Red Targaryen ☾ Daemon Targar...

By larathecult

59.5K 5K 11K

Kral Viserys I. tarafından küçük yaşta himaye altına alınan ve Rhaenyra Targaryen'in gözünde bir abla gibi bü... More

the targaryen | daemon return
the targaryen | tournament and death
the targaryen | night visitor
the targaryen | her mother's twin
the targaryen | lady and dragon
the targaryen | pleasure house
the targaryen | king's heir
the targaryen | broken mirror
the targaryen | dragon's egg
the targaryen | betrayal of a friend
the targaryen | a candle for trust
the targaryen | red lady at dusk
the targaryen | wedding night
the targaryen | knight's kiss
the targaryen | white fallow deer
the targaryen | came from across the sea
the targaryen | a victory and a lover
the targaryen | he comes at night
the targaryen | bloody wedding
the targaryen | second birth ritual
the targaryen | emotions are more important than memories
the targaryen | anyone who hurt her must be punished
the targaryen | blood of my blood
the targaryen | night devour riders, not dragons
the targaryen | king's daughters
the targaryen | reason for slander
the targaryen | first of her name
the targaryen | driftmark visit
the targaryen | forbidden lovers meet at midnight
the targaryen | dragon's wings unfold
the targaryen | at home, away from home
the targaryen | only ravens rule the shadows
the targaryen | darkness gives birth to the dragon
the targaryen | in the arms of the lilac garden and ashes of a friend
the targaryen | d(a)emon's bride
the targaryen | from a strong blood
the targaryen | raven's eyes are not considered legitimate
the targaryen | the dragon behind storm clouds
the targaryen | every night has a morning
the targaryen | living hearts and dead lovers
the targaryen | at every sunset a new dragon rises
the targaryen | blood determines the ruler
the targaryen | real enemy is always in sight
the targaryen | burn the witch
the targaryen | our house is dragonstone
the targaryen | the queen doesn't like bastards
the targaryen | princess and her knight
the targaryen | when a rider dies, a new one is born
the targaryen | lord of the harrenhal
the targaryen | wolfs and dragons
the targaryen | the knight and the groom
the targaryen | swear for the second time
the targaryen | witch's son
the targaryen | guests of the riverlands
the targaryen | dornish princess
the targaryen | desires and obligations
the targaryen | marriage is a duty
the targaryen | calm before the storm
the targaryen | true owners of the red keep
the targaryen | maegor's holdfast
the targaryen | time changes but someone always stay the same
the targaryen | mercy of the old gods
the targaryen | breaking point
the targaryen | witch of the forest
the targaryen | green council
the targaryen | black queen(s)
the targaryen | messenger of aegon the usurper
the targaryen | disappointing sons
the targaryen | the north remembers
the targaryen | downfall
the targaryen | mothers always avenge their children
the targaryen | blood of the golden prince
the targaryen | dark sister's soul
the targaryen | blood and cheese
the targaryen | a boy comes, a boy goes
the targaryen | pawn forward one square
the targaryen | the queen who never was
the targaryen | heirs and dragonseeds
the targaryen | a duel in the stranger's name

the targaryen | black honeyholt

412 37 257
By larathecult

Rhoynar kültürüne sahip güneyli çöl adamlarının meşhur bir sözü vardır;

Ateş gökten geldiğinde toprağa sığınır, kanı bulamasın diye gölge oluruz. Ama yanan toprak ise, sönsün diye kanımızı akıtır ve ateşi sularız.

Dorne toprakları, diyarda alevlenen iç savaşın odağında değildi fakat mühim bir piyondu. Beklenmedik bir güç, tek taraflı bir kuvvet ve siyahların güneyi ateş ve kana bulaması adına gereklilik duyulan değerli bir müttefikti.

Bazıları için düşmanlıklar sonsuzdu.

Dökülen kan, soğumayan bir ateşti.

Ejderhalara diz çökmeyen tek toprak parçası olan Dorne, yalnızca kral için sorun olmamıştı hiçbir zaman. Diyar, orayı bir kâbus olarak görürdü. Tarih onları haklı çıkartacak olaylarla dolu, sınırdaki haneler onlara karşı nefret duyma hakkını edindikleri sayısız acı ve hikâyeye sahipti. Fakat suçlu olanı düşünmek bir yanıt vermiyordu. Yedi Krallık'ın asla tam olarak yedi bölgeyi kapsamamasını sağlayan Dorne evleri suçlu oldukları olaylara karşı, mağdur sayıldıkları olaylarında kahramanıydı bir bakıma. Bilinen tek şey ise, gerçek kötünün kim olduğunun bilinmemesi idi.

Boyun eğmemek bir suç muydu?

Eğer öyleyse, Dorne toprakları diyarın en azılı suçluları sayılırdı.

Rhoynarlı Prenses Nymeria'nın kadim soyundan gelen Martell hanesi, suçlu ilan edilmekten bıkmış değildi ancak saygınlık istiyordu. Onca güce ve asil soylarına rağmen, diyarın kalanı için aşağı düşman olmaktan ziyade onları ele geçirmiş maskeli bir dost olmakla ilgileniyorlardı. Prens Qoren Martell'i Kızıl Prenses ile müttefik olmaya iten ikinci sebep buydu, saygınlık. Sebebin ilki ise kadının kendisiydi. Aklı zekice çalışan her adamın Mhyris Targaryen ile ortaklık etmesinin gerektiğine dair gerçek bir kanıya varan Dorne Prensi, üstadlarına, bu anlaşmalarının ateş ve kum yemini ismiyle tarih kitaplarına kaydedilmesini emretmişti.

İsmin mimarları, kızı ve damadı idi.

Tüm diyarı hayrete düşüren evliliğin yankıları, Westeros'u savaştan sonra en çok meşgul eden husustu. Martell hanesinin siyahları tercih etmesi hem endişe vericiydi, hem de lordlar epey şaşırmıştı. Ejderhanın büyük düşmanı bu savaşı sadece seyreder sanmışlardı ama Prens Qoren Martell seyretmekle ilgilenmediğini, vâris kızı Aliandra'yı bir ejderha lorduna gelin vererek çok açıkça duyurmuştu. Dul Kraliçe adına ahlâksız bir iddia ortaya atmış ve Kral Aegon için Demir Taht'daki çocuk diye bir tabir kullanmıştı. Dorne Prensi bir mesaj yollamışsa diyara, düşmanların bile kulakları açılırdı. Şimdi, herkesin dilinde Dorne vardı.

Siyah sancak tutan çöl adamları.

Kötü ve daha kötü yönüyle.

Sadece kötü olan, Dorne'un siyahlar adına savaşa girmiş olmasıydı ve en yakın komşu haneler diken üstünde bekliyorlarlardı. En kötü düşünceleri ise; Siyah Kraliçe bu savaşı kazanacak olursa, Martell hanesi başkente ayak basmaya cesaret bulabilirdi. Bu fikir yeşil taraftaki herkesi kamçılıyordu. Artık sadece bir taht meselesi değildi, Dorne'lu düşmanları kabul etmemek için verilecek bir savaşa tutuşmaktan kaçamazlardı. Galip olmak herkesin hayaliydi. Ancak gerçek zaferler bir korkuyla değil, kazanmayı bilenlerin güçlü tutkularıyla gelirdi savaşçılara.

Ateş ile kum da kavurucu bir tutkuyla doluydu. Ve zafer, onları seven su idi.

Güneş Mızrak'ın üzerine kavurucu bir güneş ışığı vuruyordu. Çölde uyuyan Cannibal'ın nefesi miydi nedeni yoksa gün mü tanrılardan armağan sıcaklık ile ödüllendirilmişti, bilmiyorlardı. Ne gölge köşeler sığınacak bir limandı, ne de kendisini derelere atan çocukların serinleyebildiği vardı. Soğuk şaraplar ve meyve kaseleri, Martell hanesinin evine oradan oraya taşınıyordu. İnce elbiseler giyinmiş kadınlar havuzların başında oturuyor ve serinlemek adına ayaklarını suya sokuyorlardı. Gülüşen sesleri ahenkle kalenin bahçelerinden duyuluyor; misafir askerler köşelerde durmuşlar, esmer kızları izliyorlardı.

Kale oldukça kalabalıktı.

Dorne bölgesindeki tüm hanelerden gelen askerler, lordlar ve vekillerin bayrakları Güneş Mızrak'ın çiçekler ve egzotik meyvelerle dolu kocaman bahçelerinde dalgalanıyordu. Dayne hanesine mensup iki şövalye bahçede gezerken havuz kenarındaki kızların gülüşmeleri artıyor, suratsız bir Wyl askeri ağaç gölgesinde şarap içiyor ve Allyrion yaverleri atları zapt etmeye uğraşırken, Fowler yaverleri için alay konusu oluyorlardı.

Hanelerin bu ziyareti, bizzat Prens Qoren Martell'in ricasıyla olmuştu. Taht kavgasını yakından takip eden güneyli yöneticiler, Güneş Mızrak'ın prensi onlara ağız sulandırıcı önerisi ile gidince yola düşmüşlerdi ve olası savaş için gereken tüm hazırlıkların yapılması için resmi bir antlaşmaya ihtiyaçları vardı. Dayne hanesi gibi bazıları bu fırsata epey hevesliydi ve Eski Şehir'e saldırı fikri için orduları hazır tutuyorlardı. Bazı hanelerin ise tereddütten ziyade önyargıları vardı, bir ejderha lordunu evine aldığı ve kızını evlendirdiği için Prens Qoren Martell ile zıtlaşan Manwoody hanesi gibi. Ejderhalara karşı düşmanlıkları kolay kolay geçecek türden değildi ve çölde, tıpkı Balerion'a benzeyen kara bir ejderha olduğunu görmek de eski kafalı yöneticileri kuşkulandırıyordı. Qoren Martell onları bu nedenle tek çatı altına toplayıp damadı Daerys ile tanıştırmak istemişti.

Güneş Mızrak'ın konsey odası, konuk hanelerin yöneticileri ve vekilleri ile doluydu o gün. Tartışma hâlindelerdi. Düşmanımız için mi savaşacağız? diye soranlar ile Konseyde bir koltuğumuz olursa gücümüz tüm diyara kanıtlanır diyenler masayı yumruklamaya daha Martell Prensi gelmeden başlamışlar, ikramlarını küfür eden ağızlarına bir bir tıkıştırıp yemeye devam etmişler, öfkeyle solurken şarap içmişlerdi. Ve Prens Qoren Martell salona girdiğinde bozuk ağızları yeniden açılmıştı. Fikir konusunda zıt düşen iki vekil kavgaya tutuşunca, muhafızlar araya girdiler. Konsey odasının bulunduğu koridora yetişkin adamların tartışma sesleri ve Dorne Prensi'nin onları yatıştırmakla uğraştığı sözlerin ciddiyeti taşıyordu.

Haydut Prens'in oğlunu soruyorlardı.

Çöl adamları, onu görmek istiyordu.

Lakin Daerys Targaryen'i asıl görmek ve onu yanından ayırmamak isteyen kişi, güzel karısı Aliandra Martell idi.

Uzun zamandır ayrı kaldığı aşkı geri döneli günler geçmiş olsa da Prenses Aliandra Martell, gümüş prensine asla doyamıyordu. Güneş Mızrak'tan tüm limanı seyredebildiği yüksek kattaki odasındalardı hâlâ. Gün ışığı çoktan doğmuşken ve konsey odasındaki bir avuç yönetici beklerken, Prens Daerys Targaryen karısından izin almak için tüm kışkırtmalara göğüs germek gibi bir mecburiyetten yana dertliydi.

"Tek yeteneğimin seni mutlu etmek olduğunu sanacaklar, Aliandra."

Altında saklandıkları turuncu örtüyü kaldıran Aliandra'nın çıplak gövdesi, Daerys'in göğsünden destek alarak doğruldu. "Daha önemli bir görevin mi var?" diye sordu, sahte şüphesiyle. Dağılmış saçları ahenkle omuzlarına, göğüslerine ve sırtına dökülüyordu Buğday teni, turuncu örtünün içinde bir çeşit altın gibi güneşi karşılıyordu.

"İkinci önemli görevimi de düşünmek zorundayız."

"O görevinden hoşlanmıyorum."

"Senden endişe etmemeni istemiştim, sevgilim." dedi Daerys. Ellerini yukarı kaldırıp karısının yüzüne dokundu ve Aliandra'nın nemli dudakları yavaşça prensin avucunu öptü. Parmaklarını genç prensesin saçlarından geçirdiği her vakit, Daerys, Aliandra'nın sıcak ve kavurucu renklerinin arasında ne kadar solgun durduğunu fark eder ve gülümserdi. Aliandra güzel gözleriyle baktığında, Daerys yine gülümsemişti.

"Nasıl endişe etmeyeyim? Kılıçların önüne atlamak gibi bir merakın var, Daerys."

"Beni senden başka kimse öldüremez. İzin vermeyeceğimi bilmiyor musun, benim güneşim?"

Aliandra, dudaklarında gezinmekte olan parmakların hatırlatması sebebi ile, gözlerini devirmekten kendisini alamadı. "Bunu tekrar yapmayacağım elbette! O sadece erken bir uyarıydı."

"Neredeyse cehenneme gidiyordum." diyen Daerys'in onu kızdırmak için güldüğü belliydi. Başının altındaki yastığı kabartmak için ellerini geriye çekti ve üzerindeki Aliandra'yı biraz daha kızdırmak için gövdesini gere gere gülmeye devam etti. "Gerçi iyi bir yoldu ama fazla erken sayılırdı."

"En azından dersini aldın." dedi genç prenses. Daerys'in dağınık saçlarında elini gezdirdi ve prensin alnını ortaya çıkardı. Parmağını ısırmaya çalıştığı zaman ise, Daerys ondan hafifçe bir tokat yemişti.

"Diyarın diğer ucunda bile aklımdan çıkmayan bir dersti."

"Sara." Prenses Aliandra'nın tek kaşı havaya kalkarken, gözlerinde daima tehlikeli olduğunu belli eden bir bakış yer edinmişti. "Aldığın ders mi aklına gelmişti yoksa kuzeyli kızlara ilgin mi yok, aşkım?"

"Ben sadık bir adamım."

"Hangimize?"

Prens Daerys'in gözleri kısıldı.

