Lahanayı andıran bu bitkilerin yaprakları turuncuya çalıyordu ve sanki bir kısmı dijital kesintilere uğramıştı, bir video oyunundaki hatalı cisimler gibi görünüyorlardı. Bir sonraki mavi küpün içerisinde armut ve elma meyvelerinden ortaya çıkan melez bir tür meyve olduğunu düşündüğüm şeyler vardı. Karışımı olduğu türler normal şartlar altında ağaç dallarında yetişmelerine rağmen bu meyve türü mavi jölenin içinde öylece asılı duruyor, cilalı ve parlak renklerini sergiliyordu. Üçüncü küpe yaklaşıp ne olduğunu görebilmek için iyice yanına sokulduğumda Sonia'nın sesini duydum.

"Vaccinium myrtillus." dedi, mavi jölenin merkezinde duran minicik şeyleri işaret ederek. "Anlayacağınız şekilde söylemek gerekirse, yaban mersini."

"Pek yaban mersinine benzemiyor." dedim, meyve tanelerine dikkatle bakarak. Küçücüklerdi ve hepsinin içinde beyaz, ışıltılı bir çekirdek vardı. Bu çekirdekten ise daha evvelki iki kutuda gördüğüm beyaz, ipliğimsi şey uzanıyor ve jöle küpün altındaki levhayla buluşuyordu. Raymond'a dönerek sordum. "Daha büyük olmaları gerekmiyor mu?"

"Daha oluşumlarını tamamlamadılar ancak haklısın, elbette bu kadar ufak olmamaları gerekiyordu. Daha büyüklerini elde etmeyi deniyoruz." diye cevapladı Raymond ve sonra, onu bu kadar ilgiyle dinlememden memnun olduğunu belirten bir bakış ve gülümseme takındı.

"Bunlarla tam olarak ne yapıyorsunuz?" diye sordum ve tekrar yaban mersinlerini incelemeye başladım.

"Onları üretiyoruz." dedi Sonia ve iyice yanıma sokularak mavi jöleyi işaret etti. Kadının kömür karası, kabarık saçları yanağımı gıdıklamıştı. "Önce genetik olarak kodladığımız melez tohumlara laboratuvar ortamında dijital veriler yüklüyor ve onlara besin takviyesinde bulunacak bu mavi maddeden oluşan küplerin içine yerleştiriyoruz. Büyüme evrelerine göre dijital veriler ve mavi maddenin içerisindeki besinler değişiyor. Çok dikkat ve emek isteyen bir iştir."

"Gerçekten öyle görünüyor." diyerek Sonia'ya hak verdim.

Birkaç küpü daha gezdik ve Orin çifti bana içerideki bitkiler hakkında bilgi verdi. Arada sık sık anlayamadığım espriler yapıp gülmüş olsalar da onlara kanım ısınmıştı. Anladığım kadarıyla epey zeki ve bilgili insanlardı ve neredeyse Ocria'daki tüm besinlerin üretimi onların denetiminden geçiyordu.

"Buraya geldiğinden beri yediğin her şeyin ana maddesi bu laboratuvardan çıktı." demişti Raymond, gururla. Ona Tesis'teki iğrenç yemeklerin sorumluluğunu da alıp alamayacaklarını sormak istesem de bunu yapmadım ve yürümeye devam ettik.

Mavi madde dedikleri küplerden sonra sıra laboratuvarın ortasındaki şu cam duvarları olan odaya gelmişti. Uzaktan bakıldığında küçük bir sera gibi görünüyordu ve içerideki bitkiler mavi maddedekilere nazaran daha gerçekçi duruyordu. Orin çifti ve Lottie'nin peşine takılarak odaya doğru yürümeye başladım. Sonia yürürken bir yandan da açıklama yapıyordu.

"Ocria koşullarına dayanıklı tüm besinleri üretmeye çalışıyoruz." Odanın yanına geldiğinde durdu ve bize dönerek anlatmaya devam etti. "Önceden bitki kökleri Ocria toprağına uzanmayı reddediyordu, bu yüzden uzun bir süre kökleri, taş sertliğindeki yapay organizmalar üzerine sarınmaya zorladık."

"Ekmeğimizi taştan çıkarıyorduk yani." dedi Raymond ve karısıyla kısa bir süre gülüştüler. Sonia kendini çabucak toparlayıp konuşmaya devam etti.

"Ancak daha sonra toprağa çok yakın bir madde üretmeyi başardık. Bu odada gördüğünüz her bitki, AK KUM adı verilen bu madde üzerinde yetişiyor. Bitkilerin tabanlarında gördüğünüz şu beyaz madde, evet. İçeri girince daha ayrıntılı tanıtacağız."

"Ben izleyin." dedi Raymond ve cam kapının ince kulpunu özenle kavrayıp kapıyı açtı. Eşi ile kapının iki yanında durarak Lottie'yle beraber içeri girmemizi beklediler. AK KUM dolu haznelerin ortasındaki dar yolu takip ederek yürürken bitkilere göz atmaya çalıştım. Bazıları tavana kadar yükselmişti, bazıları bodurdu ve bazıları filiz bile vermemişti, sadece beyaz toprağımsı maddenin bulunduğu boş hazneler vardı. Sonia ve Raymond bitkilerden bir kısmını Latince isimleriyle tanıttıktan sonra AK KUM hakkında bilgi vermeye başladılar. Tam kendimi bütünüyle onları dinlemeye adayacağım sırada gözüm Lottie'ye takıldı. Lottie, Orin çiftini dikkatle dinliyormuş gibi görünmesine rağmen bir şey için sabırsızlanıyormuş gibi sağ ayağıyla yerde tempo tutturmuştu. Sanki bir şeyin olmasını bekliyordu, tuhaf bir enerji vardı üzerinde. Birkaç saniyeliğine de olsa ilgimi laboratuvarın büyüsünden ayırıp böyle bir ayrıntıyı fark etmem iyi olmuştu. Bir şeyleri düşünmeye zorlamıştı beni. Sahi, Lottie'nin beni buraya getirmesinin tek sebebi bitkilere duyduğum ilgiyi bilmesi miydi?

