SİYAH MELEK

By goldentickett

288K 13.8K 1K

Bir günahın gölgesinde yaşadığını düşünürken, aslında günahtan doğmuş olduğunu öğrenmek; varolduğun gerçeğini... More

Giriş
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
Geçiş Bölümü
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
12.Bölüm (Part1)
12.Bölüm (Part2)
13.Bölüm
14.Bölüm
15.Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23.Bölüm
24.Bölüm
25.Bölüm
26.Bölüm
27.Bölüm
28.Bölüm
29.Bölüm
30.Bölüm
31.Bölüm
32.Bölüm
33.Bölüm
Olmayacak Özel Bölüm
34.Bölüm
35.Bölüm
36.Bölüm
37.Bölüm
38.Bölüm

19.Bölüm

6.5K 298 54
By goldentickett

Söylediği kelimeler beni beynimden vurulmuşçasına afallatırken, vücudumu ateş sarmalamaya başlamıştı. Masadakilerin bakışları ateşimi daha bir körüklüyor, düştüğüm durumun verdiği utanç, söyleyeceğim sözleri dilimin ucuna kadar gelmesine rağmen boğazımda düğümlüyordu. Söylediği şeylerin üzerimde etki bıraktığını görmemesi için yutkunamıyordum. Salonda en ufak bir ses dahi yokken, ilk konuşan olmaya gönüllüymüş gibi kendimi masaya meze yapmayacaktım.

Sol el işaret parmağımın tırnağını, sandalyelerin başlığına sürterek yürümeye devam ettim. Bilerek adımlarımı seyrek tutuyordum. Benimle beraber kadının yüzüne küçümseyici bir gülümse yayılırken, saçlarını omuzundan geriye itekleyerek, Yamaner'in sağ koluna çift oldukları belli olmuyormuş gibi sıkı sıkıya sarıldı.

Kehribar gözlerini nispet yaparcasına Yamaner'in yüzüne odakladığında, bakışları buluştu. "Sevgilim, benim biçeceğim değere göre açılışı yapacak olman ne kadar gururumu okşasa da, bu işlerden anlamadığımda bir gerçek. Yanlış bir değerle, seni zarara uğratmak istemem. Ben değer verirsem, ucuza kapatırız." dediğinde, karşılık vermemek adına dilimi kanatırcasına ısırdım. Sürekli, 'Her

şey ailem için' diye tekrarlasam da sabrım taşmanın ötesine geçip sel olmuş, tüm duygularımda beraberinde akıntıya kapılmıştı.

Yamaner sevgilisinin dudağına küçük bir buse kondurup, tekrar salona döndüğünde "Sevgilim bu işi yapamayacağı için, yapabilecek yeni birini bulmalıyım." diyerek, bakışlarını etrafta dolaştırdı. Ben hariç, herkesin yüzüne bakıyordu. Gözleri bir yerde odaklanınca, masadaki herkes gözlerini takip ederek seçtiği kişiye baktı. Arkamı dönmezken, seçtiği kişinin kim olduğunu önemsemiyordum. Olduğum yerde kazık gibi durmuş, kimse sadece bir an önce konuşmasını bekliyordum. Vücudumda kaslar hareket etmeme yemini etmişçesine, felç olmuş gibi sadece bekliyordum...

"Ne dersin Cenk?" dediğinde, kaynar sular kafamdan aşağı dökülüyormuş gibi hissetmiştim. Her seçeneği düşünürken, Cenk olması... Anlatamadığım bir duygunun beni etkisi altına almasını sağlamıştı.

Ayaklarım bana hiç yardım etmezken, kendimden başka sımsıkıya tutunacağım hiçbir dayanağım yoktu. Hayatın acımasız yüzü işte buydu, şu an maruz kaldığım durum... Odaya adımımı attığımdan beri, bugünün hayatımda silinmeyecek izler bırakacağını, eşelemeye korktuğum duygularımı gün yüzüne çıkaracağını, içimde insanlara karşı barındırdığım bir kaç rengi de siyaha bulayacağını, başından hissetmiştim... Sadece kendimi tersine inandırmayı seçmiştim. Fransa da beni farklı şeylerin bekleyeceğini düşünmek, benim iyimser tarafımın aptallığıydı. Daha yeni tanıştığım bir insanı benimsediğim gerçeği ise, tanrının düştüğüm gafletten çıkmam için tanımış olduğu bir telafiydi. Ne bekliyordum ki, 1 haftadan az veya çok tanıdığım adamların, abileri yerine benden taraf olmasını mı?

İçimdeki yangından geriye kalan is, vücudumda her hücreyi siyahlığa bularken, keşke diyordum... Keşke böyle bir hayatı yaşamak yerine, hiç doğmamış olsaydım. Kabullenemesem de, sürekli hayatımda iyi bir şey olacağına dair umut besliyordum. Kendime anlam veremiyordum, niye sürekli yaşama halat atmaya çalışıyordum ki? Benim için biçilen şey buydu. Ben yelkensiz bir gemiydim, rotamı hayatımın gerçekleri çiziyordu. Neden kabullenemiyordum? Neden?

Bir gün her şey o kadar ağır gelmeye başlayacaktı ki o zaman, fırtınanın kalıntısı haline gelecek ve alabora olacaktım. İşte o an, ebedi istirahat ahımın huzurlu kollarına kendimi bırakacak ve bir daha, uyanmamak üzere orayı liman edinecektim.

Ayaklarımı yavaşça arkama döndürdüm, yüzüme çatışmalı ruh halimin bir parçasını bile yansıtmazken, sadece Yamaner'le Cenk'in olduğu yere baktım. Timuçin biraz gerisinde, her zamanki yüz ifadesine bürünmüştü. Onlara baktığımı hissetmişler gibi, ilk önce Timuçin bakışlarını bana çevirmişti. Yüzünün aksine gözleri buğuluydu, alnı anın verdiği gerginlikle kırışmıştı. Gözlerimiz buluştuğunda gözlerini kırpıştı, güçlü ol der gibi... Yüzümde buruk bir gülümse oluşurken bilmiyordu ki, güçlü olmasam şu anki rüzgârda karahindiba gibi uçuşur, oluşturduğum yapının bir kaç saniye içinde yok oluşunu izlerdim. Bende ona karşılık olarak gözlerimi kırpıştırırken, aramızdaki sessiz anlayışın gerçekliğini kanıtlayan, ilk temelleri atmıştık.