"Sana hangimize diye sordum? Bana mı yoksa bana kaptıracağın şu güzel Helaena'ya mı?" Aliandra üzerine eğildiği Daerys ile yüzlerini bir hizaya getirdi. Burunları hafifçe değdiğinde, Daerys onun dudaklarını öpmek için çenesini kaldırmıştı ancak Aliandra izin vermedi. "Yoksa ikimize de sadık olacak kadar cesaretin var mı?" diye fısıldamıştı, Daerys'in dudaklarının üstüne. Prensin mor irislerindeki ince parıltıları ilgiyle takip ediyor, Daerys yeniden hamle yapmasın diye bir eli genç adamın boynunda geziniyor ve dudakları kur yapıyordu adeta.

"Beni tanıyorsun." dedi Daerys. Geniş yatağın ortasında, sahip olduğu ikinci en tehlikeli ortağının altında dürüstçe verebileceği tek yanıt buydu. Güneyin en güzel çiçeklerinin kokusunu aldığı Aliandra'nın saçları, yüzünde gezindi. Gözlerinde karısının gözleri, burnuna dolan hoş koku ve Aliandra'nın sıcak bacaklarının arasında olmak Daerys'i sarhoş gibi gösteriyordu. Aliandra'nın dudakları gülümsemek için gerildi.

"Haddinden fazla cesaretin olduğunu da biliyorum."

"Öyleyse yanıtını aldın, güneşim."

Aliandra, prensine beklediği öpücüğü vermeden doğruldu. "Yine de o kadar emin olma." diyerek ellerini Daerys'in göğsüne koydu. Solgun tenini okşadı. İnce parmakları baştan çıkarıcıydı ve prensin sert karnına kadar iniyordu. "Şanslıysan onu severim ve başın pek ağrımaz. Ama eğer sevmezsem, işte o zaman başın büyük belada demektir."

"Peki bana neler yaparsın?"

"Bilmek istiyor musun?"

Prenses saçlarını omuzlarından alıp sırtına doğru atarken, ortaya çıkmış göğüslerine Daerys'in elleri ulaşmıştı. Prens bilmek istediğini söylediğinde, Aliandra itiraz eder gibi mırıldandı ve ellerini, prensin elleri üzerine kapadı. Dans eder gibi kıvrılan kalçası ısrarcı teşvikiyle Daerys'in göz bebeklerinin büyümesini sağlarken, Aliandra keyif aldığı bir işkence başlatmış gibi sinsi sinsi tebessüm ediyordu. Kıvrılan beli aniden durdu. "Sana ceza gibi gelecek şeyleri iyi biliyorum, Daerys." demişti. Beline inen eller sıkıca onu kavradığı an, doğru lafı ettiğini anladı prenses. Çünkü Daerys hızlıca doğrularak onu kollarının arasına almıştı ve Aliandra kaçmasın diye sıkı sıkı tutuyordu.

"Beni kendinden mahrum bırakman dışında her cezayı kabul edebilirim."

"Pazarlık yapma hakkın yok, Daerys."

"Bu senin için de geçerli."

Prenses Aliandra yakalanmış gibiydi. Gözlerini kaçırmaya çalıştı ama genç prensi izin vermiyor, zaten kendisi de gerçeği bildiği için ister istemez tatlı tebessümüyle baş etmeye çalışıyordu. Daerys onu zevkle ürpertmek için bir parmağını Aliandra'nın belinde yavaş yavaş gezdirdi. Dorne prensesi gerildi. Göğsü, prensin göğsüne yaslanmış ve boynuna sarılmıştı. Daerys'in nefesini kulağının etrafında gezinirken hissetti ve zamanı geri alabilmek istedi, gece bitmek bilmeyen sevişmelerinden birinin ortasına düşmeye hevesliydi.

"Sen de benim için deli oluyorsun."

Boynuna bırakılan sıcak öpücüklerin arasında, Aliandra gözlerini kapatmış ve onaylar gibi mırıldanmıştı sadece. Onu daima saran ateşin kollarındaydı en çok sevdiği anları. Daerys'i yeniden bir tehlikenin ortasına yollamak için gereken sabır ve güce sahip olsa bile, tercih etmeye kalbi el vermiyordu ve gitmesini istemediğini söyledi prensin kulağına. Kolları Daerys'in boynunu sıkıca sarmış, onu öpüyor ve saçlarını okşuyordu. Onu yine yatağa düşürdü. Daerys karşı koymadan uzanmıştı ve Aliandra'yı da göğsüne çekip birlikte, parlak güneşin odaya dolmuş ışığının altında yatmaları sağladı. Kapılarına bir hizmetçi gelene ve Prens Daerys'in konsey odasından beklendiğini haber verene kadar; dağınık yatağın içinde, dudakları ayrılmaz iken yuvarlanmış, yastıkları birbirine vurup inatlaşarak tembellik etmişlerdi.

"Babam ikinci uyarıyı göndermeden önce konseye gitmemiz iyi olur." dedi Aliandra. Yatakta ayağa kalktı. Çıplak bedeni, düğününde ettiği dansı taklit eden bir zerafetle Daerys'in gözlerini kutsuyordu. Prens onu uzandığı geniş yatakta izlerken, Aliandra üzerinden geçtiği prensin ona dokunan ellerini sahte bir naz yaparak ayakları ile itti ve arkasında keyifle gülen Daerys'ini bırakıp yataktan aşağı indi.

"Orada beni kızdırırlar mı?"

"Muhtemelen."

"Birini öldürmek zorunda kalır mıyım peki?"

Aliandra yatağının yanında bıraktığı kırmızı ince geceliğini üzerine giyindi ve örtülerin arasındaki ejderhası için en dürüst yanıtı verdi. "Kıskançlığına bağlı, sevgilim."

Daerys'in kaşları çatılacak gibi oldu.

"Hâlâ bana aşık diye duydum." diyen Aliandra, genç kocasının kızmış gibi bir ifadeye bürünmeye başlamasına, tatlı bir tebessüm ettikten sonra ona sırtını dönüp elbise dolabına doğru yürümeye başladı.

Bahsettiği kişi Manwoody hanesinin vârisi, Sör Dagos Manwoody idi ve adamın Aliandra Martell'e olan ilgisi tüm Dorne'un bildiği bir durumdan öte, prensesin olası koca adayı olarak görülmüştü hep. Otuz yaşına henüz girmiş olan Prens Dagos, Aliandra'ya, prenses daha çocukken talip olmuştu. Prens Qoren Martell ona söz vermese de, Dagos Manwoody daima Aliandra Martell'i karısı olarak alacağına dair inanmış ve konuşmuştu. Güneyde kız için en güçlü koca adayı oydu. Prenses büyüyüp genç bir kız olduğunda, tüm güney onun güzelliğini konuştuğunda ve Dagos Manwoody artık evlenmek istediğini ilettiğinde; Aliandra açık bir cevap mektubu ile onu reddetmişti ve sonra bir Targaryen ile evlenerek tüm Dorne'u şaşkına çevirmişti.

"Kocanın bir ejderha lordu olduğunu bildiği halde buraya geldiyse, sahiden de cesur bir aptal olmalı."

Daerys yataktan kalkmıştı. Saçlarını karıştırıp pencerenin önünde duran yuvarlak masaya ulaştı ve bir kadehi Dorne şarabı ile doldurmaya başladı. Karanlıkta doğup büyümüş gibi duran teni -ki sahiden de karanlık diyardaki bir odada hayatına gözlerini açmıştı- Dorne güneşinin yansımasında elmas gibi parlıyordu.

"Belki sana meydan okur."

"Umarım yapar."

"Kan dökmeden çözüm bulamayanlar, yani siz erkekler, bazen beni bunaltıp sizden tamamen vazgeçmeme neden olmak istiyor gibi davranıyorsunuz." diyen Aliandra, leylak rengi bir elbise secerek dolabının önünden ayrılmıştı. Gözleri, şarabı kana kana içip kadehi masaya bırakan üryan prensindeydi.

"Benden vazgeçemeyeceğini daha yeni konuşmadık mı, sevgilim?"

"Seni öldürebilecek tek kişinin de ben olduğumu konuşmuştuk. Yani, her ne olursa olsun ölmek sana yasak! Düello ya da savaşa ejderhan olmadan gitme fikrini unutuyorsun."

Daerys, muzip ifadesiyle, pencerenin önünde sırtını esnetiyordu. "Cannibal olmadan tuvalete bile gitmiyorum ki zaten."

"Ciddiyim, Daerys."

"Evlilik seni duygusal bir kadın yaptı." dedi prens. Aliandra, ona söylenerek geceliğini çıkartmıştı ve elbisesini de giyerken acele ediyordu. Çünkü dediği tam olarak doğru olmasa bile, Daerys doğru bir noktaya parmak basmaktan geri duramamıştı. Aliandra, onun için endişeleniyordu. Haklı olarak. Ruh eşi kolay kolay bulunmazdı ve Aliandra'yı bularak hem onu hemde kendisini bir yalnızlığın elinden kurtarmıştı Prens Daerys. Aşk ve tutku onlara ait bir dil, doğu ve güney birlikte aldıkları yoldu. İkisi de tehlikeye alışkındı. Severlerdi. Fakat Aliandra, aşık olduğu adamı bir hainlik uğruna kaybedemezdi. Korku duyuyordu onu bir daha görememek hakkında. Kabuslar bile görmüştü.

Bu konuda daha fazla dil dökmekten kaçındı. Leylak rengi elbisesi, teninde Daerys kadar güzel bir etkiye sahipti ve Aliandra tül kadar hafif eteğini her adımında uçuştutarak aynalı masaya geçti. Saçlarını tararken sessiz kalmış, Daerys'in odada dolaşmasını ve giysi dolabını talan etmesini izlemişti. Bu sabahlar prensesin favorisiydi. Daerys pantolonunu üzerine geçirirken fark ettiği sessizlikten dolayı Aliandra'nın dibine kadar sokulur, kızın kolyesini takmak için gönüllü olur ve onu yine telkin etmek için yeni taranmış saçını öpüp, gülümsetene kadar gıdıklardı.

Bu sabah yaptığı da bu olmuştu.

Honeyholt'a yardıma gideceği için endişelenen genç karısını yeniden, ona her zaman döneceğine dair söz verdiğini hatırlatarak teselli etmişti.

Birbirlerine karşı surat asmak onlar için zordu. Endişelerin ondan gücünü aldığını söyleyen Aliandra, özür diledi ve ona güvendiğini söyledi. Daerys'in sözüne güveniyordu. Cannibal'ın onu daima koruyacağına da güveniyordu. Başına bırakılan öpücükler ve aynaya yansıyan yüzlerinden sonra, Aliandra Martell kalbini yatıştırmayı başarmış ve iş başına geçmişti. Konseydeki dost canlısı olmayan Dorne yöneticilerinin karşısına çıkacak olan Daerys'i kendi elleriyle hazırladı. Onu baştan aşağıya siyah giyindirdi. Güneş Mızrak'ın ağzı kurutan sıcak havası yüzünden siyah bir gömlek dışında Daerys'in üzerine ceketini vermemiş ancak beline ejder simgeli kemerini takıp, hançerini ve kılıcını vermişti. Kısa saçlarını elleri ile düzeltmiş, dudaklarına son bir kez şans öpücüğü kondurmuştu.

Odadan el ele çıktılar.

Güneş Mızrak'ın geniş koridorlarında dolaşıp konsey odasına vardıklarında, Prens Daerys Targaryen'in düşmancıl bakışlarla karşılanması için sözleşmiş bir avuç yönetici ya da vekilleri vardı masa etrafında. Yuvarlak bir masa ve ejderhaları sevmeyen adamlar. Prens Daerys bir fıkrada gibi hissediyordu.

Alaycı görünmemeye çalıştı.

"Lordlarım!" diye selamladı herkesi, yalandan. Saygıyla selam verdiği tek kişi aslında Prens Qoren Martell idi.

Adamın davetiyle masadaki boş olan sandalyelere doğru yöneldiler. Prens Qoren'in yanındaydı yerleri. Ejderha prensinin şimdiye kadar gördüğü en aydınlık ve sıcak konsey odası olan kule odası; işlemeli sütunlarla, eski Rhoynar geleneklerini yansıtan bir dizi tabloyla ve oymalı avizeyle süslü hâle getirilmişti. Bazı sütunlarda yeni yeni oluşmaya başlamış sarmaşıklar vardı. Turuncu taşlarla örülü uzun bir ceket giyinen genç bir çocuk, prensin sakisi olarak elinde sürahi ile birlikte odanın bir köşesinde bekliyordu.

Prens Daerys, karısı önden ilerlesin diye onu yönlendirmiş ama ellerinin ayrılmasına izin vermemişti. Konuk yöneticiler Aliandra'ya sırayla selam verirken, prensin derdi şu Sör Dagos Manwoody denilen adamı görmekti. Selam veren adamların yüzünü çok dikkatli bir şekilde takip ediyordu ve aralarında en genç olan adamı fark etti. Siyah saçları omuzlarına kadar uzun olan, esmer tenli ve Daerys'in kellesini alma hayali kurduğunu açık bir şekilde eden biri vardı. Kızgındı ve bakışları da diğerlerinden biraz daha kişiseldi. Daerys onun Dagos denilen şu herif olduğundan emindi. Selamını Aliandra'nın gözlerine doğruca bakıp veren tek kişi oydu çünkü. Ama Prens Daerys'e selam vermemişti. Diğerleri de Daerys'e selam vermemek için ağız büküp lafı gevelemişlerdi ama ufakta olsa ağızlarından bir kelime çıkmıştı. Dagos Manwoody ise sert bakışlarını doğruca Targaryen prensine dikmişti.

"Aynı babasına benziyor." dedi Lord Fowler, kirli sakalları ile kaplı çenesi tiksinir gibi kasılmıştı. Basamaktaşı savaşında genç yaşında bulunduğu için Daemon Targaryen'i de görmüştü. Küstah ifadeli Daerys'e bakınca başka biri gelmezdi kimsenin aklına. Babası ne ise oğlu da oydu.

"Kemikten tacı eksik." diye söylendi Allyrion hanesinin vekili. Yöneticileri çok yaşlı olduğu için vekili olarak bir akrabasını göndermişti. "Tabi babası da kral olamayacağını anlayınca diz çöküp af dilemişti. Kahramana bak!"

