Red Targaryen ☾ Daemon Targar...

By larathecult

59.5K 5K 11K

Kral Viserys I. tarafından küçük yaşta himaye altına alınan ve Rhaenyra Targaryen'in gözünde bir abla gibi bü... More

the targaryen | daemon return
the targaryen | tournament and death
the targaryen | night visitor
the targaryen | her mother's twin
the targaryen | lady and dragon
the targaryen | pleasure house
the targaryen | king's heir
the targaryen | broken mirror
the targaryen | dragon's egg
the targaryen | betrayal of a friend
the targaryen | a candle for trust
the targaryen | red lady at dusk
the targaryen | wedding night
the targaryen | knight's kiss
the targaryen | white fallow deer
the targaryen | came from across the sea
the targaryen | a victory and a lover
the targaryen | he comes at night
the targaryen | bloody wedding
the targaryen | second birth ritual
the targaryen | emotions are more important than memories
the targaryen | anyone who hurt her must be punished
the targaryen | blood of my blood
the targaryen | night devour riders, not dragons
the targaryen | king's daughters
the targaryen | reason for slander
the targaryen | first of her name
the targaryen | driftmark visit
the targaryen | forbidden lovers meet at midnight
the targaryen | dragon's wings unfold
the targaryen | at home, away from home
the targaryen | only ravens rule the shadows
the targaryen | darkness gives birth to the dragon
the targaryen | in the arms of the lilac garden and ashes of a friend
the targaryen | d(a)emon's bride
the targaryen | from a strong blood
the targaryen | raven's eyes are not considered legitimate
the targaryen | the dragon behind storm clouds
the targaryen | every night has a morning
the targaryen | living hearts and dead lovers
the targaryen | at every sunset a new dragon rises
the targaryen | blood determines the ruler
the targaryen | real enemy is always in sight
the targaryen | burn the witch
the targaryen | our house is dragonstone
the targaryen | the queen doesn't like bastards
the targaryen | princess and her knight
the targaryen | when a rider dies, a new one is born
the targaryen | lord of the harrenhal
the targaryen | wolfs and dragons
the targaryen | the knight and the groom
the targaryen | swear for the second time
the targaryen | witch's son
the targaryen | guests of the riverlands
the targaryen | dornish princess
the targaryen | desires and obligations
the targaryen | marriage is a duty
the targaryen | calm before the storm
the targaryen | true owners of the red keep
the targaryen | maegor's holdfast
the targaryen | time changes but someone always stay the same
the targaryen | mercy of the old gods
the targaryen | breaking point
the targaryen | witch of the forest
the targaryen | green council
the targaryen | black queen(s)
the targaryen | messenger of aegon the usurper
the targaryen | disappointing sons
the targaryen | the north remembers
the targaryen | downfall
the targaryen | mothers always avenge their children
the targaryen | blood of the golden prince
the targaryen | dark sister's soul
the targaryen | a boy comes, a boy goes
the targaryen | pawn forward one square
the targaryen | black honeyholt
the targaryen | the queen who never was
the targaryen | heirs and dragonseeds
the targaryen | a duel in the stranger's name

the targaryen | blood and cheese

392 47 171
By larathecult

Eğer oğluma zarar vermeye devam ederseniz piç tohumunun kellesini yatağında bulursun, Alicent.

Mhyris'in uyarısı, Dul Kraliçe Alicent Hightower'ın önünde duruyordu. Bir tehdit idi. Ya da tehdit kılığına girmiş uğursuz bir alıştırma mektubuydu.

Westeros diyarında savaşlar yalnızca sebep olan lordların arasında yaşanıp bitmezdi. Laneti ve karanlığı ailelerin üzerine sıçrar, kadınlar bile elini kana bular, cezasını çocuklar çekerdi. Katil kim ise kurban onun suretini taşır ve savaş meydanındaki yiğit kılıçlardan taşan öfke, kuytu köşelerdeki, masum kanı dökmeye hevesli keskin bıçaklar hâlini alırdı.