"Hadi gelin, size göstermek istediğimiz çok şey var." dedi Raymond ve sesi düşüncelerimden sıyrılmama neden oldu. O, eşinin arkasından odanın diğer ucuna doğru hoplarcasına giderken arkasından baktım. İkisinin de böyle hevesli ve heyecanlı olması çok hoştu ve işlerini ne kadar sevdiklerini gösteriyordu. Belki, ben de gelecekte böyle bir yere gelirdim. Bu düşüncenin ardından vücudumda tuhaf bir ürperti gezindi. Birkaç saniyeliğine de olsa Ocria'da bir gelecek hayal etmiştim kendime. Ne kadar da ürkütücüydü, ne kadar da acınasıydı. Kurtulmak istediğim, kaçabilmek için başkalarının planlarına dâhil olmakta direttiğim bu yerde bir gelecek hayal etmem onur kırıcıydı hatta. Hayır, burası değil. Ocria geleceğim olmayacak, buna izin vermeyeceğim. Bir geleceğim varsa bile bu sınırlar içerisinde yaşamayacağım onu.

Birinin kolumdan kavradığını hissettiğimde başımın etrafında gezinen düşünce bulutunu dağıttım ve bu kişiye döndüm. Lottie, tuhaf bakışlarla beni izliyordu. Az evvelki sabırsızlık hâli yeni bir gerginlikle yoğrulmuş gibiydi ve bedeni dışarıya değişik, soğuk bir enerji yayıyordu. Normal şartlar altında zaten beni ürperten gözleri, bu garip bakış sayesinde iyice ürpermeme neden olmuştu. Lottie'nin kolumda duran eline tedirginlikle bakarak sordum.

"Lottie, iyi misin?"

Ben lafımı bitirdiğim anda Lottie konuşmaya başladı. "Reena, anlıyorsun değil mi?" dedi, söylediğim şeyi duymazdan gelerek. Sonra bakışlarını üzerimden çekip odadaki bitkiler üzerinde gezdirmeye başladı. Dışarıdan bakan biri bitkiler hakkında muhabbet ettiğimizi düşünebilirdi, ancak ben Lottie'nin ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum.

"Neyi anlıyor muyum? Sonia ve Raymond'tan mı bahsediyorsun? Şey, sanırım evet. Açıklama konusunda epey iyiler." dedim ve gözlerim ilerideki Orin çiftini buldu. Hevesli ve biraz da meraklı bakışlarla bizi izliyorlardı. Tekrar Lottie'ye bakarak ekledim."Yanlarına gitsek iyi olacak. Baksana, orada bizi bekliyorlar."

"Gideceğiz." dedi Lottie ve yüzünü ağır ağır çevirip ürkütücü gözlerini bir kez daha üzerime dikti. "Önce biraz sohbet edelim."

Kafamın karıştığını belli eder gibi kaşlarımı çattığımda Lottie konuşmaya devam ediyordu.

"Reena, baksana! Burada senin yetmiş yıl öncesinde gördüğün, bildiğin ve hatta tattığın bitkileri yapay olarak üretmeye çalışıyorlar."

"Evet, bunu Sonia söylemişti." diye hatırlattım.

"Evet, evet... Asıl meseleye gelecek olursak, Ocria doğal olarak hiçbir şey yetiştirmeye elverişli değil, anlıyorsun değil mi?" diye sordu Lottie, gözlerini bile kırpmadan öylece bakarak. Sanki ifademi okumaya çalışırmış gibi dikkatli bakıyordu. Öyle ki bakışlarından rahatsız olarak gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım.

"Sanırım." diye cevapladım.

Lottie bu sefer, "Neden elverişli olmadığını hiç düşündün mü?" diye sordu.

"Neden mi?" diye tekrarladım ve gözlerimi eldivenli ellerime çevirdim. Çünkü iklimi, bitki örtüsü ve her şeyi yapay... Ocria koca bir yalandan ibaret, işte tam da bu yüzden Lottie. Ama kulağımda bu çevirici varken sana hiçbirini söyleyemem.

"Bana bunları neden soruyorsun?" dedim, Lottie'nin ne gibi bir niyeti olduğunu saptayabilmek için. Ne yapmaya çalışıyordu ki? Beni bir ajan falan mı zannediyordu yoksa? Ağzımı aramaya mı çalışıyordu? Gerçekten, o anda yaptığı ve söylediği şeylerin hiçbirine anlam veremiyordum.

Lottie ona böyle çıkışmamı komik bulmuş gibi yarım bir gülümsemeyle baktı ve sonra fısıldar gibi konuştu.

"Dijital kesintilere dikkat et Reena, olur mu?"

"Di-"

Yine bir şey anlamadığımı dile getirmeye hazırlanıyordum ki Lottie lafımı yarıda kesti. Tekrar konuştuğunda gözleri arkamdaki bir şeye sabitlenmişti.

"Orinler bizi bekliyor, gidelim mi?"

İtiraz etmeme fırsat vermeden yürümeye ve kolumdan tutarak beni de beraberinde götürmeye başladı. Az sonra Orin çiftinin yanına gelmiştik ve AK KUM dolu boş bir haznenin önünde dikiliyorduk.

"İşte burada, sabırsızlıkla beklediğiniz şey." dedi Sonia ve Lottie'den onay beklermiş gibi kısa bir bakış attı. Sonra boş hazneye doğru eğilip cam kısmın üzerine dokundu. Bu hareketiyle havada dijital bir ekran ve ekranın üzerinde ise bir bitki görüntüsü belirmişti. Elbette bu güneş yapraklı bitkiyi nerede görsem tanırdım.

"Helianthus." dedi Raymond'ın hemen arkamdan gelen sesi.