Prens Qoren Martell sahte öksürüğü ile gereken uyarıyı yapıyordu ancak yöneticilerin önyargısı kalıplaşmıştı.

"Ejderhalar ne zaman dostumuz oldu, Prens Qoren?" diye sordu Lord Wyl. O sırada, Aliandra'nın rahatça oturması için sandalyesini çeken Daerys ile göz göze gelmişlerdi. Targaryen prensinin sakin ifadesi tedirginlik yaratıyordu.

"Ejderhalarla dost falan olmam!" diye sesini yüksekten bir başka lord, Dayne evinin lordu tarafından masaya sertçe vurularak susturulmuştu.

Ona ayrılan sandalyeye geçen Daerys, eğer babası burada olsaydı, kopmasını muhtemel gördüğü kaotik cümbüşün hayaliyle bile sabrını korurdu. Sakin duruşu gerçekti. Buraya birini veya birilerini öldürmeye gelmemişti. En azından bugünlük. Eski Şehir baskını için birlik sağlamalılardı.

"Önümüze serilen bir fırsat var!" diye sesini yükseltti Lord Dayne. Adamlar ona bakmıştı. "Hudut sınırlarındaki düşman askerleriyle vakit kaybetmek artık canınızı sıkmıyor mu?"

Allyrion vekili öfkelenmişti. "Dorne'u teslim etmeyiz, lordum! Ne dediğinizi kulağınız duyuyor mu?"

"Boyun eğmeye heveslisin bakıyorum, Dayne." dedi Lord Manwoody. Kır saçı ve sarkık bir çenesi vardı. Oğlu ile yan yana otururken aynı suratsız ifadeden muzdariplerdi. Oğlu Dagos ekledi:

"Sınırları korumak bizim için sorun değil. Çöldeki o yaratığa boyun eğip bir Targaryen için savaşmak asıl bizi bitirir. Onlar düşmanımız."

Aliandra sabırla derin bir nefes aldı.

"Aynı masada oturuyoruz." Qoren Martell, uyaran bakışlarını yönetici adamların üzerinde gezdirdi. "Eski günlerde düşmandık, evet. Hâlâ bir tarafla düşmanız. Yeşiller ile. Ancak bize uzatılan dost elini geri çevirmek aptallık olur."

"Aptallık, onun masanızda oturması!" diyerek Daerys'i işaret etti Manwoody lordu. Sinirden göğsü kabarmıştı. "Ne için? Güya Rhaenyra Targaryen tahtı alırsa bize dostluk gösterecekmiş! Bir kişi bile buna inanmıyor, Qoren."

"Ben inanıyorum." dedi Prens Qoren.

"Belli oluyor." Bıyık altından konuşan Lord Fowler, ters ters baktığı genç çift için lafını esirgememişti. "Vârisini bir Targaryen ile evlendirme hatasından dönemeyeceğin için inanıyorsun."

Masadaki meyve kasesine uzanmıştı Prenses Aliandra. Küçük bıçağı alıp "Boğazını keseceğim!" diyerek Lord Fowler'a doğrultmaya kalkınca masa kısa bir süreliğine karıştı. Genç kızın huyunu bilen babası, bıçağı anında elinden çekip alsa da Lord Fowler'ın yeri değişene kadar Aliandra yerine geri oturmadan Daerys ve Lord Wyl desteği ile adamdan uzak tutulmuştu. Birkaç dakika sonra bıçaklar Prenses Aliandra'nın uzağına konuldu, gergin sohbete geri dönülmüştü.

"Ne diyorduk?" Prens Qoren, güneyde alışkın olunan gerilimden sonra sakin tavrıyla ellerini masada birleştirdi.

"Nefret kusma yarışına girilmişti." dedi Prens Daerys. Bir eli masanın altında Aliandra'nın elini tutuyordu. Onu sakin kılıyor ve kendisi de sabır göstermek için destek alıyordu. Eğer annesine söz vermemiş olsaydı, en az üç kişiyi öldürmeden bu odadan çıkıp gitmezdi. Fakat emir büyük yerdendi.

"Nefret etmekte haklıyız ama, Prens Daerys. Tarihi biliyorsunuzdur. Sizin atalarınızın yakıp yıktığı çok evimiz oldu." dedi Lord Wyl.

"Doğrudur."

Dagos Manwoody konuştu. "Dorne'u ele geçirmek için savaşınızın taktiğini değiştiriyorsunuz yani."

Prens Daerys, bıkkın bir tebessümle bilmediğini ifade etti. "Yeni taktiği çözdünüz mü bari?"

Masadaki adamlar dikkat kesildi.

"Vâris prensesi alırsanız Dorne'u da alırsınız." dedi Dagos. Geniş omuzları derdini anlatacak kadar gergindi ve Daerys'in onu delirtmek için özellikle üç başlı ejderha figürlü yüzüğü takan parmağını masaya ardı ardına vurma ısrarını takip ediyordu. Aliandra'nın da yeniden çileden çıkmaya hazır bir hâlde olduğunu görmüştü.

"Sizi rahatsız eden kısım tam olarak hangisi, Sör Dagos? Dorne'un işgal edilmesi mi yoksa sadece prensesin beni seçmiş olması mı?"

Dagos Manwoody'nin çenesi gerildi.

Diğer adamlarda başka yöne bakmıştı.

"Tahmin ettiğim gibi." dedi Daerys. Daha sonra, Lord Wyl'a dönmüştü.

"Ve, tarihi hepimiz biliyoruzdur tabi. Benim atalarımın neler yaptığını iyi biliyorum. Ama sizin atalarınızın da masum olduğu söylenemez. Bir olay vardı, hatırlayalım. Fatih Aegon'un dönemindeki atanızın düğün bastığı, müstakbel eşi izlerken damat Sör Jon Cafferen'e ettikleri alçak işkenceyi ve gelini Leydi Alys Oakheart ile düğüne gelen diğer kadın konuklara yapılmış korkunç saldırıyı tarih kitaplarından okudum. Bu masadaki kimsenin atası masum değil, lordlarım. Tarihteki en rezil olayın kahramanı olan Wyl hanesinin de başkalarından hesap sorma lüksü olduğunu sanmıyorum."

Dorne lordları birbirine bakmıştı.

Sessiz geçen birkaç saniye yaşandı.

"Fakat buraya tarihi geride bırakıp yeni bir sayfa açmaya geldim." diye devam etti Prens Daerys. Yerinden kalktı. Her ejderha lordunun sahip olduğu küstah sayılabilecek yürüyüşü ile masanın etrafında ilerlerken tüm lordlar, vekiller ve Dagos Manwoody tarafından izleniyordu. "Ortaklıkla taçlandıracağımız bir sayfa hepimiz için dostluğun ilk adımı olabilir."

Güneş Mızrak muhafızlarından biri elinde tuttuğu büyük rulo parşömen kağıdını Prens Daerys'e uzattı. Güney haritasıydı bu. Günlerdir Prens Qoren ile Prens Daerys'in üzerinde çalıştığı, hudutlardan nasıl geçileceğinin planı için çizilmiş bir savaş haritasıydı ve ejderha prensi bu haritayı masanın ortasına açtığında, Dorne lordlarının başları masaya doğru uzandı.

"Eski Şehir'i alacağım." dedi Daerys. Haritadaki kuşatılmış Eski Şehir'in çizimi üstüne parmağını koymuştu.

Allyrion vekili sordu:

"Peki biz ne alacağız, Prens Daerys?"

"Umarım yanıtınız altın olmaz." diye ekledi Dagos Manwoody. Yeteri kadar altını ve zenginliği vardı. Aliandra'nın kocası olmak dışında her şeye sahipti.

"Alacağımız şey, yönetimde söz sahibi olmak!" Prens Qoren Martell'in bu en önemli ödülü hatırlatmaktan bıkmış olduğu belliydi. Yöneticilerden artık boş lafları bir kenara bırakmalarını istedi. "Güneyin ticaret yollarını açıp diyara yayılacağız. Fırtına Burnu ile yaptığımız savaşların son yıllarda en aza inmesini sağlayan kişi bizzat Kızıl Targaryen'di. Konseydeki müttefiğim oydu, Prens Daerys'in annesi. Ortaklık konusunu onunla yıllar önce kurduk, anlaştık ve o günden beridir güvenim asla sarsılmadı."

"İlginç bir kadın olduğunu duydum." dedi Lord Dayne. Göz ucuyla Daerys Targaryen'e bakıp saygın bir anlamda ifade ettiğini belirtmişti.

"Borros Baratheon'u öldürmüş." diye ekledi Lord Fowler. "Fırtına Burnu'na intikam için inerek bir lordun canını aldıysa, gaspçı kral şanssız demektir. Kim bilir ona neler yapacak?"

"Çetin cevizdir." diyerek güldü Prens Qoren Martell. "Size onu kızdırmanın akıl karı olmadığını hatırlatayım. Myr olayını düşünün."

Yöneticiler hak verir gibi kafa salladı.

Prens Daerys keyiflenmemeye çalıştı. Onaylar gibi başını sallarken gururlu bir oğlan olduğunu saklayamamıştı.

"Fırtına Burnu demişken..." Lord Wyl, masadaki birkaç yönetici gibi planlar kurmaya başlamış gibiydi. "Borros'un ölümü sonrası toprakları başı boş bir hâlde kaldı. Yerini kim alacak?"

"Anlaşma için Fırtına Burnu'nu vaat ediyorsanız işi hemen kabul ederim, Prens Daerys." dedi Lord Manwoody.

Adamların heveslenişi gizli değildi. Yıllardır karşılıklı kan döktükleri ve tanrıların her günü kavga edip tuzak kurdukları Baratheon hanesinin evi onlara kalırsa, zaferlerin en büyüğü ellerine geçmiş olurdu.

"Fırtına Burnu şimdilik vekiller ve Demir Taht'ı aldığımızda Rhaenyra Targaryen'in kontrolünde olacaktır. Tabi, merhum Borros'un karısı kısa süre sonra doğum yapacak. Eğer bir erkek bebek dünyaya getirirse hakkı oğlan alır."

Adamların bu haberden hoşnutsuz oluşunu izleyen Daerys, devam etti.

"Lakin, Borros'un kızlarından birini Prens Qoren'in oğlu ile nişanlamak gibi bir düşüncemiz var."

"Evlilikle içten yok edelim diyorsun yani."

"Doğruca kül etmeyi tercih ederim, Sör Dagos." dedi Prens Daerys. İmaya karşılık imayla baktı. "Ya da habersiz ziyaretlerde bulunurum. Kolay kılık değiştirdiğimi duymuşsunuzdur. Bir kuzgun kadar sessiz olabilirim."

Dorne yöneticileri, iki genç adamın, Prenses Aliandra Martell meselesini aralarında düşmanlığa dönüştürme çabalarını gayretle bölmüşlerdi. Lord Manwoody oğluna sessiz olması için uyarıda bulunurken, Dayne hanesinin lordu haritaya dönmek istedi.

"Planınızı gösterin, Prens Daerys."

Yuvarlak masanın ortasındaki güney haritası tekrar ilgi odağı olduğu vakit, kavgalar ve ters bakışmalara bir süre ara verilmişti. Daerys Targaryen tüm planı haritada göstererek anlattı. Wyl hanesinin hudutlardan geçişini, şafak ordusunu toplayan Dayne hanesinden gelecek desteği ve tüm evlerin katkısı konusundaki planlarını Qoren Martell desteği ile güneyli adamlara anlattı ve eğer zafer sağlanırsa, Dorne'un zengin ticaret yollarına nasıl kolaylıkla ortak olabileceğini özenle açıkladı. İstediği tek şey, beraber hareket etmekti. Zor olan kısım buydu. Ama ejderhaların Dorne ordularını koruyacağına dair güvence verdiğinde, eski kafalı güney lordları hayal edememişti. "Olacak iş değil? Ejderhalar ve biz mi? Nymeria bizi affetsin!" demişlerdi. Daerys yine de her birinin gözlerinde zenginlik ve saygınlık yoluna dair duyulan hevesi görebiliyordu. Ellerini haritadan geri çektiğinde, yöneticiler ikna olmak için kendi kendileriyle savaşıyordu.

"Yanıtlarınızı döndüğümde alacağım." dedi Prens Daerys. Gitmesi ve yardım etmesi gereken bir çağrı olduğunu da açıkladı. Alan Beesbury'nin mektubu yanıt bulmalıydı.

*

Cenaze çanlarını çalıyordu yedi tanrı, alaycı şeytanlarsa kahkahalarla eşlik ediyordu kutsal nidalara. Günahların yükü bir annenin omuzlarına çökerek onu oğlunun ölü bedeniyle lanetlemiş ve mübalağa eder gibi yalnızlıktan da duvarlar örmüştü etrafına. Hiçbir şey tatlı değildi artık. Acıydı. Yüzüne hafif hafif değen tül örtünün ardındaki bir çift gözün yaşlarla dolu oluşu, Alicent Hightower'ın alıştığı hislere teslimdi. Ağlıyordu. Kurumuş dudakları titrer gibi bir açılıp bir kapanıyor, gözyaşı dudaklarına değdiği vakit yakıyordu.

Çanlar, dul kadının kalbini titretti.

Bir hıçkırık koptu boğazından.

Rhaenyra veda edecek bir ceset bile bulamadı oğluna dair, diyen şeytan usulca Dul Kraliçe'nin kulaklarında gülmeye devam ediyordu. Suçluyor, aşağılıyordu. Alicent'ın dualar ettiği yedi tanrıya hakaret ediyordu. Gerçek olan benim! diyordu. Rüzgarın içine bir yerlere gizlenmiş, Dul Kraliçe'nin tül örtüsünden içeriye sızarak sinsice kulaklarına karışmış ve zihnine, uzun bir süredir yaşadığı yere yerleşmişti. Gerçek olduğumu biliyorsun, Alicent. dedi yeniden. Haklıydı şeytan. Yeşil kraliçenin son yıllarda inandığı asıl şey, masumiyetini kaybetmesinde en etkili fısıltı olan şeytandı. Ya da yedi şeytanları. Dizlerinin üzerine çöküp ellerini birleştirerek onlara kendisini sunmaya öylesine kapılmıştı ki, artık tanrıları sadece alay ediyordu onunla.