Savaş, herkesin suçuydu.

Hainlik ile körlük bazen aynı kefeye konacak kadar düşmüştü yerlere ve çoğu zaman bir hain kadar suçluydu onlara ihanetin yolunu açmış olanlar.

Alicent Hightower, başından beri bir hain sayılırdı. Masum ve kurban olup denileni yapmak zorunda bırakıldığı günlerde bile, bazı şeylerin farkında oluşu ve buna rağmen susması onu en az babası Otto Hightower kadar kötü yapıyordu. Targaryen hanesinin evine yerleşmek, bir talih kuşuydu. Prenses Rhaenyra'nın yakın arkadaşı olmakta, o zamanlarda genç bir leydinin sahip olabileceği en değerli armağandı. Bir hükümdarın sarayında, o hükümdara hizmet ederken masumdu. Sonra hain olmaya mecbur oldu. Ondan asla haz etmeyen Leydi Mhyris'e karşı arkadaş olma azmini artık ona düşman olmak için kullanması gerekmişti. Rhaenyra Targaryen'i kaybedeceğini bilerek bir adım atmak bile o zamanlardaki genç Alicent'ı korkunç bir şekilde üzmüşse de babasının sözünden çıkmamıştı ve masumiyetini de bu esnada kaybedip, yeşillerin en büyük piyonu olmuştu.

Eski dost, yerini üvey anneye bıraktı.

Leydi Alicent, Kraliçe Alicent oldu.

Kral Viserys Targaryen'in yatağındaki yılan olmak, Alicent'ın midesini kötü etkileyen ancak görevinin en mühim noktasıydı. Çünkü kralın çocuklarını doğurmalı, onları hükmetmeye hazır hale getirmeli ve yeşillerden olmaları için eğitmeliydi. Ve bunu yaptı. Hem de nefretle, kıskançlık ve hırsla yaptı.

Bilmeden kendisini de yiyip bitirdi.

Kendisi geceleri babası yaşındaki bir adama yatağında tahammül ederken, Mhyris'in Daemon Targaryen ile olan ahlâksız ilişkisini düşünerek nefretini körükledi. Kendisi esirdi çünkü. Kızıl Prenses'in özgürlüğü ve artık kimseye hesap vermiyor oluşu, Alicent'a sinirli bir kin duygusunu aşılamıştı. Yalnızdı ve tek işi çocuk doğurmaktı. Rhaenyra ona kulede hapsolmuş bir varis verici olduğunu hatırlattığında, Alicent çok düşünmüştü. Kraliçe olmak onu niçin mutsuz ediyordu? Yanıtı varis vermek değildi. Asıl yanıt, sevmediği birinden doğan çocuklardı. Eski dostu Prenses Rhaenyra'nın utanmadan piç oğlanlar doğurması, hiç yüzünün kızarmaması ve Viserys'in bu ahlaksızlığa gözlerini kör etmesi; Kraliçe Alicent gibi görevi gereği annelik duygusunu tadan ama bunu kalbinde hissedemeyen kadının git gide babasına benzemesine neden olmuştu. Otto onu bu hayata mahkum eden kişiydi. Kendi babası, Alicent'ın mutsuz ve yalnız bir kadın olmasında en büyük rolü oynamıştı ancak zaten bildiği gerçeği kulak ardı eden kadın, gittikçe batan ruhunu da susturmuştu ve çareyi, nefretine sarılmakta buldu.

Bir de yakın muhafızına sığınmıştı.

Criston Cole onu her şeyden korurdu, düşmanlarından ve bastırdığı tüm o bilinmemesi gereken duygularından.