Yamaner'in sabırsız olduğunu belli eden homurtusu, Cenk'i tekrar gerçekliğin özüne döndürmüş ve bakışlarının bana kaymasına neden olmuştu. Konuşmadan önce, yutkunmasının etkisiyle yavaş yavaş boğazından aşağı inmişti ama tam soluk borusunun bitiminde, yumru şeklinde duraksamıştı. "Bu işte iyi olsan sesin abi." dediği sıra, Yamaner'in itiraz kabul etmeyen ve az önceki 'Ne dersin?' sorusunu, öylesine sorduğunu belli eden bir ses tonuyla "Bu bir rica değil..." Omuzlarını dikleştirirken, bir daha Cenk'in yüzüne bakmadan sevgilisinin yanına doğru yürümeye başladı. Bir yandan da sözlerine devam ederken, ağzından çıkan her kelimeden sualsiz bir itaatkârlık beklercesine sert bir vurgu vardı. "Bu bir emir." dediğinde Cenk ne diyeceğini bilemez bir şekilde, olduğu yerde dondu. Yamaner herkesin içinde, sesli uyarısını yapmıştı. Geriye onu almak ve yerine getirmek kalıyordu. Cenk'in ne yapacağını bilemez tavrı havalimanında söylediklerinin tekrar aklıma gelmesini sağlamıştı. 'Bu oyun tek taraflı, anla bunu.'

Yamaner için her şey tek taraflıydı, sonu gözükmeyen bir kabulleniş istiyordu. Bizi, boynuna tasma takılmış köpek gibi istediği yöne çekebilmeyi, eğittiği gibi itaatkârlık beslememizi bekliyordu. Bir yerde büyük bir yanılgıya kapılıyordu. Onun adamaları bu duruma istedikleri gibi ayak uydurup, itaatkârlık gösterebilirlerdi ama aynı tavırları benden bekliyorsa, ömrünün sonuna kadar beklemeye devam edecekti. Ben onun 'gel' deyince gel, 'git' deyince gideceği köpeği olmayacaktım! Sevgilisine değer göstere biliyorsa, adamlarına koyduğu sıfatın çatısı altında, aynı gösteriyi onlara da sergileyebilirdi. Bir gramcık duygu barındırıyorsa, bunu parçalara bölüp bir parçasından adamlarının da yararlanmasını sağlayabilirdi. İlla ilgi görmek için, birinin onun altına yatması gerekmiyordu!

Cenk'in sonunda pes ettiğini belli eden dik bakışları, tekrar bana odaklandığında beklenen zamanın geldiğini anlamıştım. Bakalım, bana sonunda biçtikleri değer ne olacaktı!

Dudakları kıpırdarken, dedikleri benim olduğum yere zor ulaşıyordu. Şu anda, çıt çıkmıyor olmasaydı Cenk'in dediğini duymak imkânsız derecede zordu. "400 Dolar." dediğinde Yamaner, dediklerinin ıncığını cıncığını irdelemek istercesine "Neye göre?" diye sordu.

Cenk'in cevabı, önceden çalışmışçasına kendinden emin çıkan sözleri az önce anın verdiği gerginliği bir köşeye bıraktığını ve abisinin tavrına ayak uydurması gerektiğini anladığının kanıtıydı. "Önceden hiç resmi olarak dövüşmediği için, elimizde bir kayıt yok. Böylelikle misafirlerimize sunabileceğimiz bir görüntüde olmadığından, bizim izlediğimiz kadarıyla değer vermekle yükümlüğüz. Hareketleri kendinden ödün vermeksizin olsa da, bir yerde sarsaklığı oluyor. Bugün ki rakip ile aynı kefeye koyarsak, onun için en yüksek değeri şu anda ben vermiş oluyorum. Eğer misafirlerimiz daha yüksek bir değer vermek isterse, verdikleri değeri boşa çıkarmamak adına en iyi gösterisini sergiler Abi." dediğinde, az önceki Cenk'i hiç tanımadığımı fark etmemle gerçekler üzerime binmişti.

Aslında tanımadığım Cenk, gerçek yüzünü gösterirken, ondan önceki bu işi yapmak istemeyen Cenk'in hangi kişiliğinin yansıması olduğunu anlamaya çalışıyordum. Hayat bana, her dönemeçte kimseye güvenmemem adına sunulmuş gerçeğin ta kendisi olduğunu kanıtlıyordu ama işte, insani duygular her zaman ferman dinlemiyordu.

Bakışlarımı ayaklarıma çevirdiğimde, yerimde titrediğimi fark etmiştim.

Gururumun bu kadar parçalara ayrılmasını, ayaklar altına alınmasını beklemiyordum. Bu işi kabul ederken, her şeyin mükemmel olmayacağını zaten biliyordum ama bu kadarı, benim için bile bir sınırdı. En son ayaklarım titrediğinde, yetimhanede herkesin içinde yediğim dayaktan dolayıydı. O zamanda bakışlarım ayaklarıma kaymış ve gözümden akmaması için direttiğim gözyaşlarımı içime akıtmıştım.

Masanın sahneye dönük tarafından gelen boğucu erkek sesi, tüm salona ateş gibi düşerken, dikkatimin geçmişten şimdiki zamana tekrar dönmesini sağlamıştı. Genç bir adam ayağa kalkarken, emin tavrını gözler önüne seriyor, gözleriyle tüm salona meydan okuyordu. "Ben 2000 dolar demek istiyorum. Bu bayana

bugün, en yüksek değeri ben vermek isterim Yamaner. Ne dersin? Tartışmaya açık mı?"