Cenazedeki sessiz kahkahalar yediydi.

Yedi suret çöküyordu üzerine. Boğup bir köşeye atmak için onu, ellerini en acımasız silüetleri ile Alicent'a doğru uzatıyorlardı. Sonra o eller ateş olup yakıyordu yeşil kraliçenin boynunu. Kalbini ve ruhunu yaktıkları gibi teni de alevler içinde kalıyordu. Zincilerle sarılmış hayatı küçük bir yığın külden ibaretti zaten, değil mi? Önünde çiçek yaprakları ile süslenen cenaze aracını izlerken başka ne olacağını düşünmek zorunda mıydı? Babasının ona attığı zincirleri kırmak yerine her gün daha fazla sıkan kendisiydi, biliyordu. Genç Alicent onu affetmeyecekti, bunu da biliyordu. Etrafı çiçekler ve incilerle sarılmış Daeron'un ölü bedeni de onu asla affetmeyecekti. Çocuklarının bir diğerinden daha çok sevildiği kalbine de özür borçluydu. Ya da cenaze dahi yapılmayan merhum kocası Viserys'in ahı kadını kuyu dibine sürüklüyordu. Düşünmesi gereken o kadar çok hata vardı ki, yüzleşmek cenaze kadar ağır bir etkiye sahipti.

Dul Kraliçe, affedilmez bir günahtı.

Kurban iken suçlu olmuştu.

Yıllar önce acısını kendisine yaşatan o kız oluyordu yeniden. Alicent, kanını görene kadar tırnaklarının kenarı ile oynamaya ara vermemekte ısrarcıydı. Oturduğu aracın sarsıntısı, kuvvetten düşmüş bedenini sallıyor ama kadını, oğlunun sarılmış bedenini izlemekten alıkoyamıyordu.

Gökyüzünde kuru bir esinti vardı.

Tessarion acıyla kükrüyordu ininde.

Prens Daeron Targaryen'in cenazesi için kurulmuş uzun ve gösterişli bir konvoy, başkent sokaklarına inmişti. Şehir Muhafızları güvenliği en önde ve konvoyun kenarlarında yürüyerek sağlarken; Sör Gwayne Hightower'ın önderlik ettiği Kral Muhafızları, atlar ile beraber, hükümdarın ailesini ve Prens Daeron Targaryen'in cenazesini koruyorlardı.

Cenaze aracı açıkta ve süslüydü. Genç prensin bulunan kellesi tekrar soğuk bedenine dikildikten sonra hazırlanıp beyaz örtüsüne sarılmıştı. Araç adeta bir bahçeyi andırıyordu. Daeron çok gençti. Hayat dolu bir yaşında öldüğü gerçeği, cenaze aracına konulan yeşil yapraklar ve çiçeklerle anlatılıyordu. Başında yedi köşeli yıldız duruyor ve kılıcı, ölü bedeninin üstünde ona eşlik ediyordu. Ejderha Çukuru'ndaki genç yaratığı Tessarion kenti acıyla inletti yine. Binicisi Daeron'a veda ediyordu.

Prensin ölü bedenini takip eden ikinci at arabasında ise yeşil kadife elbisesi içinde Dul Kraliçe Alicent Hightower ve durgun gözleriyle Kraliçe Helaena Targaryen oturmaktaydı. Kadınların ikisi de yüzlerini yeşil tül bir örtü ile örtmüştü. Gözyaşları sessizce akıyor, havada uçuşan beyaz çiçek yaprakları elbiselerine konuyordu. Güneş, cimri günündeydi. Rüyalarında yolculuklar eden Helaena, gökyüzüne baktığında, çocuklarına da bulaşmış kanın nasıl erkek kardeşine sıçradığını görebildi. Prens Lucerys'in hayaleti tepelerinde görünüp kayboldu hayalinde. Günaha karşılık alınmış bir günah. Kraliçenin yüzüne çaresiz bir ifade kondu o an.

Yok olan ailesi adına çalan çanlardan nefret ediyordu. Başını tekrar eğerek onları izleyen gözlerden kaçmak için sadece önüne baktı ancak yanındaki annesinin hıçkırıkları onunkiler gibi sessiz değildi. Dul Kraliçe yıkılmaya müsait bir duruşa sahipti. Kendisini araçtan bırakıp atların toynaklarının altında ezilmek istiyor gibi bakıyordu oğlunun cenazesine. Helaena destek olmak için elini annesine uzatmış ve Alicent'ın eşelerken kanattığı parmağı kızının nazik eliyle sarılmıştı.

Birbirlerine baktılar.

Kalabalığın içinde epey yalnızlardı.

Halk, sokaklardaydı. Pencerelerden uzatılmış meraklı başlar, köşelerde konuşan sefil insanlar, tezgahlarının önünde surat asan tüccarlar ve açlık çeken koskocaman bir başkent halkı. Bazı çocukların ayaklarında ayakkabı yoktu. Kirli yüzlü dilenciler duvarlara tırmanmış, süslü hanedan konvoyunu izliyordu. Kaldırımlarda sızmış ayyaş erkekler yeni yeni uyanırken, bazıları çoktan ölmüş olanlardı. Üzerlerinde sinekler dolaşıyordu ama kimse onlar için cenaze düzenlemezdi. Konvoyun geçişi rahat olsun diye açlıktan ölmüş birkaç kişinin bedeni yoldan askerler tarafından kabaca çekildi ve atlar tüm ihtişamı ile yoluna devam etti. Beyaz pelerinli muhafızlar görkemli zırhları ile geçerken duyuruyorlardı.

"Prens Daeron Targaryen adına!"

Kral Aegon'un sancağı dalgalanırken askerlerinin ellerinde, uğursuz laflar dillerinde yankılanıyordu.

"Zalim Rhaenyra Targaryen'e lanet olsun! Katil! Akraba katili bir zalim!"

Sokaktaki kalabalıktan tek bir yüksek ses dahi duyulmuyordu. Herkes tuhaf bir nefretle izliyordu konvoyu. Açlıkla ve sefaletle baş başa bırakılmış halkın merhamete ayıracak vakti yoktu. Dul Kraliçe'nin dedikodusu da işleri epey değiştirmişti. Ayrıca, Prens Aemond Targaryen'in yeğenini öldürdüğü ve diğer yeğenini de yaraladığı başkent sokaklarında çok konuşulmuştu. Asıl akraba katili o diye konuştu insanlar kendi aralarında. Birkaçı bağırdı:

"Siyah Kraliçe çok yaşa!"

Rhaenyra adına sesini yükseltenlere hızlıca şehir muhafızları müdahale etti. Yumruklar ve itiraz bağırışları yükseldi ama çanların sesi çok daha gürültülüydü. O birkaç cesur dilenci gözden kaybedildikten sonra bile Dul Kraliçe'nin nefretle döktüğü gözyaşı, oğlunun ölüm emrini veren üvey kızı ve eski dostu adına şiddetlenmekten geri duramadı. Helaena'nın elini daha sıkı tutarak dayanmaya çalışıyordu.

"Oğlumu aldı ve adını haykırıyorlar..." dedi Alicent, zorlukla. Nemli mendili yanaklarını silmek için tül örtüsünün altına girdi ve kadının hıçkırıklarıyla yıkandı ölü oğlunun soğuk bedeni.

Helaena sessizliğini koruyordu.

Kentin leş kokusu burunlarına dolup çevrelerini sararken, atlar da bir hayli hızlıydı. Halktan bazı destekçiler taze çiçek buketleri taşıyordu. Cenazenin geçişine yürüyerek eşlik ediyorlar ve Dul Kraliçe'nin acısını paylaştıklarını haykıran dindar kadınlar onun adına ilahiler söylerken çan sesleriyle uyum sağlıyorlardı. Daeron'un taşındığı at arabasına çiçekler atıldı. Pencerelerde sallanan eller, yol kenarlarında çiçek buketleri taşıyan çocuklar doluydu ve genç prens için şarkılar söylüyorlardı. Alicent Hightower, havada uçuşan ve oğlunun bedeninin etrafına düşen bir sürü çiçeğin yarattığı ahengi izlerken gözyaşlarını tutamıyordu. İlahiler ve iyi dilekler sunan kadınlara el sallayıp teşekkür ettiğini belli etmiş, boğazına oturmuş yumruyu yutkunarak kovup kurtulmak istemişti. Fakat çan sesleri içinde Prens Daeron'un sesini saklıyor gibi kadının kulaklarında ağırlaşıyor; Alicent'ın gözlerinin önünden, küçük oğlunun hayal kırıklığı ile dolu yüzü gitmek bilmiyordu.

Nefes alamadığını düşündü. Yüzünü örten tülün elleri çıkacak ve onu da kellesinden edecek diye korktu tuhaf bir şekilde. Helaena'nın ona endişeyle iyi olup olmadığını sormasına cevap vermeyen Dul Kraliçe, at arabalarının yüksek çatılı evlerin olduğu sokaktan geçtiği vakti bulmuştu yüzünü açmak için. Çatılarda konvoyu izleyen öfkeli insanlar vardı. Alicent Hightower'ın tül bezi yüzünden çekmesini, soluk soluğa boynunu tutmasını ve Kraliçe Helaena'nın ona teselli vermek adına ellerini tutmasını izliyorlardı. Daeron Targaryen'in ölümü, aç halkın karnını doyurmasından daha mı önemliydi de kent sefalet çekerken gaspçının ailesi süslü elbiseleri ve araçları ile halkın arasından geçmeye cüret edebilmişti?

Dar Deniz, Velaryon filosu tarafından ticarete kapatıldığı için açlık yaşayan halk, ne kadar yardım isteseler de bir türlü yeterli çözüm bulamıyorlardı ve artık tepetaklak olmuştu kent düzeni. Yıkık dökük evlerde ölü dilenciler ya da aç çocuklar bulunuyor, fırıncıların un çuvalları tükeniyordu. Kimse ilahi söyleyerek karın doyuramıyordu ama şehirdeki septler de hayır işlerine bir süreliğine ara verince, durum hepten vahim bir noktaya gelmişti. Muhafız atlarının toprağı havalandırıp etrafa saçarak geçtiği sokaklarda insanların aç nefesleri kokuyordu. Bez parçasına sarılmış bebekler ve anneleri, dişleri dökülmüş yaşlılar, yüzleri kirden ve yorgunluktan bitap düşmüş adamlar; hepsi konvoyu izlerken kaşlarını çatıp yeşil kraliçelerin geçişini tehditkâr bir ifadeyle takip ediyorlardı.

Annesinin ıslanmış yanaklarını kendi mendiliyle silen Kraliçe Helaena, pis ve başı boş sokaktaki insanların nasıl öfkeli olduklarını hissetmiş, nazik bir ifadeyle gözlerini onlara çevirmişti ve kalbi korkuyla dolmuştu. Çünkü ona bakan gözler sadece kızgın değillerdi. Açlardı. Saldırgan ve çaresizlerdi. Tek bir ateş onları alevlendirirdi. Helaena rüzgarın değiştiğini de o sırada anladı ve damarlarına, tekinsizliğin verdiği o soğuk dürtü yayıldı birden. Kalbi, naif olduğu kadar güçlü ve sezgiseldi. Ters giden şeyleri hissedebiliyordu. Ve bu dar sokakta kötü ruhların şarkısı hep bir ağızdan söylenmek üzereydi.

"Atlar geri dönmeli." diye sayıklamaya başladı Kraliçe Helaena. Sarsılan araç koltuğunu kavrayan parmakları,sanki birisi onu oradan kopartıp alacakmış gibi sıkı sıkı tutuyordu. "Atlar eve geri dönmeli, anne."

Gözleri oğlu Daeron'un cenazesinden ayrılan Dul Kraliçe, kızına baktığında, Helaena'nın bembeyaz kesildiğini fark etmişti. Kızı inmek ister gibi hareket ediyor, yola yakın taraftaki koltuğunu lanetli bir yermiş gibi terk etmek için annesine doğru sığınıyordu.

"Amcama söyle geri dönelim."

"Helaena, arkana yaslan canım." dedi Dul Kraliçe. Yeterince güçsüzdü zaten. Kızının yüzüne dokunup onu hayaller diyarından getirmeye çalıştı ama kızı dehşete kapılmıştı, insanlara canavar görmüş gibi bakıyordu.

"Elbiselerimizi çalıp bedenlerimizi parçalamak istiyorlar!" dedi Kraliçe Helaena, kendi kendine. Sesi titriyor ve amcası Sör Gwayne Hightower'ın onu duyması için bağırıyordu. "Geri döndür! Annemi almak istiyorlar!"

Bu kez Dul Kraliçe Alicent'ın yüzü de dehşete düşmüş gibiydi. Kızı Helaena askerlerin dikkatini çektiği için isteği aksine konvoy yavaşlarken, Alicent'ın yaşlarla dolu gözleri halka döndü ve saf bir nefretle yüz yüze geldi. Gözler kindar, kaşlar öfkeli, çürük ağızlar ise düşmanın tarafındaydı. Bağırdı halk:

"Çok yaşa Kraliçe Rhaenyra!"

Taşlar da o esnada fırlatılmıştı.

Çiçek yapraklarının yerini can acıtan taş parçaları ve hakaretler alıyordu. Kuduz tazılar gibi bağıran insanların ellerinden ardı ardına taşlar kopuyor, hükümdarın ailesini hedef yapıyordu.

"Majestelerini koruyun!" diye bağırdı Sör Gwayne Hightower, atı üzerinde. Onun komutuyla beyaz pelerinlilerin atları Alicent ve Helaena'nın aracının etrafını sarmış, şehir muhafızları da taş atan halka müdahale etmek için sopalarını çıkartmışlardı. Ancak halk, her zaman askerlerden fazla olurdu. Muhafızlar sokaktakilere müdahale etse bu kez evlerden taşlar atılıyordu ve bir süre sonra kargaşa baş gösterdi.

Dul Kraliçe, kızını korumak için elleri ile siper olmuştu; cehenneme düşmüş ruhu, oğlu Daeron'un bedenine atılan taşları gördükçe ızdırapla kıvranıyor ve haykırıyordu.