"Ayçiçeği." diye mırıldandım, dijital görüntüye bakarak ve gözlerimin önünde yıllar öncesinden tarçın kokan bir anı canlandı. Kocaman bir ayçiçeği tarlasında oynayan iki küçük çocuk var, akıllarınca deney yapıyorlar. Bir tanesi uzaylıların bu gece geleceğini söylüyor, diğeri ise alüminyumdan yaptıkları hunilerden birini kafasında tutmayı deniyor. "Beyinlerimizi ele geçiremeyecekler, sen de tak." diyor minik oğlan ve huniyi zorla kızın kafasına yerleştiriyor. Tarlada oynamayı ikisi de çok seviyorlar, ayçiçeklerinden pek de uzun olmadıkları için kendilerini kamufle olmuş gibi hissediyorlar. Ordayken güvendeler. Ve Tepeye kadar tırmanıp Güneş'le yön değiştiren ayçiçeği tarlasını izlemekten büyük zevk alıyorlar.

"Ta kendisi." dedi Raymond, gülümseyerek ve kısa bir anlığına laboratuvarı terk etmiş olan zihnimi bedenime geri getirdi. "Bir ayçiçeği."

"Ama neden AK KUM üzerinde değil?" diye sordum, bitkinin dijital yansımasına bakarak.

"Hâlâ üretmeyi beceremediğimiz bir bitki bu." diye cevapladı Sonia. "Ama bizim için gerçekten çok değerli. Bu yüzden çalışmaya devam ediyoruz."

"Neden değerli?" diye sordum, elimi boş haznenin üzerine yerleştirerek. Üzerinde hiçbir şey filizlenmemiş AK KUM'a bakarken bu basit bitkinin en gibi bir özelliği olabileceğini düşünüyordum. Benim zamanımda o kadar da önemi yoktu ne de olsa. Beklediğim cevabın Lottie'den geldiğini duyarak ilgimi ona yönlendirdim.

"Ayçiçeği, Güneşi ve yaşamı simgeler Reena. Canlılığın, hayatın işaretidir. Onu gördüğünde yaşamın var olduğunu anlarsın."

"Bir de iyi şanstır." diyerek ekledi Raymond, bunu muhakkak söylemesi gerekirmiş gibi. "Çok karmaşık dokulara sahip, aslında bizim ilgimizi çeken yönü bu. Pek çok kez denedik ve pek çok kez başarısız olduk. Denemeye devam ediyoruz, çünkü bu bitkiyi yetiştirmeyi becerdiğimiz gün pek çok sır açıklığa kavuşacak. Ve sanırım o gün kariyerimizin en parlak zamanı olacak."

"Fazla heveslenmeyelim tatlım." dedi Sonia, eşinin kolunu kavrayarak. Onun kendini kaptırmasını onaylamıyor gibiydi ve yüzünde tedirgin bir ifade vardı. "Ne de olsa, bunun zor olduğunu biliyorsun."

"Evet, haklısın." dedi Raymond, neredeyse hayal kırıklığına uğramış gibi. Derin bir nefes alıp sırtını dikleştirdi ve az evvel olanları yok sayarak ekledi. "Böylelikle turumuz bitiyor. Sanırım artık bize yardım etmeye başlayabilirsiniz. Ne dersiniz?"

"Elbette." dedim ve başımı hevesle salladım. Sonunda buradaki şeylere el sürebileceğimi duyunca kendimi, önüne kurabiye kavanozu verilmiş bir çocuk gibi hissetmiştim.

"Harika." dedi Sonia, kibarca gülümseyerek. "Şimdi birinizden bana AK KUM değiştirmekte yardımcı olmasını isteyeceğim."

"Ve birisi de bana verileri Sistem'e yerleştirme konusunda yardım etmeli." diye ekledi Raymond. Her ne kadar onunla gitmek istesem de Ocria teknolojisi hakkında bir fikrim olmadığı ve Sonia'nın teklif ettiği şey daha ilgi cazip geldiği için onunla gitmeyi seçtim. "Ben Bayan Orin'e yardım ederim." dedim, Lottie'ye dönerek.

"Peki öyleyse." diye cevapladı Lottie ve Raymond'la birlikte veri kaydı yapmak üzere uzaklaştılar. Sonia'ya döndüğümde önlüğünün cebinden bir alet çıkarmakta olduğunu fark ettim. Bu, barkod okumaya yarayan cihazlara benzeyen bir şeydi ve Sonia onu haznelerin dibine doğru götürüp bitkilerin köküne doğrultuyordu. Tıpkı tarama cihazlarının bizim üzerimizde yaptığı gibi bu ufak cihazdan elektronik ağlar çıkıyor ve bitkileri baştan sona tarıyordu. Sonia bu işlemi sürdürürken bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu.

"03 22 E... 07 B4 58..."

"Tam olarak ne yapıyorsun?" diye sordum, yanına ilerleyerek.

"Ah, çok üzgünüm." dedi Sonia ve önündeki bitkiyi taramayı kesti. "Söylemem gerekirdi, bir an için orada olduğun unutmuşum... Haznelerden birtakım veriler topluyorum ve bunları asistanıma ileteceğim. O da AK KUM karışımlarını neye göre hazırlaması gerektiğini saptayabilecek.."

"Peki, sana nasıl yardım edebilirim?"

"Harika bir soru, evet..." dedi Sonia ve düşünmek için bir süre duraksadı. "Rachel'ın yanına gidip ona kum hazırlamasında yardımcı olabilirsin aslında."

"Rachel?" diye sordum, bu ismin yabancı geldiğini belirtmeye çalışır gibi.

"Bahsettiğim asistanım, ki aynı zamanda kızım oluyor." diyerek açıkladı Sonia, sırıtarak. Kızından söz etmek onu gururlandırmış gibi bir ifadesi vardı. "Onu laboratuvarın diğer ucunda bulabilirsin. Şu anda kovalarca AK KUM'u ayıklıyor olmalı."

"Peki." dedim ve sağ elimle diğer kolumu kavradıktan sonra ekledim. "Öyleyse ben... gidiyorum?"

"Elbette." diye kısaca cevapladı Sonia ve tekrar tarama işlemine döndü. Ben de cam odayı terk etmek üzere arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Şeklimi yansıtacak kadar cilalı zemini izlerken şu Rachel denen kızın ne kadar şanslı biri olduğunu düşünüyordum. Annesi ve babası bilim insanları olduğu için sürekli böyle havalı bir yerde takılma şansına sahip olmalıydı. Ben de ebeveynlerimin bilim insanları olmasını isterdim, kim istemezdi ki? Sonra sırf bunu düşündüğüm için kendimi kötü hissettim. Hayır, ebeveynlerimin bilim insanları olmalarına gerek yoktu. Hayatta olsalar yeterdi. Sabah Tesis'te uyanıp hiçbir bağım olmayan insanlarla günümü geçirmektense evimin ufacık odasında uyanıp ailemin ve Camden'ın yanında olmayı yeğlerdim. Ama ne geçmiş, andıkça bana yaklaşıyor, ne de gelecek, gözüme kolay görünüyordu.