Yamaner'in yüzüne bakmasam da, ses tonundan buram buram yayılan öfkeyi uzaktan bile sezebiliyordum. "Bu bir açık arttırma değil, sende iyi biliyorsun Melih. O yüzden, en yüksek değere sattım gitti gibi bir şey söz konusu bile olamaz."

Adamın tavırları, Yamaner'in aksine keyifli olduğunu vurguluyordu. Yerinden kalkışı, sözleri gibi aniden olunca geriye doğru ittiği sandalyesi, sessiz salonda tiz bir ses bırakmıştı. Zeminde yankılan ayakkabı sesiyle, gözlerin kendisinin üzerinde olmasını umursamadan benim yanıma doğru geliyordu. Kafamı Yamaner'den tarafa döndürdüğüm sıra bakışlarının hedefinin adam olduğunu, tekrar sol tarafımda yaklaşmakta olan adama döndüğümde ise onunda bakışlarının hedefinin ben olduğunu anlamıştım. Tam ikisinin ortasında kalmış, neler döndüğünü anlamaya çalışıyordum.

"İlkeyi buradan çıkarın!" diyerek bağıran Yamaner sözünü bitirir bitirmez, Timuçin yanıma doğru ilerlemeye başladı. Kaşlarım neler olduğu çözümlemek istemce çatılınca, olduğum yerde Yamaner ve Melih'in arasında mekik dokuyordum.

Sabır gösterilerinin bu kadar olduğunu gösterirlerken, Timuçin kolunu omzuma koymuş kendiyle beraber yürümeye zorlamıştı. "Yürü Nehir, şu an karşı çıkmak hiçbirimiz için iyi olmaz." dediğinde sessiz mırıltısına ortak olarak, "Kolunu çekebilirsin, sorun çıkarmayacağım." dedim.

Sözlerime karşılık kolunu çektiğinde geldiğim kapının çıkışına doğru yürümeye devam ettim. Buranın havasından, getirdiği iğrenç ruh halinden kurtulmak için adımlarım hızlıydı. Yamaner'in yanından geçerken, kafasını bana çevirmesine rağmen kafamı döndürüp bakmadım. Kapının 2 kolunu da kavradığımda, var gücümle çekip kendimi yemek salonundan dışarı attım. O kadar insanın bakışlarının üzerimden çekilmesi, o anın verdiği gergin dakikalar, karaborsadan satılmaya çalışan mal gibi sunulmam, farkında olmasam bile güven duygusunun içimde yeşermeye başladığı bu adamlardan yediğim kazık... Bunların hiçbiri, aza indirgenecek şeyler değildi. Değerli olduğumu hiçbir zaman hissetmediğim gibi, hayatımda bu kadar değersiz olduğum da gözüme sokulmamıştı. Orada üzerine kumar oynanan fahişe gibi boy gösterilmiş, birde performansa göre geneleve satılacakmışçasına üzerime değer biçilmişti.

"Bekleyin." Kapının önünden gelen ses şu an itibariyle, makûs kaderimi daha bir çekilmez yapmaya başlamıştı. Üçümüzde duraksarken, ilk arkasını dönen kişi Timuçin olmuştu. O kızı ciddiye alıp, arkamı bile dönmeyecektim! Benim için süs bebeğinin canlı örneğiydi ve ben, yapma bebeklerden nefret ederdim. Allah bilir, Yamaner'in hayatında yer almak için ne tür şeyler yapıyordu. Bu bile benim için, beyinsiz olduğunun tescilli kanıtıydı. "Suite bende geliyorum." dediğinde avucumda sıkılı yumruğumu yüzüne geçirmek istemiştim. Saçlarına yapışmam bir kaç telini koparmaktan başka bir elde gelir getirmezdi ama kalıcı bir hasar, tüm öfkemi beraberinde alır ve götürürdü.

Ses tonunu sabit tutan Timuçin, "Önden buyurun." derken bir o kadarda saygılıydı. Cenk hiç konuşmamayı tercih ederken, bunların kastının sadece bana olduğunu biliyordum ama gözüme bu kadar sokmaları, bugünün getirdiği şeylerden sonra hiçte iyi olmamıştı. Birisi geldiğimden beri yaptığım her şeyi burnumdan getirmiş, diğeri sakin görünüşünün altında yatan canavarı gözler önüne sermişti! Onlar için paçavradan bir farkım yoktu, istedikleri gibi savurabilecekleri bir hiçtim! Saygı görmek için, saygıyı da geçtim; insan muamelesi görebilmek için ya önemli biri olman gerekiyordu. Ya da önemli birinin altına yatman...

Kollarımı göğsümde kavuşturdum, tek dayanağım yalnızlığıma tutundum. İkisinin kadının yanından yürümesini izlerken, bir adım geride kalmayı tercih etmiştim. Asansörlerin önünde, inip çıkan bir kaç kişiden sonra içeri girmiştim. Ayna tarafında geride durmaya özen gösterirken, sabit bir noktaya bakıyordum. Sürekli giren çıkan insanlar yüzünden bir kaç adım daha geriye kayarken, artık tamamen görünmezdim.

Asansör yavaş yavaş boşalırken, 25. katın ışığı yanmıştı. Aynaya yaslanmış dururken, Cenk'in bakışları arka tarafa kaymıştı. Orada olduğumdan emin olduktan sonra kafa işaretiyle inmemiz gerektiğini belli etti. Hiçbir tepki vermeden olduğum yerden kendimi ileriye doğru ittim. Kafamı önüme eğmiş, odaya gelene kadar kaldırmamıştım. Krem tonlarında bir kapının önünde durduğumuzda Cenk, cebinden çıkardığı kartı kapı koluna okuttu. Onlardan tarafla ilgilenmediğim için geri kalan her şey ile ilgilenmiştim. Gözlerim oda numarasına takılırken, sanki tek başıma bir yere çıkmam mümkünmüş gibi aklıma kazımıştım. 2303

Peşleri sıra odaya girdiğimde, bizi kocaman bir salon karşılarken, dikkatimi çeken tek şey perdesiz camın ardındaki balkon olmuştu. Bir ev büyüklüğündeki süit beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu, ben buraya başka emeller uğruna getirilmiştim.