"Oğlumu almalarına izin vermeyin!" diyerek beyaz pelerinlileri cenazeye doğru itmeye çalışıyordu. Taşlardan birkaçı isabet etti. Alicent'ın sırtına ve koluna denk geldiler. Ruhen duyduğu acı bedenine de ulaşınca, Helaena'nın korkuyla attığı çığlıklar ve ölü oğluna denk gelen taşlar onu delirtecek gibi oldu. "Daeron'u alacaklar!" Bağırarak tanrılarından yardım istedi ancak hiç ses yoktu, nefret isyanlarından başka. Taşlar üzerlerine yağmaya devam etti. Konvoyun kaçmasına ise ellerinde bir infaz yapmak için tuttukları kürekler, tırpanlar ve bıçaklarla gelen nefretle yıkanmış halk mâni oluyordu.

"Kraliçe Rhaenyra çok yaşa!"

"Gaspçılara ölüm!"

"Paramparça edelim onları!"

Halkın sesleri ölüme dair ninni söyler gibi yüksekti. Şehir Muhafızları sertçe karşılık vererek tırpanlar ve kürekler ile kavgaya tutuşmuştu. Ancak halkın fare gibi her delikten çıkması onların yetersiz kalmasına neden oluyor, Kral Muhafızları atlarından inip kavgaya mecburen dahil oluyorlardı. Gwayne Hightower'ın çoktan kana boyanmış kılıcı ve zırhı, kardeşi Alicent'ı ve biri ölü olsa da iki yeğenini korumak için savaşıyordu. Kargaşanın ortasındaki kadınlar ise koltuklarından başka bir yere gidemiyorlardı. Başını ellerinin arasına alan Kraliçe Helaena, sürekli "Giysilerimizi çalacak, bedenlerimizi parçalayacaklar!" diyordu. Dul Kraliçe ise muhafızları aşmayı başaran üç kişi görmüştü. Daeron'un cesedine doğru koşuyorlardı.

Oğlunu alacaklardı.

Dul Kraliçe buna izin veremezdi.

"Dokunmayın ona!" Haykırırcasına bağırdı, hatta çığlık atmıştı. Helaena onu tutmaya çalışsa da, Dul Kraliçe at arabasından yalpalayarak yere atladı. Dizleri üzerine düşmüş ancak oğluna ulaşan elleri görünce acıyan bedenini unutuvermişti. Atlar şaha kalkarken, Alicent Hightower güvenli koridorda Prens Daeron'un cenaze aracına koştu ve oğluna uzanan ellere saldırıp geri itmeye çalıştı. Kan revan içinde yere düşen insanların arasında, Dul Kraliçe cılız bir kadınla cebelleşiyordu. Kadın kırılmış tırnakları ile Alicent'ın yeşil elbisesini yırtmaya çalışıyordu ancak Dul Kraliçe'den yediği bir tokatla geri tökezledi. Kadınla başa çıkabilmekle işi bitmiyordu. Ayak dibine atılan taş parçalarından biri dizine geldiğinde, Alicent acıyla kaçmaya çalışmıştı ama gittiği yer kızının yanı değil, oğlunun yattığı araçtı. Ağabeyi Gwayne'in ona bağırdığını duyabiliyordu fakat zihni öyle bulanmış ve konvoy saldırısı öyle şiddetli bir hâle gelmişti ki, Alicent'ın algıları karmakarışıktı.

Kendisini zar zor Daeron'un cesedinin başına atabildi. Yer taşları insanların kanıyla boyanırken, Dul Kraliçe kimse Daeron'a yaklaşmasın diye uğraşıyor ve boğazı acıyana kadar tehdit ederek bağırıyordu. Bir kral muhafızının sırtı iki genç dilenci tarafından hedef oldu; aldığı sopa darbesiyle başındaki kanlı yarıkla yere adamlar yığıldı, kılıçlarla kanları akıtıldı ve kelleler uçuruldu. Kolunu yakalayan sakallı adam ile yüz yüze geldiğinde de Alicent Hightower uçurulan kellerin etkisiyle zihnindeki korkunç anılara teslim olmuştu. Oğlu için göz yaşı döküyordu, kendisi için değil. Burdan canlı çıkıp çıkmayacağı bile belli değilken, yaptığı tek şey ölü oğlunun sarılmış bedeninin üzerine kapanmaktı. Fakat iki parmağı eksik aşağı tabakadan bir adam onun ince kolunu kabaca tuttuğunda, Alicent'ın karşı koyması mümkün olmamıştı ve cenaze aracından hızlıca geri çekildi.

"Gaspçılar!" Tükürerek bağıran adam, Dul Kraliçe'nin kolunu çekiştirdi. Tek amacı kadının takılarını almak, belki de kadife elbisesini yırtmaktı. Kadın kendisini kurtarmaya çalıştıkça, kaba adamın elleri Alicent Hightower'ı bir fahişeyi azarlar gibi sarsıyordu. Dul Kraliçe halkın kalabalık eline doğru sürükleniyordu. Sör Arryk Carygll'ın ortaya çıkışı biraz daha geçikmiş olsa idi; Dul Kraliçe linç edilerek ayaklar altında öldürülecekti muhtemelen.

Diğer kolunu yakalamış Sör Arryk'in korumasında, ona saldıran adamdan kurtulan Dul Kraliçe'nin sarsılan aklı için diyar ters düz bir hâldeydi. Gücü kalmamıştı adeta. Eteğini toplayarak muhafızın eşliğinde koşmaya çalıştı. Kardeşi Gwayne'in yine ata bindiğini ve Helaena'yı arkasına aldığını gördü. "Yolu açın!" diye bağırdı Sör Gwayne. Dul Kraliçe de bu sırada Sör Arryk'in atına bindiriliyordu. Oğlu Daeron'un yattığı araca gitmek istese de muhafız izin vermemişti.

İki beyaz pelerinli atları, Dul Kraliçe ve Kraliçe Helaena'yı güvenli kaleye götürmek için hareketlendi. Daeron Targaryen'in yattığı at arabasının da sürücüsü kafasına aldığı darbelerden dolayı baygın olduğu için bir şehir muhafızı onun yerine geçmişti. Yarısı sokakta bırakılan konvoydan sadece önemli olanlar aceleyle eve götürüldü.

Onlar uzaklaşırken taşlar atılmaya ve Rhaenyra Targaryen adına tezahürat edilmeye devam edilmiş, muhafızlar onlarca kişiyi öldürse bile sesleri asla sona erdirememişti. Beyaz Solucan'ın kentteki etkisi hâlâ dillere destandı ve kışkırtılan halk artık durulmaz, kimse güvende olamazdı.

Mysaria'nın fareleri olayı izlemişti.

Kaçmak zorunda kalan yeşilleri en kısa zamanda patronlarına yazmak için uygun vakti bekleyeceklerdi. Kan ve çan hükmetti yazacaklardı. Kaçtılar ve artık acizler.

Çünkü gerçek buydu, kaçmışlardı.

Alys Rivers kalenin balkonunda, apar topar geri dönen araçları izlerken bir endişe barındırmıyordu yüzünde. Eli, rahminde büyüyen bebeği hissetmek için karnında iken, yeşil gözlerindeki güç yükseliyordu. Tebessümü sahiydi.

Çanlarla gülen şeytan, oydu.

*

Balşarabı nehrinden kan akıyordu.

Şövalyelerin çizmeleri altında ezilen çimler, kurak otlarmış gibi neşeden yoksun bir hâlde rüzgarla dalganmak için başlarını her kaldırdıklarında bir çığlık daha duyuyorlardı. İnsanların çığlıklarını. Kılıçların çınlamasını ve atların isyanlarını. Honeyholt, baskın altındaydı. Güneyden ve kuzeyden iki farklı ordu, üç farklı bayrak altındaki acımasız bir birliğin saldırısıydı bu.

Yeşiller adına katletmeye gelmişlerdi.

Menzil bölgesinin en değerli toprağı sayılan Balşarabı yatağı, Lord Lyman Beesbury'nin infazından sonra küçük oğlu Alan Beesbury'e kalmıştı ve genç adam, lordluk unvanını alarak babası için bir intikam yemini etmişti. Siyah sancağı dalgalandırmıştı kalesinde ve Kraliçe Rhaenyra Targaryen'in uğruna savaşan sayılı Menzil evlerinden biri olarak açık hedefti. Toprak gözcüleri tarafından ona ulaştırılan bir haberle, Alan Beesbury saldırıya uğrayacağını anlamıştı ve Harrenhal'daki Daemon Targaryen'den yardım isteyip ejderha desteğine ihtiyacı olacağını yazmıştı. Adamlarım kaleyi koruyabilir ancak sonsuza kadar dayanamayız sözleriyle durumunu açıklamış, mektubu gittiği günün ertesinde ise Hightower evine ait bayraklar taşıyan kalabalık birliği Balşarabı nehrinin kıyısında bularak savaşın kapısında karşılamıştı.

Vahim bir hainlik altındalardı.

Güneyden Hightower birliği saldırı düzenler iken, Parlak Su Kalesi'nin bulunduğu kuzey bölgesinden de iki birlik daha geliyordu. Yüksek Bahçe evinin sahibi Tyrell hanesi ve deniz yoluyla güneye inerek Menzil birliği ile birleşen Lannister birliği hep bir elden Honeyholt'u sıkıştırmak adına kılıçlarını çekmişlerdi. Amaçları bir siyah-yeşil çatışmasından öteydi. Tek istedikleri değerli toprakların sahibi olmaktı. Bereketli tarım topraklarını almadan önce ise kanla sulayıp, Lord Alan Beesbury'nin kellesini de zafer niyetine kazığa geçirerek Menzil'de bir ödül gibi gezdirmekti planları.

Honeyholt kalesinin kapıları kilitlenip sağlamlaştırılmış, mahsuller kilerlere alınmış, yaşlılar ve çocuklar mahzene saklanmış, eli silah tutan kadınlar ise kaleyi korumak için avlularda birlik oluşturmuşlardı. Kale duvarlarındaki okçular, nehir yatağında yaşanmakta olan savaşı uzaktan destekliyorlardı. Oklar yağmur gibi yağıyordu yeşillere ve cehennem Balşarabı nehri yanında yaşanıyordu. Alan Beesbury'nin ordu namına topladığı tüm adamlar savaşa göğüs göğüse çarpışarak girmişti ama tek değillerdi. Boynuz Tepesi'nden de yardım gelmişti. Lord Alan Tarly'nin topladığı ordu kuvvetliydi. İki Alan Birliği olarak tarih kitaplarına girecek olan bu dayanışma, nehir yatağındaki savaşın seyrinde hakiki bir değişimle taçlanıyordu. Üç yeşil birliğine nehrin diğer tarafına geçme şansı vermemek için canla başla kan döküyorlardı.

Şaha kalkan atların sırtındaki lordlar, kılıçlarını çekerken, ilahi bir hüzmeyi kanlı çeliklerine yansıtıyorlardı. Lord Alan Tarly, kalkanı ile yıktığı iki asker için savaş nidaları atarken kılıcı yeni kurbanlar için savruluyordu. "Korkak hainler!" diye bağırışı duyuldu. Yeşil birliklere kan kusturmak için boynuz miğferleri ile kafa atan Tarly ordusu, Tyrell ile Lannister birliklerini şiddet ve nefretle karşılarken; Beesbury'nin adamları güneyli hainlere kemiklerin nasıl kırıldığını gösteriyorlardı. Vahşi bir savaş alanıydı. Alan Beesbury'nin kılıcı nice zırhın zayıf bölgesinden ete girmiş, silah tutan elleri uçurmuş ve kan banyosu yapmış gibi yüzü gözü kırmızıya boyanmıştı. Bir Hightower piçi olan Martyn Flowers önderliğiyle saldıran birlik, oklarla siyah askerleri indiriyordu. Düşmanın zayıf atlarını nehre itiyor, askerleri sırtlarından ve bacaklarından vurarak katlediyorlar, çimenlerin arasındaki yaralı olanları es geçmiyorlardı. İki taraftan araya aldıkları Honeyholt'u ele geçirmenin hayaline sıkı sıkıya tutunmuşlardı ve kana bulanan nehirde yıkanmak için savaşçının kudretine güveniyorlardı.

Lakin tanrılar ortalıktan çekilmişti.

Çünkü Cannibal geliyordu.

Tüyleri ürperten bir kükreme işitildi, gökyüzünden gelen. Nehrin yatağında öfkeyle köpüren kanlı suyun seslerine karışan bu kükreme, çarpışan kılıçları susturdu. Öyle derinden, öyle kuvvetli bir kükremeydi ki; savaşçı tanrı gökte bulunan evinden toprağa iniyordu en kadim hikayelerde yazdığı gibi adeta. Bir tanrı olduğu doğruydu, karaydı ve merhameti yoktu. Yedilerden değildi. Daha antikti, daha kutsal ve daha da beteriydi. Yabancı adına kükrüyordu.

Bulutların arasındaki yaratık Vhagar ya da Kral Aegon'un güneşi Sunfyre'ın ihtişamlı varlığı çıksın diye dua etmiş olan yeşiller, Balşarabı nehrine gölge gibi çöken karanlık kanatları görünce hüsrana uğramışlardı. "Prens Daerys geliyor!" diye bağıran siyah sancaklar zaferin kokusunu, Cannibal'ın isle ve kanla yayılan kokusu olarak aldılar ve nidaları galibiyet için yükseldi. Nefret tükürükleri tezahüratlara dönüşüyor, kadim yaratığın sırtındaki prens için korku ve minnettarlık aynı anda arşa yükseliyordu.

Cannibal'ın kanatlarını takip etmek için atları dört nala süren bir birlik daha vardı. Üç Kale'den Lord Owen Costayne, topladığı orduyla beraber Cannibal'ın gölgesinde nehir yatağına doğru güneyden gelmekteydi. Mızrak tutan askerler ön safhada yaklaşırken, Kraliçe Rhaenyra adına! diyen zırhlı askerler kılıçlarını yukarıya kaldırdı. Ateşten kurtulacak hainleri toplayıp prensin önüne atmak için geliyorlardı

Lannister ve Tyrell birlikleri korkuyla kuzeye doğru geri çekilmeye başladı. Lord Alan Tarly gitmelerini engelleme gayesiyle adamlarına at sürdürdü ve nehrin kuzeyindeki çığlıklar duymak zorunda kalan herkese cehennemden çağrı yolluyordu. Çekilecekleri güney yolu kuşatıldığı için Hightower birliği de kapana kısıldı. Alan Beesbury'nin adamları onları Cannibal'ın ateşi ile kutsanmaları için kalkanlarla daha güneye doğru itiyorlardı. Korku esir aldı zırhlı bedenleri. Artık galibiyet için değil, hayatta kalmak için siyah taraftaki askerlere saldırıyorlardı.