Hasret dolu bir şekilde iç geçirdikten sonra açık cam kapıdan dışarı süzüldüm ve laboratuvarın diğer ucuna doğru yürümeye başladım. Görünürlerde Lottie ya da Raymond yoktu, veri işlemlerini her nerede yapıyorlarsa epey uzaklaşmış olmalıydılar. Biraz daha yürüdükten sonra AK KUM odasını geride bırakmıştım ve  artık Sonia'yı da göremiyordum. Bir an için laboratuvarda yalnız kaldığımı düşünmek baş döndürücü, ancak bir o kadar da ürpertici geliyordu. Kötü ve çılgın düşüncelerimden kurtulmak ister gibi hafifçe silkelendikten sonra yürümeye devam ettim. Yolun sonundaki masalar gözüme iliştiğinde çok geçmeden Sonia'nın bahsettiği kişiyi fark etmiştim. Üzerinde kovalarca AK KUM olan masalar üzerinde bir şeylerle uğraşıyordu ancak sırtı bana dönük olduğundan farkıma varmamıştı.

Bir süre nasıl bir giriş yapmam gerektiğini düşündükten sonra en sonunda boğazımı ufak bir öksürükle temizlemeye karar verdim. Sonra bunun tek başına yeterli olmayacağını düşünerek ekledim.

"Rachel?"

Kız, sesimi duyar duymaz arkasını döndü ve tam gözlerimizin buluştuğu o anda ikimiz de şaşkına döndük. Öyle ki kız, elindeki kovayı yere düşürmüştü. 'Tak' sesi laboratuvarda yankılanıp AK KUM ayaklarımızın altına dağılmaya başladığında kızın laboratuvar gözlüklerinin altında hayretle irileşen menekşe bakışlarına odaklanarak soğuk bir şaşkınlıkla sordum.

"Sophie?"

Sophie kaşlarını çattı ve pis bir koku almış gibi yüzünü buruşturdu.

"B-burada ne işin var?" diye sordum, şaşkınlıkla kekeleyerek.

"Ne işim mi var?" dedi Sophie ve öfkeyle yere çömelip düşen kovayı aldı. "Anne ve babama yardımcı oluyorum. Tabii, sayende bu değerli şeyin hepsi ziyan oldu." Sophie yerdeki kumları eliyle toplayıp huysuzca tekrar kovaya doldurmaya başlamıştı.

"Rachel sen misin?" diye sordum, şaşkınlıktan bir milim dahi hareket edemeyerek. O an için Sophie'nin Rachel denen kızı öldürüp yerine geçmiş olması ihtimali ikisinin de aynı şahıs olma ihtimalinden daha mümkün görünüyordu.

"Rachel Sophie Orin." dedi Sophie ve sinir bozucu bir bakış attı. "Hiçbir zaman tam ismimi sorma nezaketini göstermediğin için bilmemen gayet anlaşılabilir bir şey."

"Nezaketten bahsediyorsak eğer, bu konuda benden daha çok eksiğin var." dedim, altta kalmayarak. Şaşkınlığı atmanın getirisiyle, biraz da söylediğim şeyi destekleyebilmek için yere eğildim ve ona yardım etmeye yeltendim. AK KUM'dan bir kısmı avuçlayıp kovaya dökeceğim sırada Sophie, onu kasten önümden çekti ve hızla ayakları üzerine doğruldu. "Neden buradasın?" diye sordu, çirkef bir tavırla kovaya sarılarak. Elimdeki kumu tekrar yere boşalttıktan sonra cevap vermek için doğruldum. Ancak Sophie buna fırsat vermeden devam etti.

"Ah, dur tahmin edeyim. Etmeyi unuttuğun birkaç hakaret daha kaldı, öyle değil mi?" Sesindeki kırgınlık ve öfke öyle somuttu ki tenime iğneler gibi batıyordu.

Gözlerimi kapadım, bu hissi görmezden gelmeye çalıştım ve içimdeki tüm bıkkınlığı bir nefesle dışarı bıraktıktan sonra cevapladım. "Dinle Sophie. Sana o gün, orada söylediğim hiçbir şeyden pişman değilim. Gerçekten bunları duyman gerekiyordu."

Sophie'nin yüzü şimdi öfkeyle epey gerilmişti. Onun daha fazla sinirlenmesine fırsat vermemek için devam ettim. "Ancak, bir konuda hata yaptığımı kabulleniyorum. Bunları arkadaşlarının önünde söylememem gerekirdi. Seni onların önünde rencide etmek istemezdim."

Sophie önce afallamış, sonra yüz kasları gevşeyerek ifadesi yumuşamıştı. Böyle bir şey söylememi beklemediği çok açıktı. İçimdeki isteği kaybetmeden önce son düşüncemi de dillendirdim. "Bu yüzden, senden özür diliyorum."

Sophie bir süre öylece kollarını kovaya sarmış bir şekilde bekledi, ne söylemesi gerektiğini bilmiyor gibiydi. Yüzünde Paisley'yi azarladığı zamanlarda takındığı ifade belirecek gibi oldu, ancak bunu saniyeler içerisinde yitirmeyi başardı. Bakışları donuklaştı ve duygusuzlaştı, sonra gözlerini kaçırdı ve boğuk bir sesle mırıldandı. "Her neyse, çok da umursamamıştım zaten."

Yalan söylediğini biliyordum ancak yine de üstelemedim. Sophie benimle daha fazla ilgilenerek vakit kaybetmek istemiyor olsa gerekti ki yeniden arkasını dönmüş ve masadaki işlemlerine devam etmeye başlamıştı.