Sefa sürmek bunların arasında bulunmuyordu. Hiçbirinin delici bakışlarını aldırmadan, balkon kapısını açtım. Kendimi güneşin batışının son demlerinin altında, serin havayı soluyarak dışarı attım. Vücudum ürperirken, kollarımı iki yana açıp gökyüzüne baktım. Silikleşmiş bulutlar beyaz rengi yitirirken, bugünde görevini yapmış gündüz, yerini geceye ve gecenin çocukları yıldızlara bırakıyordu. Yağmurdan sonra havadaki temiz toprak kokusunu içime çektiğimde, ciğerlerim açılıyor, sanki hiç nefes almamışım gibi göğsüm inip kalkıyordu.

İleriye bir adım daha attım, balkon korkuluğu da camdandı. Aşağıdaki her şeyi gözler önüne seriyor, hayatın karmaşıklığını bir kez daha gösteriyordu.

Korkuluktan tutunduğumda kendi kendimi sorguluyordum, acaba buradan atlasam en fazla ne kaybederim diye? Ya da en fazla ne kazanırım?

Sakat kalabilir, bir daha yürüyemeyebilir, ya da ölebilirdim... Benim için her nokta kabul görse de, ardımda bıraktığım insanları kendimle beraber ölüme iterdim. Aynı babamın bana yaptığı gibi, bende aynısını Mehmet amca ve Alaz'a yapardım. Bedellerimden kaçmak uğrana, günahlarımı üzerlerine yüklerdim...

Korkuluğa daha sert tutundum, kendimi öldürmemin bile açacağı sonuçları düşünürken, nasıl bir boşlukta olduğumu kavrayamıyordum. Kendime haykıramadığım gerçeklerimi bir bir içime akıtıyordum. Benim için sonu olmayan bu hayatın içinde sıkışmış ruhuma, zincirlerini kırması için yalvarıyordum. İkimizi de ebediyete özgür kılması için... Giden son umudumu da kaybetmenin verdiği hüznü boşaltana kadar bağırmak, birilerinin artık sesimi duymasını istiyordum. İçinde tıkalı kaldığım kafesin demirlerini çıplak ellerle parçalamak ve bunca zamandır gösteremediğim cesareti göstererek, ölümün uzattığı elleri sımsıkı kavrayıp benim için anlamını yitiren beyazlığın içinden çıkarmasını ve hayatımın hiçbir izini göremeyeceğim başka bir âleme götürmesine izin vermek istiyordum.

"Biraz daha eğilirsen, amacına ulaşacak gibisin." diyen ses düşünce silsilemi baltalarken, hiçbir şeyi barındırmayan bir ses tonuyla cevap verdim. Tamamen ifadesiz, bir o kadar da boş bir tınıyla... "Belki de hepimizin kurtuluşu olur. Ne dersin? Gereksiz varlığımın yok oluşu muhterem abini mutlu eder mi?"

Kollarımı korkuluğa yaslarken, rahat tavrımı bozmuyordum. İçimdeki yıkılmışlığın, içimde kalmasını sağlıyordum. Kimsenin bana acımasına ihtiyacım yoktu, güçsüz tarafımı görmeleri darbe indirmelerini daha da kolaylaştırırdı.

Her insanın kabullenemediği bir acizliği vardı ve bu zamanla, kendine bile itiraf edemediği sır haline dönüşüyordu. Ben her anımı o sırla, acizlikle yaşamak zorundaydım çünkü unutmama bir saniye bile izin vermiyorlardı. Her salisede ısıtıp ısıtıp tekrardan önüme seriyorlardı... "Tam tersi, senin varlığının yok oluşu hepimizin hayatını karalar. O yüzden, erken yaşta hiçbirimizin ölmesini istemiyorsun bir adım geri çekil." dediğinde, alay edercesine güldüm. "Söyler misin Timuçin? Ne zamandan beri kendin için, birileri için rica eder oldun? Unutma sen rica etmezsin, beni kolumdan tutar ve geriye çekersin. Davranışlarıma dikkat etmem için boğazımı sıkar, emredersin."

Yavaş adımlarla yanımdaki boş alana benim gibi yaslandı. Söylediklerime cevap verirken, dümdüz önüme bakıyordum. Kafasını benden yana çevirdiğinde, "Bak! İyi bir başlangıç yaptığımız söylenemez ama bu yeniden bir başlangıç yapamayacağımız anlamına gelmez. Ruh hali çabuk değişen bir insan olduğumdan..." dediğinde lafını keserek, mırıldandım. "Kısaca dengesizsin."

Kafasını bir oyana bir buyana sallarken, bir mırıltıyla dediklerimi hemen onaylamasına şaşırmıştım. "Öylede denebilir. Bak Nehir, ne kadar süre seninle beraberiz, ne kadar süre bizlerle kalacaksın hiçbirimiz bilmiyoruz. Ben abinin sağ kolu olduğum halde, bir kaç şeyden fazlasını bilmiyorum. Abi tam anlamıyla sır küpüdür. Olayı kendi içinde tasarlar, bize yapmaktan başka bir seçenek sunmaz. Bunları bana neden anlatıyorsun diye sorarsan; bugün ki olanları Cenk ve bende bilmiyor, beklemiyorduk. Abinin bu kadar ileriye gidebileceği, bizi de şaşırttı. Orada, geldiğinden beri ilk defa sana karşı empati kurdum ve yaşadıkların kaldırılacak şeyler değildi. İnsanlarla iyi iletişim kurduğum pek söylenemez ama başta yaptıklarım için kusura bakma. Bugün bir şeyi çok iyi anladım ki; bu iş sonlana kadar üçümüz birlikte olmaya mecburuz, mahkûmuz. O yüzden bazı şeyleri daha zorlaştırmak yerine, kolay yolu çözüm olarak kullanmaya karar verdim. En azından, bir şeyleri çekilebilir yapmak adına..."