Birbirlerine benziyorlardı. İkisinin de zamanında Mhyris'in ilgisini istemesi hakikat idi. Biri dostu, diğeri eşi olma hayalini kurmuştu ama Mhyris ikisini de kapının önünde bırakmıştı. Criston Cole bir gün Mhyris'i kastedip şımarık orospu dediğinde, elindeki kadeh dibi görmüş olan Alicent kahkahalarla ona hak verdiğini söylemişti. Ancak Kızıl Prenses'i eleştirmeye uygun olmayan hâllerini düşünmüyorlardı. Yatağında olmak yerine kapısında nöbet tutması gereken muhafızın sözü ise sadece bir anlık sarhoşluktandı. Günahları, kapı dışında bilinmediği sürece geçersizdi. Burnu, bir kralın hasta kokusu yerine bir şövalyenin çelik kokusunu tercih ettiği için Alicent işlediği günaha dört elle sarılıyordu. Ama kabul etmez ve Rhaenyra gibi görmezdi kendini. Ona göre mutluluğu hak ediyordu, Criston da ona hak ettiği mutluluğu veriyordu ve gizli kaldığı sürece bir günahkârın çamurunu üstlenmezdi. Bu kraliçenin ahlâkı, muhafızı Criston'un bebeğine hamile kaldığında, Otto hariç kimse tarafından bilinmediği için hiç zarar görmemişti.

Yeşil kraliçe, bir piç doğurmuştu.

Ve onu herkesten saklamıştı.

Lakin önünde duran mektuptaki kısa ama ciddi tehdit, doğurduğu günden beridir yüzünü görmediği ve bir kere olsun sarılabilmek için hayatını verip ölümü seçeceği gayrı meşru oğlu için bitmeyen özlemini günahkâr ilan edip elini kolunu bağlamıştı. Bryndon, hiç var olmaması gereken bir çocuktu ve kaçırıldığını öğrendiği gün, Alicent'ın gizli yas sebebi olmuştu. Piç oğlunun öldüğünü sanmış, neye benzediğinden bile habersiz olduğu için kendisinden nefret etmişti. İtiraf edemiyordu ama Viserys'den doğan çocukları, rahmini terk ederek kollarına düştüğü anlarda Alicent genelde korkmuş ya da bıkmış bir yorgunlukla onlara bakardı. Fakat Criston'dan doğan oğlu gerçekti, aşkla ve günah olsa bile isteyerek yaptığı ilk bebeğiydi. Onu kollarına verdiklerine bile inanamamış, ilk kez bir bebeğine uzun uzun bakmıştı.

Onu büyütebilmiş olmayı çok isterdi.

Bryndon'a annelik etmekten mahrum kaldığı her gün için kendinden nefret etmişti. Ve bazı şeyleri anlamıştı. Ama bu anladıkları onu iyi değil daha çok kötü yönde etkilemişti. Eleştirdiği ve kuyusunu kazdığı üvey kızı Rhaenyra, doğurduğu gayrı meşru çocuklardan neden bir gün bile utanmamış, epey iyi anlamıştı. Eğer babası, Bryndon'u zorla ondan alıp septalara vermemiş olsaydı Alicent esmer bebeğinden asla ayrılmazdı. Kokusu bile burnundaydı. Bazen yalnız başına oturur ve oğlunu düşünürdü; büyümüş müydü? Hayata devam edebilme şansı bulduysa hangi şartlardaydı? Üzgün müydü? Veya tek başına? Birileri onu seviyor muydu?

Kraliçe Alicent bunlarla zihninde bir kuyu açmıştı. O kuyuyu korkunç bir takım düşüncelerle doldurmuş, içine özlemiyle genç yönünü bırakmıştı ve sonunda kendisini karanlık boşluktan aşağıya bırakmıştı. Artık o Alicent ya da kraliçe değildi içinde. Zavallıydı.

Kaybolmuş bir ruhtu.