Prens Daerys ise gökyüzünden izledi birazdan kül ve kemik yığını olarak kalacak yeşilleri. Onun kalbi ve zihni ile ortak düşünen yaratığı da saldırı öncesinde göz dağı verirken, ölümlü bedenlerin göreceği son şeytanlardan biriydi. Yeşil gözleri parladı. Boğazına püskürtülmeye hazır yeşil alevlerden hücum etti. Toprağa doğru inen yüzü alaycı öfkesiyle Daerys Targaryen'in birebir yansımasıydı. Kanatları gece etti günü. Gölgesi çöktü ve yeşillerin üzerine karabasan oluverdi.

"Dracarys!" Prens Daerys emretmişti.

Güneşin batışıyla parladı ateş.

Balşarabı nehri kaynamaya başladı.

Kaçmaya çalışan Hightower birlikleri alevler içinde kalıyordu. Lord Alan'ın adamları kalkanların ardına sığınarak kaçarken, eriyen çelik zırhları altında yanıp kavruluyordu yeşiller. Çığlıklar gökyüzüne ulaşıyordu. Nehir alevlerle buluşunca dumanla kaplanmıştı, ateş sarmış bedenlerini kurtarmak için bu nehre atlayan askerler haşlanıyordu. Cannibal'ın pençeleri zavallı askerleri yakalıyordu, parçalıyor ve fırlatarak etrafa saçıyordu. Binicisi Daerys'den duyduğu heyecanlı bağırışlara yüksek kükremesi ile eşlik eden Cannibal bir savaş canavarıydı. Yabani hayatının en güzel günlerinden birini, Balşarabı Savaşı'nda savaşarak geçiriyordu.

Hightower birliğine yapılan saldırıyı gören Lannister ile Tyrell birliklerini artık Tarly kuvvetleri de tutamaz oldu ve nehrin kuzeye giden yolunda canı için koşturan askerlerin akıntısı tepe bölgelere doğru tırmanıyordu. Alevler ile baş başa kalmış bir Hightower atı tutuşmuş çimlerin arasında koşarken, Lord Alan Beesbury'nin yaralı kolunu tutarak alandan kaçmasına adamları yardım ediyordu. Cannibal'ın kuzeye yöneldiğini gördüler. Ejderha şiddetli bir rüzgar yaratıp üzerlerinden geçti.

Güller ve aslanlar hedefindeydi.

"Eğilin!" diye bağıran Lord Tarly'nin emrini dinleyen askerleri, düşmanları kovalamaya anında son vererek yere yatmış, kalkanlarını siper etmişlerdi. Onların tarafında olduğunu bilseler de Tarly hanesinin genç askerleri kara ejderhanın alçak uçuşunu dehşetten büyümüş gözleriyle izliyorlardı.

Kaçan düşman askerleri Cannibal'ın alevlerine maruz kaldıklarında, yedi diyarın en kâbus dolu manzarası da ortaya çıkmıştı. Koşan ateşler vardı. Çığlık atıyor, çırpınıyor, merhamete haykırıyorlardı. Kaya diplerine sinen ya da yeterince şanslı sayılan bir avuç asker dışında kuzeyden gelen düşman hattı tamamen yok edilmişti. Ejderha soludukça küller yükseliyor ve Daerys Targaryen'in namı ateşle yazılıyordu.

Yeşillere göre zalimdi.

Siyahlar için ise bir kahramandı.

Ünvanının taraflara göre değişmesini zerre umursamayan Prens Daerys ve kadim dostu Cannibal, savaş alanında yanmaya devam eden cesetleri göğün sükunetinden izliyordu. Lannister ve Tyrell birliklerinden sağ kalan birkaç asker yakalanmış, Honeyholt kalesine doğru sürükleniyorlardı. İki tarafında cesetleri Balşarabı nehrinde balıklar gibi suya gömülüyor, yükseliyorlardı. Toprak ateş ve kana bulanmıştı. Ağır dumanlar tütüyordu, alandaki yanan insanların kokuları kaledekileri dahi öksürtüyor ve galibiyet alan siyahlar Prens Daerys'i kalenin önünde selam vererek karşılıyorlardı. Ellerine geçen düşman askerleri, birazdan yanarak infaz edilecekleri için titremektelerdi. Dizlerinin üzerine çökmüşler, enseleri onları boğmak isteyenler tarafından tutulmuştu. Cannibal süzülerek kale önündeki açık alana inerken, Daerys Targaryen'in onlara merhamet etme gibi bir niyeti olmadığını biliyorlardı.

Ejderhanın sırtından inen Daerys'in gözlerinde de merhamet yoktu zaten. Siyah zırhı içindeki prens, Costayne ordusunun yakaladığı ve infaz edilsin diye diz çöktürülen Hightower birliği komutanı Martyn Flowers'ın mağlup hâlini izleyerek adamlara doğru gitti. Alan Beesbury tarafından karşılanan ve yardımı için duyulan minneti pek kabul etmeden dinleyen Prens Daerys zevk alarak giriştiği savaş için kimse ayaklarına kapansın istemiyordu. O da cesaretleri adına İki Alan'ı kutladı. Miğferini başından çıkartarak isten kararmış yüzünü ortaya serdiğinde, mor irisleri hâlâ ateşin sıcaklığında yükselen parlaklığını koruyordu.

"Lannister ve Tyrell adamları sizin, lordum." dedi Prens Daerys. Gittiği adımlar onu Martyn Flowers'ın ve yakalanan diğer düşmanların önüne kadar götürmüştü. Mağlup adamların yüzleri ona döndüğünde ise Daerys'in planı sadece bir kişi adınaydı. Lord Alan Beesbury merakla sordu:

"Hightower piçi ne olacak, prensim?"

"O benden bir mesaj götürecek."

Martyn Flowers'ın yaralı bedeninin çırpınışları, prensin lafını duyunca sona ermiş ve kanlı yüzünü Daerys Targaryen'e çevirdiğinde istemsizce meraklı görünmüştü. Ejderha prensi adamın kaldırılmasını emretti. Lord Ormund Hightower'ın piç kardeşinin zorla ayağa kaldırılmasının ardından ona yaklaştı ve adamın ona tükürme hamlesini zırhlı eliyle attığı yumrukla boşa çıkardı. Martyn Flowers'ın kanlı yüzü biraz daha yara alırken, tekrar böyle bir şeye heveslenmesin diye iki asker tarafından hırpalanıp Daerys'in karşısında yeniden ayağa kaldırıldı.

"Ormund kancığına gideceksin." diye başlamıştı Daerys. Siyah tarafın zafer almış adamları etraflarına toplanmış, dinliyorlardı. "Ona, hain babası adına intikam istiyorsa eğer, benimle düello etmesi için buluşmasını söyle. Nerede olacağına o karar verebilir. Ne de olsa gömüleceği yeri seçebilmek herkesin hakkı olmalı, değil mi?"

Bu düello teklifinden sonra Martyn Flowers'a bir at verildi ve yanmış bir Hightower askerinin kellesi de atın çantasına konularak Eski Şehir Lordu Ormund Hightower'a mesajı iletmesi için serbest bırakıldı.

Diğer esirler, Lord Alan Beesbury'nin emriyle oracıkta kılıçtan geçirilmişti. İnfaz edilen Tyrell askerlerinin kellesi kutulara konuldu, savaştan çekilsinler diye Yüksek Bahçe'ye bir uyarı olarak gönderilmişti.

Balşarabı Savaşı, siyahların en büyük zaferlerinden biri olarak anılacaktı.

*

"Laenor amcama çok benziyorlar."

"Belki." dedi Prens Maerys, pek emin olamıyordu. Geldiklerinden beri iki Velaryon piçini izlemişti ancak hâlâ düşünceleri toparlanmamıştı. "Alyn benziyor biraz. Ama Addam'ın Lord Corlys Velaryon'un genç bir kopyası olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim."

"Öyle mi diyorsun?"

"Baksana şunlara, Rhaena."

Gözleri avludaki kardeşlere doğru döndü. Talim alanında kılıçları ve topuzları inceleyen ciddi Addam ile küstah ifadeli kardeşi Alyn, kaledeki herkesin ilgi odağındaydı.

Ejderha Kayası'na demir atan Hull'lu Marilda ve ejderha tohumu oğulları, Siyah Kraliçe tarafından huzurlarına kabul edilmişti. Ufak mürettebatı ile kaleye getirilen Marilda, Driftmark'ın en büyük tersanesinin sahibiydi ve babasından ona kalan mirası, Corlys Velaryon'un filolarını yeni gemilerle güçlendirerek yaşatıyordu. Rhaenyra Targaryen'in huzurunda başını eğdiği vakit kendisini bu özelliği ile tanıtmış, hizmetinizdeyim demişti ancak orada olmasının asıl nedeni, tersane sahibi olması değildi.

Oğullarını getirmişti.

Velaryon piçleri olduklarını iddia ediyordu. Söylediğine göre; Siyah Kraliçe'nin merhum kocası Laenor Velaryon'un gayrı meşru oğullarıydı bu genç adamlar. Uzun boylu ve bir boğa kadar güçlü görünen Addam ile küstah gülüşlü ve yakışıklı yüzlü Alyn görünüşte zaten Velaryon olduklarını kanıtlıyorlardı. Gümüş-beyaz saçları ve koyu tenleriyle, Laenor Velaryon'a oldukça benziyorlardı. Fakat herkesi düşündüren kısım görünüşleri ya da benzer yüzleri değildi.

Sör Laenor'un kadınlara herhangi bir ilgisinin olmadığını, en iyi eski karısı Rhaenyra Targaryen bilirdi. Adamın evli kaldıkları süre zarfında ona hiç şehvetle bakmayışı, bir vâris vermek için yaptıkları her denemeden korkup kaçması Rhaenyra'nın hâlâ aklındaydı ve bu yüzden Marilda'ya, belli etmese de, inanmamıştı.

Prenses Rhaenys de ondan farksızdı. Marilda ve iki oğlunun sorgulanması sırasında konsey masasındaki yerinde tek kelime etmeden oturmuş ve genç oğlanların yüzlerini inceleyerek yıllar önce kaybettiği kendi oğlunun özlemi ile soğuk bir yas tutan kalbini pekte iyi hissettirmeyen bir düşüşe yeniden teslim etmişti. Oğlunu tanırdı. Onun huyunu da ilgisini de bilirdi. Kadınlar, oğlunun varacağı bir durak olmamış ve asla gitmemişti onlara. Fakat Lord Corlys, iki ejderha tohumunu hevesle kabul ediyordu. Sorgu boyunca genç oğlanları sahiplenmiş, Siyah Kraliçe'yi ikna ederek Marilda ve oğlanların bu kalede bir süre konuk olmaları adına izin çıkarmıştı. Onun bu ilgisi hâliyle şüpheleri de beraberinde getirmiş ve kapalı kapılar ardında karısı Rhaenys Targaryen ile kavgalar etmişti. Sabah ve akşam, karısı daima aynı şeylerden bahsedip sormuştu:

Nasıl bu kadar emin olabiliyordu?

Oğlunun durumunu bilmiyor muydu?

Lord Corlys Velaryon'un yanıtı daima aynı olurdu, nihayetinde o bir erkekti! Oğlunun arada bir Marilda'yı görmek için Hull kasabasına gittiğini ve bunu o zamanda bildiğini iddia etmişti. Her nasıl oluyorsa, Rhaenyra Targaryen'in yatağına girmeyen oğlunun bir gemici kızla buluştuğunu hemen kabul edip sorgulamaktan kaçınıyordu. Corlys'in davranışı insanları ikiye bölmüştü ve bazıları onun erkek torun eksikliğini gidermek için çırpındığını söylese de çoğunluk yalanın kokusunu alıyordu.

Mhyris, odalarına yerleşirken Marilda denen kadını birde kendisi sorgulayıp ağzından ufakta olsa gerçeklik payını almaya çalışmıştı. Ama ne sorarsa bir yanıtı mutlaka vardı. Marilda sakindi. Laenor ile yalnızca iki defa birliktelik yaşadığını ve ikisinin de hamilelikle sonuçlandığını söylemiş, Laenor için bir aşıktan ziyade öğretici olduğunu dile getirmişti. Aşık değildim ama iyi bir adamdı demişti. Sükuneti ve doğru söylediğini iddia ederken sürekli bir omzunu oynatması Prenses Mhyris'in ikna olmasını engelliyordu fakat tüm çabasını kullanmıştı.

Üstad Gerardys onun yerine dobra bir tavırla Kraliçe Rhaenyra'yı uyarmıştı. "Nettles için gösterdiği tavrı piç deniz tohumları için de isteyecektir. Tevazu göstermek riskli olur." demişti gayet net bir şekilde. Fakat söz konusu gayrı meşru oğlanlar olunca, Rhaenyra bir zamanlar kendi oğullarının da dışarı atılmak istendiğini hatırlıyor ve Lord Corlys'in onları aileye katma hevesini anlayabiliyordu.

Bundan dolayı Marilda ve oğullarını, konuk olarak kalede ağırlıyorlardı ve Kraliçe Rhaenyra, merhum kocasının gerçekten bir kadına ilgi duyduğunu kendine kabul ettirmeye çalışıyordu. Onun aksine Mhyris bu duruma hâlâ inanmıyor, olan biteni Daemon'a her gün yazdığı mektuplarda anlatıyordu. Kocasından aldığı cevap mektubunda Laenor tersane ziyaretlerinden kaçınıp Hull kasabasındaki erkekleri görmeye giderken, Lord Corlys'in şu bahsettiğin Marilda'yı ziyaret ediyor olmasını hiç düşündün mü? diye yazması, Mhyris'i hepten şüpheye düşürmüştü.