Ona döndüğümde, gözlerinde dediklerini destekleyen parıltıları gördüm. Samimi duruyor, gerçekten bir şeyler adına üzgün olduğunu ifade etmeye çalıyor gibiydi. Davranışlarını analiz etmemin ne kadar doğru sonuç getireceği

bilinmezdi, onlar beni ne kadar tanıyorlarsa bende onları o kadar tanıyordum. Şu ana kadar çok iyi davranış sergiledikleri görülmemişti, normal olarak bu durum aklımı kurcalıyor ve gerisin geri bir soru bırakıyordu.

Şu vakitten sonra onlara güvenmem o kadarda kolay değildi, ben zaten insanlara güven duymayan birisiydim. Kime güvendiysem darbe yediğim, olmayacak şekilde güvenimin boşa çıkarıldığını kaç kere yaşadığımı hatırlayamıyordum bile... Sadece aklımın bir köşesinde, silik bir yapışkan not olarak kalmıştı. Üzerini Kırmızı kalemle çizdiğim tek cümle, yaşadığım onca olayı özetliyordu. Hiç kimseye güvenme!

"Neden şimdi Timuçin? Neden İstanbul da değil de şimdi?" dediğimde, cevabını duymak için beklentiyle gözlerinin içine bakıyordum.

Tamam, duygudaşlık kurduğunu söylemişti ama Timuçin gibi adamlar kendilerini bir bayanın yerine koyup, duygularını önemseyecek insanlar değildi. Hele de kendini benim yerime koymuş olması, babamın anlamsız samimiyeti kadar boş ve anlamsız geliyordu.

Derin bir solukta içine çektiği nefesi dışarıya bırakırken, ses tonu Timuçin'in hiçbir zaman görmediğim ve göremeyeceğim yumuşak tarafının göstergesiydi. Söyleyeceği şeyler onun için önemli olduğu belliydi, kimi düşünüyorsa onun hayatında değerli biri olsa gerekti. Yoksa sesinin bu kadar yumuşamasının, başka bir açıklaması olamazdı. "Çünkü yıllar önce, yaşadığının bir benzerini canımdan çok sevdiğim bir insanı kaydettiğimde yaşadım. Gözlerimin önünde, yapmadığı bir hatanın bedelini canı ile ödemesini izledim. Bedenine tutulu ruhunu, saniyeler için çekip koparışlarına şahit oldum ve elimden hiçbir şey gelmediği için orada, son nefesini verene kadar... Zavallılığımı izledim. Bugün olanlar tam aynısı olmasa bile, maziye gömdüğüm duygularımın gün yüzüne çıkmasına engellemedi. Şimdi anlıyor musun, neden şimdi olduğunu? Hepimizin pervasız tarafının altında, gömülü gerçekler yatıyor..."

Ilık rüzgar yüzümü okşarken, yüzüme gelen saçları kulağımın arkasına iliştirdim. Sorgulayıcı dik bakışlarım, yüzüne odaklıydı. Sertleşmiş çene kemiğim, çatılmış kaşlarımı desteklerce kıpırtısızdı. "Biliyor musun Timuçin? Hepiniz hatalısınız. Pervasız tarafınızı örtmek için fütursuz davranışlar sergiliyorsunuz. Bana ilk geldiğim zaman gösterdiğiniz üslup, tavırlar, hiçbiri doğru değildi. Benim ne yaşadığımı bilmeden, bir önyargıyla yaklaşmak... Sizin kalıbınızın adamlığına yakışmazdı. Kimsenin yaşadıkları kolay değil, sen geçmişte ne yaşadın bilmiyorum ama sana üzüldüğümü söylemeyeceğim.

Çünkü biliyorum ki, bu kelime sana kendine acındığını hissettirecek. Ve ben hayat da, kendimin hoşlanmadığı şeyleri asla karşı tarafa yapmam." dediğimde farkında olmadan duraklamıştım. Aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Kendimi labirentte kaybetmişim gibi, bir umut çıkış arıyordum. "Sizin yaptıklarınızı hiçbir zaman anlamadım ve anlayacağımı da sanmıyorum. Ama Timuçin, sana bir şeyin garantisini verebilirim. Sizin değiminizle bu oyun bittiğinde, hayatında kutsal saydığı şeyleri kaybeden sadece ben olmayacağım. Bu hayattan öğrendiğim tek şey var o da; pes etmeden önce son bir kez daha denemek olduğu..."

Sözüm bittiği an keskin bakışlarım, gözleri ile kontak kurmuştu. Bakışlarıma karşılık verirken her zamanki o, ifadesizim yüzüne çoktan bürünmüştü. Bir şey söyleyecek miydi bilmiyordum ama söyleyecekse bile balkon kapısının önünden gelen tiz kadın sesi, sessiz ortama yıldırım gibi düşmüştü. Sesi kulağımı doldurduğunda gözlerimi sesin sahibine döndürdüm. "Timuçin, bize biraz izin verir misin?"

Yamaner'in sevgilisi kapıyı Timuçin için açık tutarken, tek kaşını kaldırmış bekliyordu. Timuçin'in gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum ama kafamı ondan yana çevirmeden, çatık kaşlarım ile beraber alev alev yanan gözlerim, sadece tek bir kişiye odaklıydı.

Yanımdan yavaşça giden Timuçin, kapıyı tutmuş ve kıza son kez bakıp çıkmıştı. Kollarını önünde birleştirerek yanıma gelen Yamaner'in sevgilisi, bana tepeden bakıyormuş gibi gözleri de yüzü gibi alay derceydi. Ah keşke, bir de tepeden bakabilecek boyu olsaydı.