O güzel oğlanı geri istiyordu. Ama bir kukla olarak, Alicent istediklerini asla alamayacaktı. Asla! Ne bir daha leydi olabilecekti, ne de masum. Rhaenyra onu asla affetmeyecekti. Viserys'in ölü gözleri onu rahat bırakmayacaktı. Bir kâbus olan Mhyris ondan sevdiklerini alacak ve Alicent'ın ellerine geri kalan parçalarını zevkle dökecekti.

Peki kim haklıydı? Onlar mı yoksa Alicent mı? Ya da masumiyet artık yitip gitmiş bir değer miydi acaba? Muhtemelen cevabı sadece tanrılar biliyordu ve onların pek konuşkan olmadığı ortadaydı.

"Yüce Anne, merhametine sığınmış bir kızın olarak senden beni ve tüm çocuklarımı korumanı diliyorum."

Önünde yanan mum ateşleri, Alicent Hightower'a birini hatırlatıyor olsa da kadın dikkatini dağıtmadı. Dirsekleri dua sunağına yaslanmış, birleştirdiği ellerini çenesinin altına koymuştu ve rahat nefes alamadığı için sesi korkak bir ürperti ile titriyordu. Mhyris sıcak bir kadın olabilirdi fakat etkisi bazen gerçekten buz kesmesine neden olur, ürpertirdi. Dul Kraliçe'nin yaşadığı da buydu.

Kızıl Targaryen korkusu duyuyordu.

Duymalıydı. Gayrı meşru oğlu onların elindeydi. Mhyris'in oğlu da yeşillerin işkencesine maruz kalıyordu. Sonucu ise belli gibiydi. Eski hizmetlisi Alys'in elinde ölecek olan Maerys'e karşı, piç oğlu Bryndon'un ölüsünü alacaktı. Ve alacağını da çok iyi biliyordu. Duasını ederken çenesi titredi; hızlıca verdiği nefesi yüzünden önündeki mumların titremesi, ardında dizilmiş septaların da dikkatini çekmişti. Ama kimse ses çıkarmadı.

"Sonunda ışığı bulacağımız yolu bize gösteren Bilge..." Dul Kraliçe'nin dua ederken parmakları birbirine kenetli idi. Ellerini öyle sıkıyordu ki parmak boğumları bembeyaz olmuştu. Fısıltı şeklinde çıkan sesi, septaların sessiz dualarını yönetiyordu. Kraliçenin dua odasında olmaya alışkınlardı. Hepsi dizlerinin üzerine çökmüş, yedi köşeli yıldız ve yaktıkları mumların önünde geceyi sonlandırmak üzerelerdi. Dua edişleri onlara huzur verirdi, genelde. Ancak bu akşam bir şeyler huzursuz ediyordu septaları. Alicent'ın gergin oluşundan mı yoksa kaleye yer etmiş cadı yüzünden mi olduğunu anlamak zordu. Kötü gölgelerin altındalardı ve bazen yedi tanrı onları göremiyordu.

Yüksek tavanlı odanın tüm duvarları üzerine doğru gelirken, Dul Kraliçe'yi kalbindeki ağrı esir almıştı. Gözlerini açtı. "Ve yabancı, bulamasın bizleri." diyerek duasını sona erdirdiği sırada, Mhyris'in el yazısına bakıyordu. Mum ışıkları yine titremişti ve boğazındaki o el güçleniyordu. Alicent, yutkundu. Parmakları çözülerek sunakta duran mektuba ulaşmıştı. Sözlerin ağırlığını hissediyor, altında eziliyordu.

"Odanıza kadar size eşlik edelim mi, majesteleri?" diye sordu yaşlı septa.