"Şey," dedim, biraz yanına sokularak. Sophie beni umursamadan kovalardaki AK KUM'u inceliyordu. "-neden burada olduğumu sormuştun." diye devam ettim.

"Artık ilgilenmiyorum."

Sophie'nin kesin cevabı söyleyecek söz bırakmıyor olsa da kendimi açıklama yapmak zorunda hissediyordum. "Şey, Sonia... -Yani annen sana yardım edebileceğimi söylemişti."

Sophie, el çabukluğuyla AK KUM'u bir kovadan diğerine boşaltırken, "Gerek yok." diyerek kestirip attı. Hem sözlü olarak hem de beden diliyle beni orada istemediğini açıkça belirtiyordu. Fakat ne olduğunu kestiremesem de beni orada tutan bir şeyler vardı. Suçluluk duygusu muydu? Yoksa Sophie'yi incittiğim için hâlâ kendimi affetmemiş miydim?

"Özür diledim ya, daha ne yapmamı bekliyorsun?" dedim, farkında olmadığım sert bir tavırla. Her ne kadar Sophie'ye sitem eder gibi görünsem de aslında beni rahat bırakmayan vicdanımla konuşuyordum.

"Bir şey beklediğimi nereden çıkardın ki?" diye sordu Sophie, şimdi öfkeyle yüzüme bakıyordu. "Niye kendini bu kadar önemli görüyorsun? Üzgün olmamın seninle ilgisi olmak zorunda mı?"

Sophie söyleyene kadar üzgün olduğunun farkına bile varmadığım için afallamıştım. Öfkeli bakışlara sahipti evet, ancak şimdi menekşe rengi gözlerindeki ağlamaktan oluşan kızarıklığı, kırılganlığı ve acizliği fark ediyordum. Sophie bir şey için kederlenmişti ve söylediğine bakılırsa bu benimle ve onu rencide etmemle ilgili değildi. Karşımda duran bu kız, savunmasız biriydi. Hatta öyle savunmasızdı, gardını öyle indirmişti ki birileri bana Sophie'yi böyle görebileceğimi söylese asla inanmazdım. Şimdi işin can alıcı kısmına gelelim, bu beni ilgilendiriyor muydu? Sophie beni böyle terslerken, hatta kendimi önemli gördüğümü iddia ederek beni küçümserken üzüntüsünü benimle paylaşır mıydı? Üstelik ben oldum olası nefret ettiğim bu kızın canını sıkan şeye ne kadar ilgi duyuyordum? Onun derdini paylaşmaya gönüllü müydüm ki?

Herhalde değildim. Ve herhalde, sırf onun bu aciz görünümü bırakıp eski meşum karakterine dönmesini istediğim için kanına girmeye çalıştım.

"Hadi ama, unutmadığını biliyorum." dedim, kollarımı rahat bir tavırla önlüğümün ceplerine sokarken. "Ee, benden nasıl intikam almayı planlıyorsun? Hayatımın en büyük hatasının yaptığımı söylemiştin de."

"Bir şey planlamıyorum Reena. Şu anda sorunlarımdan en küçüğü sensin. Kendini bir şey sanma." dedi Sophie.

Cevap vermek yerine sadece acı bir şekilde gülümsedim, çünkü içinde bulunduğum durumun tuhaflığı komik geliyordu. Bana kendimi bir şey sandığımı söyleyen kişi nasıl Sophie olabiliyordu? Sophie'nin bencil yüzünü ortaya çıkarmaya çalışırken bu tuzağa kendim mi düşmüştüm?

"Sadece merak etmiştim." diyerek devam ettim, masadaki AK KUM dolu kovalardan birine uzanarak. "Ned-"

"Beni rahat bıraksana!" dedi Sophie, daha fazla dayanamayarak ve kovaya uzanan ellerimi iteledi. Git gide sesini yükseltip tizleştiriyor ancak bu öfkesini değil de, çaresizliğini gözler önüne seriyordu. "Hiçbir şeye karışma! Sadece git!"

"Sana bir şey yapmadım Sophie. Sadece-"

"BENİ YALNIZ BIRAK!" dedi Sophie ve laboratuvar gözlüğü hızla çıkarıp masanın üzerine fırlattı. Haşin yüzü, birkaç saniye içerisinde çatlayarak gözyaşları sızdırmaya başladı. Bardağı taşıran son nokta buymuş gibi bir anda sinirlerinin kontrolünü yitirmişti ve kederi, öfkesine galip gelmişti. Çabucak arkasını dönüp bedenini sık aralıklarla titreten bir ağlama nöbetine kapıldı. Destek almak için bir eliyle masadan tutunuyor olmasına rağmen bedeni git gide eğiliyor ve zemine yakınlaşıyordu. En sonunda dizlerinin üzerine yere çöktü ve iki büklüm bir hâl alarak ağlamaya devam etti.

Olanları şaşkınlıkla izliyor ve sadece izlemekle kalıyordum. İçimdeki 'bir şeyler yapma' dürtüsünü görmezden gelmekte zorlanıyordum, ancak ne yapabilirdim ki? Önümde sinir krizi geçiren birini nasıl sakinleştireceğimi bilmiyordum. Üstelik Sophie kafayı yemiş gibi görünüyordu. Onu böyle görmek, bana ilk uyandığım zamanları hatırlatmıştı. Misty'nin yanında kriz geçirdiğimde ben de böyle mi görünüyordum? Bu duruma nasıl tepki verilirdi ki?

Bilmiyordum, ancak vicdanım öylece durmamı kabullenmiyordu. Tedirgin bir şekilde yere eğilip Sophie'nin karşısına oturdum ve elimi sırtının üzerine yerleştirdim. Teselli etme konusunda beceriksiz olsam da belki varlığımı hissetmesi ağlamasını dindirebilirdi.

Bu, şaşırtıcı bir şekilde işe yaramıştı. Sophie belki desteğimden memnun kaldığı ya da belki de bana uyuz olduğu için ağlama nöbetini atlatıyordu. Hıçkırıkları sessizleşip yok olduğunda ellerini yüzünden çekmeyerek sırtını dikleştirdi. Yüzüne bakmamı istemiyordu ya da yüzüme bakmak istemiyordu. Sırtında duran kendi elimi çekip kucağımda duran diğer elimle birleştirdim ve Sophie'nin bir sonraki hamlesini beklemeye başladım. Hâlâ usulca ağlamakta olduğundan konuşabilecek kadar sakinleşmemişti. Aklını biraz olsun dağıtmam gerektiğini düşündüğüm için aklıma gelen ilk şeyden bahsetmeye başladım.