Gün batımında avluda olan Addam ile Alyn, tüm bu şüphelerin odağında pek rahatsız görünmüyordu. Kimseyle tek kelime etme çabasına girmemişler ve geldiklerinden beri Corlys Velaryon'a akşam yemeklerinde eşlik etmişlerdi. Yetişkin oğlanlar özgürce büyümüştü, her hallerinden belli oluyordu. Kalede ne kadar ağır iş varsa çekinmeden el atıp çalışıyor ya da geceleri köprüdeki gölge adamları rahatsız ederek sarhoş kahkahalar atıyorlardı. Yakaları açık gömlekleri vardı. Addam ceket giyinip deri bileklikler takarken, Alyn cekete ihtiyaç duymadan biçimli gövdesini sergiliyor ve deniz kabuğu kolyesi ile deniz mavisi bir bandana takıyordu.

Avluda yalnız değillerdi.

Dün sabah adaya geri dönen Orlys'in ona özel hazırladığı karışımla gücünü iyice topladığını hisseden Maerys'in, gün batımını izlemek için dolaşmak istemesine nişanlısı Leydi Rhaena da eşlik ediyordu. İki genç kol kola avlu boyunca yürüyor ve göz ucuyla, yeni tanıştıkları piçleri izliyorlardı. Alyn beğendiği bir kılıcı eline alıp çevirdi, ağırlığını tartmış ve ağabeyi Addam'a meydan okumuştu. İki kardeş bir süre sonra antrenman yapmaya başlarken, avluyu gören ufak taş balkonda Lord Corlys Velaryon bastonundan destek alarak duruyordu. Yanındaki Kraliçe Rhaenyra ile birlikte iki oğlanın nasıl kılıç kullandıklarını gözlüyorlardı.

"İyi eğitim almışlar."

"Tersanede büyümenin etkisi." dedi Lord Corlys. Yankılanan kılıç sesleri ve iki ejderha tohumu, ona kaybettiği oğlu Laenor'u hatırlatıyordu. "İyi bir denizci olmanın ilk kuralıdır. Gemiyi yaparken pişersin. Güç ve sezgi verir."

"Siz de çocukken gemilerin yapımına katkı sağlıyor muydunuz, lordum?"

"Tersaneler ikinci evim gibidir."

Rhaenyra adama baktı. Lord Corlys'in dalgın gözleri avlu meydanına yoğun bir şekilde odaklandığı için ne yanıt verdiğini de bilmiyor gibiydi. Bir süre sustular. Addam'ın kuvvetli saldırısı ile Alyn'i toprağa sermesini izlediler. Diğer yandan, Rhaenyra arada sırada Maerys ve Rhaena'ya da el sallıyordu.

"Onların da evlerinde olmasını çok isterim, majesteleri."

Siyah Kraliçe duyacağı şeyi anladığı için ilk başta sesini çıkarmadı. Lord Corlys'in bastonuyla bir adım ileriye gitmesini ve taş balkon korkuluğuna yaslanıp cesaretini toplayışını bekledi sabırla. Gün batımının turunculuğu üzerlerine yansıyordu.

"Oğlanlar Velaryon kanından geliyor."

"O konudan hâlâ emin değilim." dedi Kraliçe Rhaenyra. Evlilik yüzüğü ile oynuyordu. "Marilda yalan söylüyor olabilir, Corlys. Ben hâlâ Laenor'dan çocukları olduğuna inanmıyorum."

Ortaya bir yem atmıştı.

Adamın hareketlerini izliyordu.

"Öyle olduklarına inanın, lütfen."

"Yapmam ki! Laenor'u tanıyorum."

"Herkesin iyiliği için onu biraz da olsa tanımadığınızı düşünün, majesteleri." dedi Lord Corlys, ısrarla. Tükenmekte olan bir kuvveti varmış gibiydi. Avlu seslerini dinlerken, Kraliçe Rhaenyra ile birbirlerine baktılar. Adam itiraf ediyordu sessizce. Ama söylemezdi.

"Sizin iyiliğiniz için olmasın lordum?"

"Bu fikrinizi değiştirir mi?"

Rhaenyra yanıt verecek gibi oldu ama sözcükler dökülmemişti ağzından. Ve fikrinin ne olduğunu bile bilmiyordu. Rhaneys'i düşünüyordu. Lord Corlys Velaryon'un yanında durarak adamın omzunu sıvazlarken, avludaki gayrı meşru oğlanların toprakta yuvarlanıp güreştiği anları izlemeye daldı.

Leydi Baela'nın avlu kapısından dışarı hırslı adımlar atarak çıkışı, güreşmeyi uzattıkça uzatan ve bunu yaparken de yaverler kadar toprağa bulanan piçler için duraksama sebebi olmuştu. Alyn durmuştu daha doğrusu. Addam ona bacak bükme hareketini uygulamakla meşgul iken Alyn bilerek pes etmiş ve Baela onlara doğru yaklaşırken yerde oturarak beklemişti. Fakat Baela ikisi için ilerlemiyordu. Hatta onlara ters bir bakış atarak yanlarından geçmişti, kardeşine ve prense doğru gidiyordu.

"Ben de umutlanmıştım." diye kısık bir sesle söylendi Alyn. Laf atıyordu aslında. Toprağa bulanmış yüzünde parlayan yeşil gözleri, pantolonlu ve tanıştıklarından beri kızgın görünen Baela'yı takip etmekteydi.

Baela onu duymuştu. Adım atmaya son verdi ve henüz iki piç kardeşin beş altı adım ilerisinde iken durarak onlara döndü. "Ne dedin sen?" diye sordu azarlar gibi. Ruh hali keyifsiz, sinirleri gergindi. Çünkü Jacaerys'in tüm vaktini üstad kulesinde Mhyra ile geçirdiğini öğrenmişti. Onları ziyaret etmiş, Gerardys'ten ders alan Mhyra kitaplarla cebelleşirken Jacaerys'in de ona eşlik ettiğini görmüş, prensi gün batımını izlemeye devam etmişti ama olumsuz bir yanıt alınca üstad kulesi merdivenlerini öfkeyle inerek avluya çıkmıştı. Soluklanıp sakinleşmek için buradaydı ancak Hull'lu Alyn şimdilik onu rahat bırakmayacak gibiydi.

"Sana dedim!" Leydi Baela, yerden kalkmadan üzerini silkeleyen Alyn'e doğru ilerledi. Genç adamın başında durup ona tepeden bakıyordu. "Bana az önce ne dedin sen?"

"Umutlanmıştım, dedim."

Addam sorun çıkmasın diye kardeşi adına özür dilemek istese bile Alyn'i sorun çıkartmaktan alıkoyamıyordu.

Zaten Baela da onu dinlemedi.

"Ne demek ki bu?" diye sordu kız.

"Belki bugün bana gülümsersin diye umutlanıyordum ama görüyorum ki hâlâ suratsız bir küstahsınız, leydim."

"Laflarına dikkat et!"

Alyn arsız biriydi. Genç kızı baştan aşağıya süzerken de bu arsızlığının önüne geçemiyordu. "Seni kızdıran kim? Nişanlın mı? Bu sabah gördüm onu. Sevimli bir çocuk. Kraliçe olma hayaliyle mi onunla nişanlandın?"

"Bu lafın için dilini kestirebilirim!" dedi Baela. Sabırlı gözükmek adına çabalasa da yüzü sinirden kızarmıştı.

"Kesmek isteyeceğin kişi ben değilim."

Addam ona susmasını söyledi.

Fakat Alyn oldukça inatçıydı.

"Yoksa seni ilgisiz mi bırakıyor? Çok yazık! Seninle ilgilenecek binlerce yol biliyorum. Ama göstermem uygunsuz olur, değil mi? Gerçekten yazık oldu."

Baela kaşlarını çatmaya ara vermedi ya da ağzını açmadı. Kirli çizmeleri ile onu yanıtladı. Kuru toprağa tekmesini attığı gibi biraz havalandırdı ve Alyn'i suratına toprakla yanıt almışken avlu ortasında bırakıp arkasını döndü. İki gözüne de toprak geldiği için sızlanan ejderha tohumu, ağabeyinin ona hak ettiğini söylemesine karşılık vermeye fırsat bulamadan yere uzanıp gözünü açmaya çalışıyordu. Baela ise olanlara gülen Rhaena ve Maerys'e ulaşmıştı. Arsız Alyn'e, kontrol eder gibi birkaç kere dönüp bakan genç leydi hâlâ çok kızgın olsa da, sessizce gün batımında yayılan ışıklara dönmüştü yüzünü.

Aynı gün batımı ışıkları taş salona da yansıyordu pencerelerden. Ama kale her zaman serindi ve salonda şömine hiç sönmüyordu. Prenses Rhaenys o şöminenin önünde oturmaktaydı. Bir yas veyahut hüzün benzeri his vardı halinde. Topladığı saçları ve giyindiği siyah elbisesiyle birlikte şöminedeki ateşi izliyordu. Kaybettiği kızı ve oğlu zihnini meşgul ediyordu. Birde kocası Corlys'in yalanları onu hüzne itmişti. Şüpheleri kalbini parçalıyordu. Corlys ona ihanet etmiş miydi? İnanmak ya da daha fazla sorgulamak zaten kırık olan kalbini hepten yerinden sökecek gibi hissettirse de Rhaenys Targaryen düşünmeden edemiyordu. Zayıf biri gibi görüyordu kendini son günlerde. Çocuklarını koruyamamıştı. Laena ve Laenor daha iyisini hak ederken onlar için daha iyisini bulamamıştı güçsüz anneleri. Velaryon hanesine bir vâris bırakamamıştı. Elinden alınan Demir Taht hakkı gibi ailesi de kopartılmıştı kadından. Baş başa kaldığı kocası ise onu artık teselli edemiyordu.

Oldukça yorgundu.

Rhaenys, yaşlandığını görmüştü artık.

"Hakarete uğramış gibiyim, Mhyris."

"Böyle söyleme." diyen Kızıl Prenses, elini uzatıp Rhaenys'in elini tuttu ve ona sıcak bir dostlukla destek olarak, yıllardır bir çeşit anne gibi danıştığı kadına teselli vermeye çalıştı. Ama ne kadar zor olduğunu anlayabiliyordu. Kocasından şüphe etmek, her kadını düşüncelere iterdi. Daemon için aynı şüpheleri duyacağını hayal etmek bile Mhyris'in midesini kaynatmıştı.

"Corlys ile sakince konuştunuz mu?"

"Aynı şeyleri tekrar edip duruyor."

Mhyris oturduğu koltukta rahatsızca kıpırdandı. "İnanması zor ama..." dedi fakat cümlesini tamamlayamadan bir başka düşünce aklına hücum etti. İki kadın da ateşi izleyerek bir yanıt için başlarını ağrıtıyorlardı.

"Laenor'u sen de tanıyordun."

"Evet."

"Gözlerimin içine bakarak yalanına inanmamı bekliyor. Marilda denilen kadını çok duydum." dedi Rhaenys. Başının ağrısına katlanamıyor gibi rahatsız ifadesiyle arkasına yaslandı ve Mhyris'in elini bırakmadı. "Babası, Yüksek Dalga'ya, Corlys'in huzuruna gelirdi her sene. Gemileri o yaptırırdı. Corlys ise sık sık o tersaneye giderdi. İkinci evi gibiydi. Laenor'u da yanına alırdı ama geri döndüklerinde, oğlum bana tersaneden kaçıp dolaştığını ve orada olmak yerine kumsala gittiğini anlatırdı hep."

Oğlu Laenor'dan bahsetmek kadının hüzün dolu kalbine rağmen tebessüm etmesi için yeterli olmuştu. Mhyris de ona eşlik etti.

"Eğer tersanedeki güzel kıza bir ilgisi olsaydı, bana söylerdi. O iki oğlan da benim torunlarım olamaz."

Mhyris'in hisleri de bu yöndeydi.

"Driftmark'a döneceğim." Rhaenys'in bitkin gözleri, kararına karşı endişeli görünen Mhyris'e baktı. "Burada bir gün daha kalmak istemiyorum. Adayı korumaya odaklanırsam yaşlanmış zihnimi biraz susturabilirim."

"Seni yalnız gönderemem, Rhaenys."

"Baela ve Jacaerys eşlik ederler."

"Hayır..." diye itiraz eden Mhyris, sıkı sıkı tuttu kadının ellerini. "Bu hâlde olduğun sürece aklım sende kalacak. Çocuklar sana teselli veremez. Ben de geleyim. Harrenhal ve Driftmark arası mekik dokurum."

"Teşekkür ederim, Mhyris. Ancak benden daha önemli işlerin var."

"Bir işimin daha olması beni yormaz. Oturmaktan sıkıldım zaten. Seninle geleceğim."

Rhaneys ona başka bir itiraz etmeye hazırlanmıştı ki, salonun kapısı Sör Raymond tarafından aceleyle açıldı. Adam elinde tuttuğu parşömeni Kızıl Prenses'e iletmek için sert adımlarıyla yaklaşırken, iki kadın endişe ederek ayaklanmışlardı. Çünkü Raymond'un kötü bir haber getirdiği çok açıktı.

"Kim?" diye sordu Mhyris, korkuyla. Oğlu Honeyholt savaşındaydı, kızı da Orlys'i adaya bıraktıktan sonra tekrar kuzeyli orduya eşlik etmeye gitmişti. Ve Daemon vardı. Kocasına bir şey olduğunu düşününce bile adımlarını tökezlemekten kurtaramadı.

"Duskandale baskına uğramış." dedi Raymond. Kadınların yanına ulaşıp parşömeni Mhyris'e vermişti. Kızıl Prenses yazılanları okurken, adam da Prenses Rhaenys'e açıklıyordu.

"Criston Cole'un ordusu, dört binden fazla adam toplamış. Dün gece Lord Darklyn'in kalesine saldırıp, köyleri yakıp yıkmışlar. Vhagar'ın çocukları bile yaktığını görenler var. Kale çok çabuk düşürülmüş."

"Lord Darklyn'in kellesini almışlar." dedi Mhyris, parşömenden kafasını kaldırınca. "Bizzat Kral Eli tarafında infaz edilmiş."

"Criston'un saldırgan olacağını zaten biliyorduk." Rhaenys, Kızıl Prenses'in elinde yanmaya başlayan parşömenin ilettiği kötü haber karşısında korkuyu hissetmiyordu. Sadece, Lord Darklyn ve Duskandale halkı adına gittikleri yerde huzur dilemişti.