Beklemeden lafa daldı. "Adım Yalım. Bu ismi Yamaner'in yanında olduğun süre boyunca unutmamanı öneriyorum çünkü unutur ve başka beklentiler içine girersin, seve seve bir daha unutmamanı sağlarım." dediğinde dudaklarımdan kaçan kahkahayı engelleyememiştim. Gergin çenem yumuşarken, bütün günün sinirini atarcasına gülüyordum. Komikti, hem de çok komikti... "Bu ne hız? Daha dün 1, bugün 2." dedim kelimeleri ayırarak. Bana doğru bir adım attı. "Yamaner'in sana ilgi duyacağını düşündüğümden değil ama olur da seni bir kaç defa kullanırsa diye söylüyorum, farklı beklentiler içine girme. Bir bakmışsın, Yamaner için gelip geçici şeyler arasına çoktan girmişsin." diyerek, bir adım daha attı. "Onun yanında kalıcı tek şey benim. Bunu o aklına yaz, ona göre davran."

"Üzüleceğime dair uyardığın için çok sağ ol canım. Yine de hiç Yamaner'le beraber olmadım demem, aşkımı kalbime gömerim. Buna izin verdiğini bilseydim, önceden Yamaner'i tatma şansımı kaybetmezdim." dediğimde son söylediğim şey ağzımda metalik bir tat bırakmıştı. Kelimeleri her telaffuz edişimde, midem çalkalanmış, kusacak gibi olmuştum. Yamaner ve ben, birlikte olmak... Kelimenin tam anlamıyla saçmalıktı. Gözleri sinirden kararken, aramızdaki kısa mesafeyi kapattı ve elini koluma mengene gibi sardı. Kolumu sıktığı yere bakmadan, sıkmadan elimi kolumdaki bileğine sardım. Ona hiçbir şey kolumu sıkma hakkı vermiyordu. Yamaner'in sevgilisi olması umurumda bile değildi. Kendini üstün görerek, liseli kızları tehdit eder gibi gelip beni edemizdi.

"Bak! Yamaner'in sevgilisi olman, benim için bir anlam ifade etmiyor. Kendince beni tehlike olarak görüyor olabilirsin ama aklında kurduğun senaryoların, nedenlerin hiçbiri yaptığını benim gözümde mazur göstermiyor. Emin olabilirsin, farklı nedenlerden ötürü buradayım. Yamaner'i elinden almak ya da benzeri bir çaba içerisinde değilim. Senin gibi küçük sorunlar için uğraş vermiyorum, daha büyük dertlerim var. O yüzden ne sen uzat, ne ben. Eğer devam etmek istiyorum dersen..." ağzımı kulağına doğru yaklaştırdım ve fısıldayarak "Haberin olsun, tehlikeli sularda yüzüyorsun. Ben sana bunun uyarısını az önce ve ilk geldiğindeki sakin tavrımı göstererek yaptım ama illa benim sınırlarımda kulaç atmaya meraklıysan, o zaman boğulmaya da mahkûmsun." dedim.

Dediklerimden sonra yüzünde yavaşça bir gülümse yayıldı. Muzırca... Sonra gözlerime son bir kez bakıp, bakışlarını arkamın dönük olduğu kapıya odakladı ve bağırmaya başladı. "Sen ne yapmaya çalışıyorsun, Allah'ın cezası! Ben sadece seninle konuşmaya geldim. Bırak kolumu. Acıtıyorsun!" diyerek kolunu çekelemeye başladı. "Bir boksör olarak gücün sadece bana mı yetiyor? Bu mu senin anlayışın? Beni tehdit ederek, Yamaner'den uzak tutamazsın."

Bu kız ne yapmaya çalışıyordu?

Aniden arkadan biri serbest kolumu tutup beni kenara doğru itti. Ne olduğunu algılayamadığım için dengemi kaybetmiş, cam korkuluğuna doğru savrulmuştum. Kafamın cama çarpmasını engellemek adına gelişmiş reflekslerimi kullanarak, ellimle örttüm. Boşluğa düşen vücudumu, ellerimle durduramadığım için omuzumun üzerine düştüm. Sarsıntının etkisiyle omuriliğim sızılırken, kafamı bırakmış ve olduğum yerde yatar pozisyona

gelmiştim. Gözlerim kendiliğinden kapandığında, camın soğuğu yukarı doğru kıvrılmış bluzumun altında tenime işliyordu. Etrafımdaki sesler kulağıma cızıldarcasına acı veriyor, görüşümün bulanıklaşıp buğulanmasına neden oluyordu.

"Nehir, iyi misin?" diyen Timuçin'in sesini silik silik duysam da, cevap vermek adına ağzımı açamıyordum. Kuvvetli eller omuzumu kavradığında, yattığım yerden doğruldum ve sert bir şeye doğru yaslandım. "Cenk içerden su getir."

"Cenk, dur! Nehir'e hiçbir şey getirmiyorsun. Onu çoğu kez uyardım, şimdi uyarılarımı ciddiye almadığı için cezasını çekecek. Timuçin yerden kalk ve onu olduğu yerde bırak. Dövüşe kadar kendi toparlanacak." diyerek ne ara geldiği belirsiz Yamaner, sertçe konuştuğunda, kapalı gözlerimin ardında hafifçe gülümsedim. Her şey ne kadar da, geçmiş yıllarımı anımsatıyordu.

Tarih tekerrür ediyor, gömülü geçmişi tekrardan yaşamamı sağlıyordu. Gözlerimi zorla kırpıştırarak açtığım sıra, Timuçin'in göğsüne dayalı oturuyordum. Hafifçe yerimde kıpırdandım ve sadece Timuçin duymasını sağlayacak derece sesimi alçalttım. "Hadi kalk, iyiyim." dediğimde emin olamayarak yüzüme baktı. Ellerimi yere koyup kendimi sağa doğru ittim. Timuçin'in vücudundan uzaklaştığımda sırtımı ve kafamı korkuluğa dayadım. Gözlerim, Yamaner'i ve kollarında hüngür hüngür ağlayan sevgilisini bulduğunda dudağımın kenarı kıvrılmıştı.