"Sana bir şey anlatayım Sophie." dedim ve gözlerimi kapatıp anılarımın canlanmasına izin verdim. "Annem harika turtalar yapardı. Herkes turtalarına bayılırdı ama onları en çok seven kişi Camden'dı. Şey, o benim en yakın arkadaşımdı... Aslında çok daha özel biriydi benim için. Her neyse, biz küçükken bir keresinde annem turta yapmıştı. Bazen yaptığı turtaları satıyordu, ek gelir sağlamak için... İşte bu turta da satılacaklardan biriydi ama kokusu pencereden süzülüp burnumuza ulaşınca Camden dayanamadı tabii ki. Beni de ikna etti ve turtayı kaçırmak için çok detaylı bir plan tasarladık. Mutfağa girerken yüzlerimize bere bile geçirdik. Gerçi, berelere gözlerimiz için delik açmadığımızdan epey zorlanmıştık." Bir süre kendi kendime güldükten sonra devam ettim. "Neyse, turtayı aşırmayı başardık ve onu Camdenlar'ın arka bahçesindeki ağaç eve götürdük. Berelerimizi ağaç evin penceresinden sallandırıp galibiyetimizi sergilerken turtayı gizlice yedik. Hatta o sırada Camden'ın dediği şeyi de hatırlıyorum. Şey demişti... -şey..."

Anının geri kalanını hatırlamak boğazımın düğümlenmesine sebep olunca duraksadım. Yutkunup bu düğümü gidermeye ve duygularımı kontrol altına almaya çalıştığım sırada Sophie'nin artık ağlamadığını ve ıslak, meraklı gözlerle beni izlediğini fark ettim.

"Ne dedi?" diye sordu Sophie, çatlak bir sesle.

"Büyüyünce seninle evleneceğim, o yüzden annen gibi turta yapmayı öğrenmen gerekiyor." dedim ve ağlamamak için dudaklarımı birbirlerine bastırarak acı bir şekilde gülümsedim.

Ben cevap vermeyeceğini düşünmeye başlamıştım ki Sophie, sonunda "...üzgünüm." dedi.

"Üzülme." dedim, omuzlarımı silkerek. "Ben yeterince üzülüyorum zaten. Hem, üzül diye anlatmamıştım... Bunun güzel bir anı olması gerekiyordu."

"Güzeldi." dedi Sophie, gözlerini önlüğünün kollarına kurularken.

İçten bir şekilde gülümseyerek cevap verdim. Sanırım tam o anda, ilk defa Sophie'den nefret etmiyordum. Bir şeyler farklıydı, karşımda oturan kız her zamanki Sophie değildi. Zayıflığını göstermekten çekinmeyen biriydi artık o ve bu, kendimi ona derdini paylaşabilecek kadar yakın hissetmeme sebep oluyordu. "Şey, biliyorum..." dedim sıkılgan bir tavırla. "Tercih edeceğin en son kişiyim belki de ama... Konuşmak ister misin?"

Sophie yüzüme uzunca bir süre baktı, sanki zihninde bana güvenip güvenemeyeceğini tartıyordu. Belki de bunun için uygun olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Büyük ihtimalle teklifimi reddedecekti, bakışlarında gizlenmiş o eski Sophie gün yüzüne çıkacaktı belki de. Ancak şaşıracağım bir şekilde bunlar olmadı ve Sophie usulca mırıldandı. "İsterim."

"Peki," dedim şaşkın bir gülümsemeyle. "-şey, neyin var?"

Sophie derin bir nefes aldı, gözlerini yumdu ve içindeki tüm sıkıntıyı bu nefesle birlikte havaya saçmış gibi gürültüyle soludu.

"Kimse anlamıyor." dedi ve sustu, gözlerini AK KUM kırıntılarıyla dolu zeminde gezdirirken gözleri yeniden doluyordu. Tekrar konuşmaya başladığında sözcükleri hıçkırıklarına takılıp yok oluyordu. "Canım öyle yanıyor ki... Bilmiyorlar... Anlatamıyorum çünkü...-anlatamazdım."

"Belki ben anlayabilirim." diye mırıldandım. Gerçi buna pek ihtimal vermiyordum, ancak içimden bir ses bunun söylenebilecek en iyi şey olduğunda diretmişti.

Sophie, ıslak ve kısa bir bakış attıktan sonra titreyen ellerini kucağında sabitledi.

"B-bili..-yorum." dedi, sözlerini aksatan hıçkırıklara rağmen. "Beni, yalnızca... se-senin anlaya..-yacağını..."

Ona suskunca baktım ve söylediği şeye anlamlandırmaya çalıştım. Neden Sophie, onu en iyi anlayabilecek kişi olduğumu düşünüyordu? Beni bu çıkarımı yapacak kadar iyi tanımıyordu ki. Beynimde hızla sıralanan sorulardan tek bir kelimeyi çekip çıkardım.

"Nasıl?"

Sophie önce durup yüzüme baktı; anne ve babasından aldığı güzel genleri yansıtan yüz hatları kederle bükülmüştü. Makyajına karışarak koyu bir renge bulanan gözyaşları yanaklarından boynuna uzanan izler bırakmıştı. Titreyen çenesi ve dudakları, söylemeye çalıştığı şeye fırsat vermiyor gibiydi. Bir süre hıçkırıklarıyla mücadele ettikten sonra galip gelmeyi başardı ve yutkunarak "Çünkü ben de..." dedi. İfadesi iyice karardığında hıçkırarak devam etti, "-bana, benimle evleneceğini söyleyen çocuğu kaybettim."