Mhyris kağıttan kalan külleri dökülüp süzülmeleri için avuçlarından yere doğru bıraktı. "Harrenhal'a haberler ulaştı mı, Raymond?"

"Üstad Gerardys yazıyor, prenses."

"Tamam, Daemon'a ben olmadan asla karşılık vermemesini yazın. Konseyi de topluyoruz. Herkesi çağır. Ejderha binicileri hazır olsun."

"Emredersiniz." dedi Raymond.

Mhyris, danışman ve ejderha binicisi olarak bu saldırıya karşılık verilmesi için tüm konseyi toplamanın derdine düşerken salondan Sör Raymond ile birlikte ayrılmıştı. Fakat geride kalan Prenses Rhaneys'in gözlerine beliren ifadeyi görememişti.

Cesur bir kadının ifadesiydi bu.

Ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı.

*

Kuzeyli adamlar her fırsatta bir şarkı mırıldanırdı. Özellikle sarhoş ve yaşlı olanlarının müstehcen dilli şarkıları epey meşhurdu. Kabarık sakallarının arasındaki ağızları bira kokar, şarkıyı güzel kızlara bakarak söylerlerdi.

İhtiyar Roddy bu adamlardan biriydi.

Şarkısını Daena'ya ithaf etmişti.

"İkizler'in kulesinden bakan bir kızdı, Estelle. Kuzgun kadar siyahtı saçları. Ulukurtların yolunu gözler, evinden kaçardı genç bir kuzeyli için. Soğuk bir ahırda buluştuklarında, kaçıncı kez kaybettiğini bilmiyordu bekaretini."

Prensesin kahkahaları atlı ordunun başından ve sonundan duyulabilecek kadar yüksek çıkmıştı. İhtiyar Roddy için ihtiyar ozan diyordu. Koca cüssesi ve uzun kırlaşmış sakalları olan Lord Roderick Dustin; prensesin ozanlıkla ilgili iltifatını, kürkü onu iki kat daha büyük gosterirken gururla kabul edip böbürlenmişti.

Kuzey ordusu, gecenin köründe geçit yolundaydı. Onları bataklık arazide bırakıp Orlys ile Wildfire çantalarını Ejderha Kayası'na götüren Daena ve Silwerwing, vakit kaybetmeden geri döndüklerinde orduyu Frey hanesinin evine varmak üzere bulmuştu. Eşlik etmek için ejderha sırtından inmiş ve at sırtına çıkmıştı. Karanlık ormanın karlı yollarında, meşale ateşleriyle yol namına açılan geçişi görebiliyorlardı. Sık ve heybetli ağaçlar gökyüzündeki ay ışığını reddeder gibi orduyu sarıp sarmalamaktaydı. Silwerwing ise ara sıra ordunun üzerinden geçerek zaten soğuk olan rüzgarları hepten buz gibi hissettiriyor, ağzı bozuk kuzeyliler de küfür edip duruyordu.

Daena, onlara büyük ölçüde alışmıştı. Kaba şakalaşmalarını seviyordu. Bir saniyede bile güreşecek kadar sinirli görünüp beş dakika sonra el ele dans edişlerini de izlemişti. Prenses Daena için yabancı olmayan şeylerdi bunlar. Ağabeyi Daerys ile büyürken, kuzeyli gibi kavga ederlerdi hep. Soğuk hava dışında her şeye alışmıştı. Ama rüzgar öyle sertti ki, Daena giydiği kürkü bile sıcaklık namına hissedemiyordu. Her iki nefesinden birini ellerine üflüyor, kızarmış burnunu çekip duruyordu.

Atı oldukça uysaldı. Kahverengi yelesi sürekli prenses tarafından okşanan at da hâlinden memnundu. Lord Cregan Stark'ın atını takip eden Daena'ya iki yaşlı kuzeyli adam eşlik etmekte ama prensesin gözü, iki sıra önündeki atın sırtında sessizce yol alan Brandon'da idi. Ateş başındaki sohbetlerinden bu yana birbirlerinden kaçıp durmuşlar, Daena o akşam da sessiz kaldığı için Brandon Stark hepten içine kapanıp prensesi rahatsız etmemeye çalışmıştı kendince. Kurtlar ve ejderhaların hiç çekilmeyecek bir benzerlikleri vardı; gurur. Biri tekrar reddedildiğine dair yanlış bir fikre kapıldığı için, diğeri de yeniden bir erkeğe güven duymaktan çekindiği için köşe kapmaca oynuyor; susuyorlar ve birbirlerinden mahrum kalıyorlardı.

Yine de, Brandon Stark'ın dikkati ve bir kulağı hep prensesin üzerindeydi.

"Söylesenize prenses." dedi Roderick Dustin. Atının sırtında sallana sallana yol alırken, bir elinde bira bardağını eksik etmiyordu. Koca bir yudum aldı ve sakallarında bira köpükleri kaldı.

"Ejderhaya binmek nasıl bir duygu?"

"Tanrı gibi hissettiriyor." dedi Daena.

"Tanrılar nasıl hisseder ki?"

"Binmek gibi işte, Roddy!" Arkadaki orta yaşlı adamlardan biri seslenerek sohbete karışmıştı. İması, kadınların söylenmesine neden oldu. Aynı adam, İhtiyar Roddy'e çok yaşlı olduğu için binmeyi unuttuğunu söyleyip orduyu güldürmüştü. Fakat İhtiyar Roddy de gülüyordu. Altı karısından sonra artık emekli olduğunu açıklamıştı.

"Altı karın mı vardı?" Daena yargılar gibi İhtiyar Roddy'e göz süzdü. "Seni azgın koca sakal! Seni öldürmedikleri için şanslısın."

"Biri ölmeden diğerini bulamadığım için hâlâ hayattayım, prenses. Asla bir kadına boynuz takmamam gerektiğini bilirim. İhtiyar Roddy nasıl hâlâ tek parça hâlinde sanıyorsunuz?"

Daena yanıtı beğendiği için ihtiyarın favori kuzeylisi olduğunu söylemişti ve alınmasını beklediği Sör Brandon; ağabeyi Benjen Stark tarafından alay edildiği sırada, geriye doğru bakarak, soğuktan burnu kızarmış Daena'nın kahkaha atışına tek kaşını kaldırmıştı. İlgi görmediği için kıskanan ufak bir çocuk gibiydi. Bu hâli Daena'yı daha fazla güldürdü. Öyle ki, Lord Cregan Stark ciddi suratlı tek kişi oluvermişti ordusunun içinde. Düğüne gider gibi savaşa giden kuzeyli adamlar şarkılar ve Daena Targaryen sıcaklığı eşliğinde yeni duraklarına varıyorlardı. Gümüş ejderha Silwerwing kükremesi ile tüm geçit köylerine haber vermişti.

İkizler Kalesi yolun sonunda görüldü.

Nehirova sınırındalardı artık.

Ordusunun ön safhalarına atını süren Lord Cregan Stark, ona eşlik eden iki kuzeni ve Prenses Daena ile beraber atlıları hızlandırdı. Frey hanesinin evi önünde onları karşılamak için duran ufak bir gruba doğru gidiyordu ordu.

Lord Forrest Frey'in şövalyelere taş çıkartan karısı Sabitha Frey, kuzeyli dostlarını karşılamak adına at üstüne çıkmış ve geçitteki diğer toprak sahibi olan birkaç adamla birlikte İkizler'in açıklığında bekliyordu. Silwerwing'in uyarıcı uçuşu yerdeki karları kaldırıp yüzlerine çarparken, Sabitha Frey'in ejderhayı izleyen gözleri hayretle ve hayranlıkla doluydu. Ürken atlar bir saniye bile durmuyordu. İçlerindeki hainlerin kokusunu alabilen ise daha olmamıştı.

Kuzeyli ordu orman yolundan yavaş yavaş açıklığa çıkmaya başlamışken, gecenin karanlığında atları hızlı olan adamlar ve ejderha prensesi, Sabitha Frey'in onları bekleyen grubuna çok geçmeden ulaştığında, karşılamaları beklediklerinden de sıcak buldular.

"Yolunuzu gözlüyorduk Lord Cregan!" Atını İkizler Kalesi'nin açılan kapısına doğru yönlendiren Leydi Sabitha Frey, konuklarını avluya gitmeye davet etti ve selamlaşmalar atları sürerken bile devam etti. Prenses bolca baş eğmeye maruz kalıyordu. Toprak sahibi olan adamların bir Targaryen'i yakından görebilmek için çabalaması, İkizler'in kapısından girerken, Brandon Stark'a prensesin etrafında dolanması adına başka bir sebep vermişti. Adamların ona yılışıklık etmemesi için suratsızca uyarıyordu hareketleri ile. Daena'nın ise sesi çıkmıyordu. Hoşuna gitmişti. Yamuk bir tebessümle, Brandon'a çok gergin gözüktüğünü söyleyip takıldı.

"Beni neyden koruyorsunuz, Sör?"

"Korumuyorum." dedi Brandon Stark. Atların eyer iplerini bırakıp yaverlere vermişlerdi ve adamlar yere indiler. Ama Daena hâlâ atın tepesinden Sör Brandon'a gülümsüyordu.

"Emin misiniz?"

"Siz kendinizi koruyabiliyorsunuz diye duymuştum, prenses. Bana hiç ihtiyaç duymayacağınızın elbette ki farkındayım."

Daena ise pes etmeye niyetli değildi. Yaverin uzattığı eli geri çevirip kendi başına attan indi. "Bunu bilmeniz çok güzel, Sör Brandon." dedi kibirle. Pis ellerini silkeliyordu. "Ama kendinize mâni olamayacağınıza eminim. Epey kahramanlık meraklısı olduğunuzun da ben farkındayım."

"Ben kahramanlık yapmıyorum."

"Tabi, öyledir!"

Onları dinlemesinler diye yaverlere ters bir bakış atan Brandon, kaleye ilerleyen lordlara ve Sabitha Frey'e hemen geleceklerini söyleyerek kıza doğru bir adım attı.

"Başkentte her gün bir leydiye özenle kahramanlık tasladığını hatırlıyorum, Sör Brandon."

"O zamanları hatırlamanız çok ilginç, Prenses Daena. Bana gıcık olduğunuz dönemden bahsediyoruz. Yoksa beni mi gözetliyordunuz?"

"Belki biraz."

"İtiraf mı ediyorsunuz?"

"Neyi itiraf edecekmişim?"

Brandon karşısındaki bu küstah ve dediğim dedik kızla başa çıkmak için fazla kuzeyliydi. O da inatçıydı tabi. Sabır gösterir, pes etmezdi. Ama bir kıyamet ile karşı karşıyaydı. Daena'yı başka bir kelimeyle açıklayamazdı.

"Ettiğimiz danstan hoşlandığımı mı?"

"O bir sır değildi." diyerek güldü Sör Brandon. "Yeterince anlaşılıyordu."

Prenses Daena itiraz edesi yoktu.

Kabul eder gibi omuzlarını silkti.

"Lakin o dans dışında hiçbir şey net olmadı malesef. Ama konuşmak için uygun bir zaman değil. İçeri girelim."

"On dört yaşındaydım!"

Brandon Stark gitmeye heveslenen adımlarını atamadan tekrar durdu. "Ayrıca sen de çok..." diye başlayan ama devamını getirmeden önce bir süre duraksayan Daena'yı beklerken derin bir soluğu ciğerlerine çekti ve o sırada avludaki kalabalığın ortasında olduklarını fark etti. Atlar ve yaverler etraflarında dönerek kargaşaya sebep oluyorlardı ve Brandon, girişte epey rahatsız olduğu birkaç toprak sahibi adamın Sabitha Frey'i takip etmek ve kaleye girmek yerine yeniden avludan dışarı çıkmak için kale kapısına doğru gittiklerini görmüştü. Kaşları çatıldı. Daena'yı duymadığı anlarda, toprak sahibi olan iki adamın kapıdan dışarı çıkmadan önce son kez dönüp onlara doğru baktıklarını fark ettiğinde, bir arbaletin sesi duyuldu.

Aniden gelişmişti olay.

Genç kurt, kale duvarındaki nöbetçi kulelerinden birinde elindeki arbaleti onlara doğrultmuş sahte muhafızı son anda fark etmişti. Aklına gelen ilk şeyi yaparak prensesin önüne atladı.

Gözünü açıp kapayıncaya kadar kılık değiştirilmiş suikast girişiminin orta yerine düşmüş olan Daena, kendisini atlara doğru tökezlerken buldu. Önü genç adamın gövdesi ile kapatılmış ve fırlatılan oku duymuştu.

Yüzüne sıçrayan kan damlaları ise Sör Brandon Stark'a aitti.

🐉


KEŞKE EVİMDE OLSAN SÖR BRANDON STARK🧎🏻‍♀️

Daerys ve Cannibal'ın sizi keyiflendirdiğine inanıyorum. Zira vahşi bebeklerimi yazmak bir tutku benim için hjsksjksndjdjd

Ama cenaze sahnesinde Helaena aşkımın arada sıkışıp kalması beni harap ediyor🤧

Alyn ve Addam hakkında fikirleriniz var mı? Alyn aşırı it boy ya 😂😂😂

(50bin mi olmuşuz ya?😎)

Öptüm!

Continue Reading

You'll Also Like

17.2K 2.4K 50
𝘿𝙖𝙚𝙣𝙮𝙨 𝙏𝙖𝙧𝙜𝙖𝙧𝙮𝙚𝙣. Herkes yeni vârisin kim olacağını konuşmaya başladı. Bir çoğuna göre yeni vâris belliydi. Bu sırada tanrıların şahit...
2.3K 136 5
Visenya... İsmini Fatih Aegon'un ilk karısından alan Visenya Targaryen. Azmini,hırsını ve daha bir çok şeyini de ondan almıştı. Babasının biriciğiydi...
4.6K 300 14
Nora Walter ve Sebastian Stan bir zamanlar manşetlere hükmeden güçlü bir çiftti. Dağınık bir ayrılıktan sonra ikili ezeli düşmanlara dönüştü. Ancak...
1.1K 88 4
FS 107 yılının 8. ayının 25. gününde, Asi Prensin karısı bir kız çocuğu doğurdu. Büyük Septon tarafından vaftiz edildi, kulağına ise yüzyıllar boyunc...