Kendini akıllı sanan tilkiden başka bir şey olmayan sevgilisi, aklınca bana oyun oynamıştı. Ben arkamı görmediğim için Yamaner'in gelişini bahane etmiş, ortada bir rekabet olmadığı halde yenilgiyi kabul etmiyorum der gibi olduğumuz konumu koza çevirmişti. Ellimin birinin kolunda mengene gibi sarılı olmasını bahane ederek, saniye içinde plan kurmuştu. Sanki Yamaner'den uzak durması için tehdit ediyormuşum gibi, beni düşürdüğü şu iğrenç durumdan dolayı, az önce boksörlüğüm ile ilgili ettiği lafları bir bir yedirerek bilinci gidene kadar tekmelemek istememe neden olmuştu.

Hıçkırıklarının ardını söyledikleri doldururken, kesik kesik konuşmaya başladı. "B...ben bir şey yapmadım, Y...Yamaner. Sadece dostça d...davranmaya çalışıyordum ama beni t...tehdit etti. Senden u...uzak durmam için."

Dediklerine daha fazla dayanamadım ve gülmeye başladım. Bugün ne kadar güldüğümü önemsemeden, gülüyordum. Söylediğini her şey saçmalıktan ibaretti. Hayatıma dâhil olduğundan beri Yamaner'in yaptıkları sır değildi. Eğer

bu saçmalığa inanırlarsa, gerçekten sorunları olduğuna kanaat getirirdim. Kim hayatını berbat etmek adına adamış bir insana karşı sevgi veya aşk besleyebilirdi ki?

"Abi." diyen Cenk'i elliyle durduran Yamaner kimseye söz hakkı tanımadan bana bakarak konuşmaya başladı. Sözleri aşağılayıcı, bir o kadarda alaycıydı. "Demek bu hırçın tavırlarının altında yatan bir şeyler vardı. Ne kadarda umutsuz vakasın Nehir. Sana karşılık vererek, ya da seninle birlikte olarak mı yaptıklarımın önüne geçecektin? Bir taşla iki kuş misali. Daha o kuş beyninle, benim arkamdan bir şeyler çevirmemen gerektiğini kavrayamamışsın. Bunun bir dahaki seferi olmayacak, sana tanıdığım tüm hakları boşa harcadın. Ve bedelini ödeyeceksin." Gözlerini kıstı, kelimeleri kılıç kadar keskindi. "Bedeller Nehir, bedeller... Ağırdır." dediğinde, sakinliğimin öne çıktığı sükûnetimle birazcık doğrularak Yamaner'in gözlerinin içine baktım. "Benimle böyle konuşamazsın. Seninle ilgili ne bir planım var, ne de bir çabam. Ben seni sevmeyeceğim! Ben sana âşık olmayacağım! Gerçekleri kendine göre uyarlamayı kesersen, gereksiz hareketler içine de girmezsin sevgilin gibi..." Herkes bir an yaptığı şeyi bırakmış gibi, ortamı bir sessizlik kapladı. Timuçin'le Cenk bakışmışlar, sonra tekrar bana dönmüşlerdi. Olayları daha bir karmaşık hale sokarken, öfke kontrolümü ilk defa kontrol edebilmiştim. Yamaner bana bir şey demeden kolundaki sevgilisini sararak, çocuklara döndü. "Yardım etmeyeceksiniz, kendi toparlanacak. Dövüşe de sizinle beraber değil, benimle gelen diğer grupla gidecek. Gitme vakti gelene kadar bu balkondan çıkmayacak. Anlaşıldı mı?" diyerek bir Cenk'in bir Timuçin'in yüzüne baktı. İkisi de kafasıyla onaylayınca "Güzel." diye mırıldandı ve sevgilisiyle balkondan çıktı.

Arkasında bıraktığı enkazı önemsemeden, her zaman ki Yamaner kimliğine bürünmüş ve çıkmıştı...

***

Araba son sürat yoluna devam ederken, arka koltukta tanımadığım iki adamın ortasında oturuyordum. Kollarımı önümde birleştirmiş, bu geceki büyük dövüşe götürülüyordum. Paris'in gece ışıklandırmaları altında, dövüş mekânına bir tık daha yaklaşıyordum. Bu akşam gördüklerimi, duyduklarımı bile hazmetme zamanım olmadan, o kadar insanın benim dövüşüm için geldiğini bilmek, içimde bir yerlerde vücudumun akışını terse çeviriyordu. Onca adamın beklentili bakışları, eşlerinin küçümser bakışlarıyla harmanlanmış bir şekilde en uç sinirlerime dokunuyordu. Yamaner'in şu ana kadar ki göstermediği yüzü, yeni

kimliğimin, kişiliğimin verdiği her şey ile gözlerimin önünden gitmiyordu. Herkesin içinde beni malıymış gibi tanıtması, satılığa çıkarılan eşya gibi pazarlamaya çalışması, parmaklarımın ucuna kadar öfkelenmeme, kendimle ile beraber her şeyi yerli bir etmeme bir adım daha yaklaştırıyordu. O anlarda sabır kelimesi benim için yeryüzünde anlamını yitirmiş, yeni kelime türetilmediği sürece bir daha var olmayacakmışçasına silinmişti. İnsanlar için kelimelerin kifayetsiz kaldığı dakikalar, benim için bir daha anlamını kazanmamak üzere uzay boşluğunun sonsuzluğuna gömülmüştü.

Arabanın ani freni, boş yolda yankılanmıştı. Dövüş mekânına geldiğimizi anlamıştım. Yanımdaki adamların ardından aşağı indiğimde, önümdeki kocaman binaya bakıyordum. Etraf çok sessiz, korumalı bir binanın önündeydik. Adamlar yürümeye başladığında bende onları takip ettim. Kapının önündeki iki görevli ile konuştuktan sonra kahverengi kapıların kilitleri açılmıştı. Bize acele etmemizi belli edercesine sesli homurtu çıkarıyorlardı. Biz içeri girer girmez, kapılar ardına kadar açıldığı gibi o hızla tekrar kapatılmıştı.