Dualarını bitirdikleri için ayaklanmış olan septalar arkasında dizilmiş iken; Dul Kraliçe başını salladı. "Olur." dedi sakin bir sesle. Mektubu alarak tekrar okudu. Piç tohumunun kellesi yazılmış satırı defalarca kez okudukça, zihnini kan ve gözyaşı sarıyordu. Nefesi ağır bir yük oldu ciğerlerine. Kağıdı muma yaklaştırdı ve alev almasını izleyerek bekledi hareketsizce. Parşömen önce tutuştu, ateşe boyun eğerek kıvrıldı ve bir kül yığınına dönüşene kadar aciz hâliyle yok olmaya teslim oldu. Kendi sonunu izliyormuş gibi izliyordu Dul Kraliçe. Sonunda, önünde yok olmuş mektup gitse bile Mhyris'in yazdıkları bir kere zihnine kazınmıştı.

Ağlamamak için çenesini sıktı.

Mumu ise Mhyris'in sönmesini ister gibi ruhani bir sükûnet ile üfleyerek söndürmüştü.

Dul Kraliçe, beraberinde iki septa ile birlikte odasına doğru giderken; kızı, Kraliçe Helaena Targaryen uyumakta zorlanıyordu. Mhyra ve Maerys'in ne hâlde olduğunu düşünmekten yatağa bile girememişti. Bunca saattir kalede herhangi bir gürültü ya da kargaşayı duymadığı için kalbindeki umudu git gide artıyor, onların kaçıp kurtulduğu hayaline sarılıyordu. Bizzat, elleriyle Maerys'i kurtaramamış olabilirdi ama buna yardımcı olması bile, Helaena'ya tuhaf mutluluklarından birini vermiş idi. Ya da vermeliydi. Bilmiyordu ama Helaena iyi hissetmiyordu. İyi olması gerekirdi, değil mi? Mhyra'yı görmüş, onu burada bırakmayacaklarından da emin olmuştu. Mutlu olması, uykuya yatması gerekirdi. Fakat kabuslarına eşlik eden ve onu korkutan gölgelerin varlığını hissediyordu rüyaperest ruh.

Kraliçe Helaena, duvarlardaki tuhaf sesleri duyuyordu. Sanki birilerinin adım sesleri odasında dolaşıyor ama ona dokunmak yerine bebeklerinden yana karar kılarak uzaklaşıyorlardı. Duyduğu ruhani korkunun sebebini bilmeden, bebeklerini korumadan ve onları yanına almadan uyuyamazdı.

Bu yüzden odasından çıktı. Tuhaftır ki kapısında nöbetçi yoktu. Helaena sanki bir suçluymuş gibi başına yedi yirmi dört dikilmiş nöbetçinin gidip onu yalnız bıraktığını ilk kez görerek şaşırmıştı. Ama bunu düşünmekten yana istekli değildi. Çünkü nöbetçisi yoksa, bebeklerini rahatlıkla yanına getirebilirdi. Oğlu Jaehaerys'e masal okuyabilir, kızı Jaehaera'nın saçlarını tarayabilir ve ikisini de kollarına alıp huzurla uyuyabilirlerdi. Helaena, iki çocuğu olmadan uykuya bile dalmaya hevesi olmayan naif bir ruhtu. Kocası ya da annesi gibi değildi. İkizlerinden alacağı sevgi dolu sıcaklığa her zaman ihtiyaç duyan bir kadındı. Bu yüzden yeşil renkli uzun geceliğine sarılarak diğer koridorda bulunan çocukların odasına doğru koşturdu. Topuklarının sesi hızlı ve sert bir şekilde koridorda yankılandığı için muhafızı tekrar gelir diye korkarak acele etmişti.

Kaledeki iki yabancıdan habersizdi.

Sessizliğin sebebi onlardı.

Kraliçe Helaena, koridoru döndüğü vakit, ikizlerinin odasına giden yolu beklediğinden karanlık bulmuştu ve tenine yayılan ürperti sahiydi. Meşale ateşlerini söndürülmüş bulduğu için bir anlığına duraksayan Helaena'nın iri gözleri daha da açılmış, çocukların oda kapısında beklemesi gereken iki muhafızın da yerinde olmadıklarını görmüştü. Kalbi, minik bir serçe gibi irkildi. Karanlık ve sessizlik, kâbusu idi. Çocuklarını almaya gelen yanmış adam bulmuş muydu onları?