Bir anda kalbim ağırlaşmıştı sanki. Sophie yüzünü ellerine gömerek yeniden ağlamaya başladığında onu öylece izledim. Kollarımdan tırmanan uyuşukluk bana yapacak bir şey olmadığını ima etmiyor muydu zaten? Sevdiği adamı kaybeden bir kıza ne diyebilirdim? Sophie ile aynı kaderi paylaşan biri olarak bu durumda onu teselli etmenin imkânsız olduğunu biliyordum. Birileri size bu acının geçeceğini söylese bile geçmiyordu. Onu aptal yerine koyarak her şeyin iyi olacağını söyleyemezdim, her şey iyi olmayacaktı. En azından o anda, o vakitte hiçbir şey daha iyiye gitmeyecekti.

Mırıltıyla, "Kimdi?" diye sordum. Merak ettiğim için değil, söyleyecek bir şey bulamadığım için sormuştum bunu.

"B-biliyorsun ..." dedi, hıçkırıklarla. "Bildiğini biliyorum."

Kaşlarımı çatarak Sophie'ye bakarken söylediği şeyi anlamlandırmaya çalıştım. Böyle bir şeyi nasıl bilebilirdim ki? Benim medyum falan olduğumu mu zannediyordu? Gözlerimi yerdeki AK KUM tozlarında sabitledim ve düşünmeye başladım. Zihnimde dönmeye başlayan çarkların sesini neredeyse duyuyordum. Bildiğimi bilmediklerimden ayırıp verileri sıralamam gerekiyordu.

Sophie sevdiği adamı kaybettiğini söylüyordu. Bu, pek çok anlama gelebilirdi aslında: 1- Bu kişi Sophie'yi terk eden bir eski sevgiliydi. 2- Bu kişi hayatını yitirmişti. 3- Sophie gerçekten bu kişiyi kaybetmişti. Yani gerçekten, tıpkı bir eşyanın kaybolması gibi, kaybetmişti onu.

Sophie'nin böyle içten ağlamasına bakılırsa bu seçeneklerden sadece ikincisinin doğru olması mümkündü. Çünkü asla geri dönmesi mümkün olmayan birinin arkasından böyle derin bir yas tutabilirdiniz. Tabii, sevgilinize takıntı derecesinde bağlıysanız ve o sizi terk etmişse ya da sevdiğiniz kişiyi bir yerde, sözgelimi çıkışı olmayan bir labirentte, kaybetmişseniz ve ağır suçluluk duygusu hissediyorsanız yine bu şekilde ağlayabilirdiniz. Nedense bu ikisi olası gözükmüyordu, bu yüzden geriye kalan seçenek üzerinde odaklandım. Öyleyse, bu kişi hayatını yitirmişti ve işin tuhaf yanı şuydu ki Sophie bu kişiyi tanıyabileceğimi düşünüyordu.

Tam o anda aklımda bir isim belirdi, ancak bunun doğru olmasına imkân vermiyordum? Ne yani, Sophie'nin âşık olduğu ve hayatını yitirmiş bu çocuk, aynı zamanda Ocria'da öldüğünü bildiğim tek insan ve yeğenimin oğlu olan Chester Lincoln mıydı? Peki ama, bu nasıl mümkün olabilirdi?

Sophie'ye afallamış bir ifadeyle bakarak "C-chester'dan mı bahsediyorsun?" diye sordum. Onun ismini duyduğu anda bedeni sarsılarak tepki verdiği için cevap vermesine gerek kalmamıştı.

Şimdi konuşamayacak kadar çok ağlıyor, gözyaşları boğazında birikiyormuş gibi zor nefes alıyordu. Şaşkınlığı hâlâ üzerimden atmayı beceremediğim için hareketsizce duruyor ve onu boş bakışlarla izliyordum; her şey öyle gerçekdışıydı ki! Chester ve Sophie... Sophie ve Chester... Nasıl? Ama nasıl olabilir ki? Chester Lincoln ve Rachel Sophie Orin. Ne zamandır birbirlerini seviyorlardı acaba? Sophie gibi biri nasıl olur da başka birini böyle çok sevebilir? Dünyanın onun etrafında döndüğünü düşünmüyor mu? En azından bugüne kadar öyle zannediyordum. Aslında, şimdi hatırlıyorum. Paisley bir şeyler söylemişti. Ona göre Sophie sırf Chester'ı beğeniyor diye Misty'nin kendisiyle takılmasına izin vermiş. Aslında bu tam Sophie'nin yapacağı bir şey. Yine de, hiç gerçekçi gelmiyor. Yani, ne bileyim...

"O-nu çok seviyorum..." dedi Sophie, sesi yüreğinin en yaralı kısmından çıkmış gibi tiz ve kesikti. "Reena, onu ö-öyle çok seviyorum ki... -bu canımı acıtıyor."

İşte tam o anda, ilk defa Sophie'de kendime ait bir şey bulmuştum. Yanımda böyle acı çekerken onu itici yapan şeylerin bir önemi kalmamıştı. Sophie artık ruhunda, sevdiği adamı kaybeden bir kızın çaresizliğini barındırıyordu. Tıpkı benim gibi gönül yangınını gözyaşlarıyla söndürebileceğini düşünüyordu ve zavallı, kaybolmuş, yalnız biriydi o. Camden'ı yitirdiğimi öğrendiğimde ne hissettiysem şimdi o, bunu tecrübe ediyordu.

Kolumu omzuna dolayarak Sophie'ye yarı sarıldım. Sözlerin bir anlamı yoktu ne de olsa, sessizlik teselli barındırıyordu. Belki o acıyı yaşayan tek kişi olmadığını bilmek bile ruhunun yükünü hafifletebilirdi. Zaten benim de kelimelerle aram olmamıştı hiçbir zaman.

Bir süre öylece durduk, Sophie ağladı, ben ise yüreğimdeki sızıyla eşlik ettim ona. Hayatta başka hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi Botanik Araştırmaları Laboratuvarı'nın ortasında oturuyor ve kaybettiğimiz sevgililerimiz ardından yas tutuyorduk. Elimizden başka bir şey geldiği de yoktu.