İçerinin ışıklandırması olmadığı için karanlığın ortasında, nerede olduğumu, nereye bakacağımı bilmeden dikiliyordum. Ellerimi önümde bir şeye çarpmayı engellemek adına sağa sola salladım.

Bir sesten sonra açılan lambaların ardında, bir kaç saniye gözlerimin ışığa alışmasını bekledikten sonra etrafıma bakındım. Tepesi yuvarlak ve dört bir yanı çatıdan aşağı kadar kitap raflarının arasında etrafıma bakındım. Önümde dize dize oturmak için sıralar, her aralıkta tepeden inen direkler vardı. Tepenin tam ortası camdandı ve onun küçük boşluğunda oluşan çemberlerin arasındaki her 5 cm boşlukta, yuvarlak camlarla kaplıydı. Tavanın hafif çatlakları, rengi kır beyaza dönmüş duvarlardan eski bir yer olduğu anlaşılıyordu.

Kütüphanedeydik.

Bir kütüphanede olduğumuz gerçeğini, kendime inandırmaya çalışıyordum. Etrafta bir tane insan bulunmayan, binlerce hatta on binlerce kitabın arasında ne halt yemeye geldiğimizi anlamaya çalışıyordum.

Sorgularca adama döndüğüm sıra, yürümemi işaret etti. Daha fazla dayanamayarak "Buraya ne halt yemeye geldik? Topluca kitap okuyup, sizin olmayan medeniyetinizi kazanmanızı mı sağlayacağız?" dediğimde son söylediğimin bende mantıksız olduğunu biliyordum ama buraya mantık adına başka bir şey dayatamıyordum.

Adam dalga geçerek cevap verirken, "Hayır küçük Einstein, kitap okumayacağız. Burada senin dövüşünü izleyeceğiz." dediğinde anlamayarak "Efendim?" dedim.

"Anlamayacak bir şey yok. Bugün, burada, yer altında, dövüşeceksin. Daha anlamadıysan, heceleme mi ister misin?"

Dalga geçerek sorduğu soruyu es geçerek, bir hışımla konuşmaya başladım. Sesim merakın, bilinmezliğin getirdiği dürtülerden dolayı biraz yüksek çıkıyordu. "Siz manyak mısınız? Kendinize bir saygınız yok, neden olana saygı duymayarak kütüphaneyi pis amellerinize alet ediyorsunuz?"

Adam adımlarını durdurmadan, hafifçe arkasına döndü. "Bu da abinin garip zevklerinden birisi. Abi burayı kapatmak için, bir servet ödedi. O yüzden çok konuşmada yürü, saatimiz kısıtlı." dediğinde yorum yapmadım.

Niye çenemi boşa yoruyordum ki? Cahil bir insana söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Ben konuşurdum, onlar yine bildiklerini okurlardı. En iyisi çenemi daha fazla yormayıp, önümde her nasıl bir maç varsa ona odaklanmaktı.

Yuvarlık duvarların önündeki kitaplıkta duraksadı. Elliyle sırayı sayarken, hareketini doğru yapmaya özen gösteriyordu. Üstten 6, alttan 3'üncü sırada durdu ve bir kitabı çekti. Çekmesi ile kitaplık kenara kayarak açılmaya başladı ve arkasındaki gizli bir tüneli ortaya çıkarıyordu. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmamak için susarken, adam kendi kendine mırıldanıyordu. "Henri Labrouste da akıllı adammış. Kimin aklına gelirdi kitaplığın arkasında gizli bir bölme yapmak?" diyerek içeri girdi. Tabii bende ardından...

Merdivenin kenarlarındaki meşaleler kendiliğinden yanarken, taş merdivenlerden aşağı inmeye başladık. İndikçe yuvarlak dönüyor, yukarıyı ardımızda bırakıyorduk. Adamın adımları duraksayınca önünde durduğu tahta kapının demirliğini yukarı doğru çektiğinde, ayağa kalkan tozdan dolayı öksürdüm. Kapı ardına kadar açıldığında, gecenin tüm gerçekliğini kanıtlarca kendini gözler önüne sermişti.

---

Merhaba millet!

Değişik, az buz içime sinen bir bölüm ile karşınızdayım. Hiç okumadan paylaşıyorum, yanlışlar varsada üzgünüm...

Şimdik, bir şey söyleyeceğim.

Bibliotheque Nationale De France, gerçekte olan bir kütüphanedir. Dünyadaki 10 büyük kütüphaneden 7.si olmakla kalmayıp, birçok eski ciltli kitapları içinde barındıran, Henri Labrouste'in 1868'te mimarisini kendisinin yaptığı dünya eserlerinden biridir.

İçindeki bölme tarafı, yer altı geçiti dahil olmak üzere olan bölümler benim hayal gücümün ürünüdür. Bu konuda hiçbir bilgim yok. Sadece herkesin bildiği yüzeysel kısımlar hakkında bilgi sahibiyim. Eğer gizli bir bölme varsada, bunuda ben ortaya çıkarmış gibi farz edelim.

Elif.

Continue Reading

You'll Also Like

3.6M 225K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...
164K 15.8K 35
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...
Kayıp Parça By Rabikce

General Fiction

54.4K 4.4K 11
Balım. Kalabalık bir ailenin en küçük üyesiydi. Babasının göz bebeği, abilerinin prensesi. Ancak annesinin hataları yüzünden hayatı bir anda değişti...
DİLVAN By Helin

General Fiction

3.9M 191K 57
Tek davası okumak olan Avin Mirşad. Bin derdin dermanı olan Maran Mirşad. "Mardin şahidim Maran yüreğimin güneşisin. Dışımı aydınlatırken yüreğimi...