"Hayır..." diye fısıldadı Helaena. Teni soğuk bir esinti ile korkuya teslimiyet verdi, koştu genç kadın. Kapı önünde birikmiş kandaki yansımasını gördü adımları durduğunda. Kapıya birkaç damla kan sıçramıştı. Kapı kulbunda, taş zeminde... Kan damlaları Helaena Targaryen'in aklını kaçırmasına sebep olacak cinstendi. Aralık duran kapıyı aceleyle ittiğinde, yerde yatan ölmüş ikizleri görmeyi bekliyordu korkmuş gözleri. Ve ölüler vardı sahiden de.

Helaena, geceliğinin eteğine bulaşmış kanla halıları kirleterek odaya girdiği anda dehşetle çığlık atmak istedi. İki bakıcı kadını boğazları kesilmiş hâlde bulmuştu. Gözleri açık kalmış bakıcı kadınlardan biri uzun masanın dibine yığılmış hâldeydi; diğeri ise bir süre kaçmaya çalışmıştı belli ki. Kan izleri halıda sürünmüş ancak kapıya kadar ulaşmadan odanın ortasında ölmüştü zavallı. Helaena titreyen ellerini açık kalmış ağzına götürdü ve ağlamamak için kendisini zor tuttu. Bağırmaktan ziyade susmak daha zordu böyle bir anda. Çünkü asıl haykırışını, ikizlerini bu hâlde bulursa serbest bırakacaktı.

Bir annenin en büyük kâbusuydu ona veda bile edemeden alınan çocuklar. Güzel bebeklerini görmek için donup kalmış bacaklarını gevşetti ve yatağa
doğru koştuğu vakti yıllarca geçmiş gibi sandı. Ama attığı adım sayısı on bile değildi aslında. Gözleri yaşlarla doluyken, ikizlerin yatağının etrafını sarmış tül perdeyi korkak bir hiddetle açan kadın, bir saniyeliğine, nefesiyle ödüllendirilmişti. Oğlu Jaehaerys ile kızı Jaehaera'yı bulduğunda çocukları hâlâ hayattaydı. Yatakta oturuyorlar ve birbirlerine sarılıyorlardı. Ürkekçe bakan gözleriyle yanlarında duran iri yarı adama dikkat kesilmişlerdi. Koca adam, yatağın başında bekliyordu ve ona kaşlarını çatmış çocuklara pis pis sırıtırken, kanlı ellerini pantolonuna siliyordu.

Helaena, o adamla göz göze geldi.

"Majesteleri..." dedi Kan. Özensiz bir selam vererek başını eğmişti ama geri kalktığında, belinden çıkardığı kanlı bir bıçak elinde parlıyordu. Gülüşüne bulaşmış manevi bir pislik vardı. Kan ismi de buradan geliyordu zaten. Bir katilin silüetine sahipti. Elini uzatarak yataktaki ikiz çocuklara ulaştı. "İkisi çok güzel çocuklar, Kraliçe Helaena."

"Dokunma onlara!" Helaena, adamla aynı anda yataktaki çocuklarına elini uzattı ve Jaehaera'yı yakalayıp kendi tarafına doğru çekti. Ancak Jaehaerys adamda kalmıştı. Kan, küçük çocuğu kolunun altına alarak sıkıca tutmuştu. Oğlunun ağlamaya başlaması Helaena Targaryen'in aklını korkunç kâbusuna teslim etti yeniden. "Sen yanmış bile değilsin." dedi kendi kendine, tuhaf bir şekilde. Kızını arkasına saklamıştı ama gözlerini oğlundan ayırmıyordu.

"Gaspçı kralının kapısında bir ordu duruyordu." dedi Kan. Kirli elleriyle Jaehaerys'in gümüş saçlarını kirletti sever gibi rol yaparken. Çocuk korku ve huzursuzlukla çırpınıyordu ancak bağırmaya şansı olmamıştı. Kan sıkıca çocuğun ağzını kapatıyordu çünkü.