"Bunu hak etmediler." diye mırıldandım, gözlerim öfkeyle dolduğunda. Bu sessizlik, gizlenmiş öfkemi su yüzüne çıkarmamı sağlamıştı. Annem, babam ve kardeşim benden ömürlerinin sonuna kadar ayrı kalmayı hak etmemişlerdi. Camden böyle bir acı yaşamayı, Chester hastalıkla bir mum gibi eriyip gitmeyi hak etmemişti. Ben, hayatımın çalınmasını hak etmemiştim. Bu düşünceler barındırdığım nefreti kabartıyordu. Tenimin ısındığını, içimde bir şeylerin kaynadığını hissederek mırıldandım. "Onlar Ocria kurbanları."

Sophie bir şey söylemedi, ancak yavaş yavaş ağlamayı kesmişti. Şimdi ıslak gözleri, donuk bakışlarla zeminde sabitlenmişti ve Sophie, söylediğim şey üzerine derin düşüncelere dalmış gibiydi.

"Biliyor musun?" diye sordu sonunda, ağlamaktan çatlamış sesiyle. Gözleri hâlâ zeminde, orada olmayan bir şeye bakıyordu. Belki Chester'ın yüzünü görüyordu, belki de anılarından birini canlandırıyordu mermerin üzerinde. Yüzü acı, biraz da öfkeli bir ifade alırken devam etti, "Bana tek kelime etmeden üçüncü bölgeye gittiğini duyduğumda çok üzülmüştüm." Elini zemindeki AK KUM'a batırdı ve ekledi. "Beni terk ettiğini sanmıştım... Öyle haber vermeden gidince..."

"Etmemişti." dedim usulca, ama Chester'ın neden ona haber vermediğini anladığımı belirtme gereği duymadım. Üçüncü bölgeye gitmeyip bir odaya kapatılmış olsa da Sophie'ye bunu söyleyemezdi. Biliyordum, çünkü ben de kanser olduğumu öğrendiğimde bunu Camden'dan elimden geldiğince saklamıştım. Ölümcül bir hastalığa yakalandığınızda bunu sevdiğiniz kişiye söylemekten daha zor bir şey yoktur. Sizinle gelecek hayal etmiş birine, "Beni planlarından çıkar." demek öyle güç bir şey ki! Tabii, Sophie'nin bunu anlamasını beklemiyordum.

"Biliyorum." dedi Sophie, yüzü tekrar kederle buruşurken. "H-hiç aklıma gelmemişti... -yani, hasta olabileceği..." Başını iki yana sallarken yeniden ağlamaya başlamıştı. "Benden ayrıldığını düşündüm, çünkü... Çünkü ben, hiçbir zaman... -cesur olamadım. O herkese söylemek istedi, b-ben susturdum... Aramızdakileri duyuramadım kimseye... Neden mi? Çünkü onlar birinci bölgenin daha kötü bir kesiminde yaşıyorlardı! Herkesin ne düşüneceğini öyle fazla umursamıştım ki! Ah keşke, keşke tüm dünyaya bağırsaydım! Kimsenin ne diyeceğini umursamadan haykırsaydım keşke! A-ama yapamadım Reena..."

"Bu senin suçun değil." dedim, zorlukla yutkunarak. "Yeteri kadar cesur olmadığın için yaşanmadı bunlar, biliyorsun."

"Bana hasta olduğunu bile söylemedi ama..." diye mırıldandı Sophie. "Ya... -ya gerçekten benden nefret ettiyse?"

"Seni ne kadar çok sevdiğini anlamıyor musun?" diye sordum, istemsizce öfkelenerek. "Sırf sen de acı çekme diye söylemedi sana. Göremiyor musun?"

"Bir şey f-fark etmedi ki!" dedi Sophie, hıçkırarak. "Şimdi canım çok yanıyor... Ö-yle fazla ki... N-nasıl, ne zaman geçecek bu?"

Sophie, yanağından diğer bir gözyaşı damlası süzülürken elini kalbinin üzerine yerleştirip gözlerini yumdu. Sonra cevabı olmayan o soruyu tekrarladı bir kez daha. "Nasıl geçiyor Reena?"

Kalbim, göğüs kafesimde sıkışırken en dürüst cevabı verdim. "Geçmiyor."

Çünkü sevdiklerini kaybetmek seni ömrünün sonuna kadar takip eden bir lanetten başka bir şey değil. Her gün biraz daha ölüyorsun, hem de yaşarken ölüyorsun. Ne acı geçiyor, ne gönlünün yangını sönüyor ne de o yara kapanıyor. Zihninin hayaletleri son nefesine kadar nefes çalıyor senden. Ölüyorsun işte.

Sophie, dürüstlüğümü takdir etmiş gibi acı acı gülümsedi. Sonra epeyce bir süre sustuk, zihnimizin gürültülerini dinledik. Sessizliğin fısıltılarına kulak verdik ve ikimizi bir araya getiren ortak acıyı sorgusuzca paylaştık.

"Şimdi ne yapacağız?" Sophie'nin sorusu sessizliği yarıp geçmişti.

Cevabını öyle uzun zamandı aradığım bir soruydu ki bu, bir süre duraksayıp düşünmek zorunda kaldım. Sanırım, artık ne yapılması gerektiğini biliyordum.

"Yaşamaya devam edeceğiz." dedim, kendimden emin bir şekilde.

Sophie, menekşe bakışlarını yüzüme çevirip ağır ağır tekrarladı. "Yaşamaya devam edeceğiz."


Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

317 115 8
Sayaç 10'dan geri saymaya başladı bizde tekrarlıyorduk. 10, 9, 8, 7, 6, 5... 4... 3... 2... 1... " Mutlu yıllar" dedik hep bir ağızdan ışıklar açıldı...
300K 23.5K 89
2020 WATTY SCIENCE FICTION KAZANANI! Sıcak onu kanatları arasına alana kadar, ölüm hep soğuktu. Aldığımız derece #1 in SciFi
204 97 12
güçten doğan bir savaş isteği ve arkadaşlıktan doğan bir aşk güçlülerin hayatta kaldığı dünyada savaş ve aşk ın duygusu bence sarar hikaye
90.5K 1.6K 152
Türkiye de ve Dünya üzerinde yaşanmış esrarengiz olaylar... Gizemi çözülemeyen sırlar. Büyüler, kehanetler. Ölümler...