"Oğlumu bırak, lütfen!"

Kan onu dinlemiyordu. "Tek gözlüyü de bulamıyoruz." demeye devam etti. Kanlı bıçağını Jaehaerys'in geceliğine sürerek temizliyordu. "Kocan ya da şu tek gözlü kardeşine nasıl ulaşacağımız konusunda bir önerin var mı, Kraliçe Helaena?"

Jaehaerys'in çırpınan ve annesinden yardım isteyen ifadesini izlerken bir an bile nefes alamıyordu artık Kraliçe Helaena. Arkasında sakladığı kızının yavaşça ellerinin arasından kayması, kontrolünde olan bir şey değildi. Ama oldu. Küçük Jaehaera, annesinin elini bıraktı ve odadan kaçmak için hızlıca koşmaya başladı. Bir anda şiddetlenip bıçağın doğrulduğu ismi değiştiren de bu hamle olmuştu. Kızın kaçıp birine haber vereceğini gören Kan, aceleyle, Jaehaerys'i yere adeta fırlattı ve hızlı bir hamleyle yatağın üzerine atlayıp hangi çocuğunu tutacağını bilemeyen Helaena Targaryen'i yakaladı. Kadının saçını eline geçirmişti. Kızına kaçması için seslenmek üzere olan Helaena'nın acıyla geriye tökezlemesi ve boynuna değen bıçağı hissetmesi ile odada yine ağır bir sessizlik oluştu. Jaehaera, oda kapısına son adımları kala, annesinin boynuna dayanmış bıçağı görünce bir anlığına duraksamıştı. Yerde yatan iki bakıcısının arasında bekliyor ve kanla kirlenen çıplak ayaklarını hangi yöne götüreceğini bilmiyordu küçük çocuk.

"Jaehaera, kaç hemen!" diye bağırdı Helaena. Sonra boynundaki bıçağın soğukluğu tenine iyice bastırıldı ve genç kadının nefesi korkuyla titredi. Gövdesi, Kan'ın güçlü koluyla sarılı bir hâldeydi. Uzun saçı geriye doğru çekilmiş, beyaz boynu açıkta kalarak en olağan hedef olmuştu. Ama acıya razıydı Helaena Targaryen. Kandan korkmuyordu. Çocukları kurtulacaksa ölmekten zevk bile duyardı. Tanrıları onu alsın diye dilerken, boynunda ve yüzünde Kan'ın pis kokulu nefesini de hissediyordu. Tiksinir gibi yumdu iki gözünü de. Kan, pişkince sırıtıyordu.

"Prenses..." diye seslendi Kan, sanki bir çocuk masalı okur gibi yalancı çıkıyordu sesi. "Anneni öldürmemi ister misin?"

Jaehaera, korkmuş gözleriyle, başını iki yana sallamıştı. Annesi ona gitsin diye bir şeyler derken, küçük kız tek adım dahi atamıyordu artık. Giderse annesinin öleceğini bilecek yaştaydı. Çünkü iri adam masallardakilere çok benziyordu. Çocukları kaçırıp yiyen canavarlardan biriydi. Jaehaera eğer giderse adamın, annesini ve ikizini de yiyeceğini düşünüp ağlamaya başladı.

"Aferin sana." dedi Kan. "Buraya gel, hadi! Kardeşini de alıp yatağa otur, tamam mı? Uslu çocuk."

Jaehaerys o sırada yatağın altındaydı, saklandığı yerden kız kardeşine kaçıp gitmesini işaret ediyordu. Ancak ikizi halıda küçük kanlı ayak izleri bırakıp geri dönüyordu yatağa doğru. Kan ve boynuna bıçak dayadığı Helaena'nın gözleri de küçük kızı takip ediyordu. Genç kraliçe sessizce ağlıyor, kaçması için kıza yalvarıyordu. Ama Kan, tek kelime daha ederse boğazını çocuklar izlerken keseceğini fısıldadı Helaena Targaryen'in kulağına.

"Sessiz ve uslu olursanız annenize hiç zarar gelmez." diye de ekledi sahte bir sakinlikle. Jaehaera yatağa çıktı, ikizi Jaehaerys de yatağın altından çıkarak yeniden kendisini gösterdi. Çocukları izlerken, boynundaki bıçağın gittikçe ağırlaştığını hissediyordu Helaena. Ve sonunu düşünüyordu.

"Onlara zarar verme." dedi titreyen sesiyle. Tek çaresi buydu, yalvarmak. Saç diplerini acıtan, tenini kesmeye hazırlanan, kulağına fısıldayan ve bir rıza almayan ellere katlanma nedeni veren kişiye yalvarıyordu sadece. Kan onu tutarak çocuklara doğru ilerleme hamlesini gerçekleştirirken, Helaena Targaryen durması için adamın koca gövdesine duvar olmaya çalışıyordu.

"Sizi öldürmek epey yetersiz kalır, majesteleri. Bize bir oğul gerekiyor." Kan, kraliçenin onu durdurmasına şimdilik eşlik etmişti. Kadını dinliyor gibi rol yapıyordu. Helaena'nın başını geriye doğru biraz daha çekerek onu izliyordu. Kadının ıslak gözlerinde ise katili olabilecek adama duyduğu belli bir nefret vardı.

"Seni Aegon'a götürmenin bir yolunu bulurum!"

"Gaspçının kellesi, oğlunun kellesine göre daha değerli. Düşünebilirim bu teklifi."

Helaena tereddütle başını salladı ve Kan'ın yataktan uzaklaşmak için yeni bir yöne doğru adımlarını çevirdiğini fark edince, çocuklarını kurtardığını düşündü. Bir yere kadar haklıydı. İki güzel bebeği şimdilik katilden uzakta, korkuyla olan biteni izliyorlardı. Ama Kraliçe Helaena güvende değildi.

"Başka bir öneriniz var mı peki?"

Helaena dudaklarını araladı ama ne diyeceğini bilemedi. Kan onu odanın ortasındaki, dakikalar önce üstünde bakıcı kadının öldürüldüğü masaya doğru götürürken konuşması adına teşvik etmek ister gibi bekliyordu ve yine sordu. "Kocanızı öldürmem sizi üzer mi, majesteleri?"

"Çocuklarıma dokunma yeter." dedi Helaena. Karnı masaya çarptığında irkildi. Geriye adımlamaya çalıştı bu sefer. Fakat Kan, gitmesine müsaade etmedi. Helaena, paniklemiş hâliyle, üzeri kanla kirlenmiş masadan uzağa gitmek istiyordu. Tahmin ettiği şeyin düşüncesi bile onu çırpınması için bir güçle doldururken, Kan tarafından itildiğinde kollarının çokta güçlü bir etkisi olmadığını öğrendi. Pis masaya düştüğünde, kendini toplama fırsatı bile bulamadan sırtüstü çevirdi adam onu. Helaena dehşetle karşı koydu.

"Gerçekten cesur bir kadınsınız."

"Ellerini üzerimden çek!" Helaena dişlerini sıkarak onu itmeye çalıştı ama boynuna bastırılan bıçak yine tehdit oldu. Bir damla kan, Kraliçe Helaena'nın boynundan firar ederek göğsüne doğru aktı. Kafasını masaya koymak zorunda kalmıştı. Gözlerini korkuyla büyütmüş, adamın, tiksinti duymasını sağlayan yüzüne dikkatle bakıyordu. "Lütfen..." diye fısıldarken, ikizlerin huzursuz sesler çıkardığını işitiyorlardı. Ama adamın umrunda değildi. Kan bir katildi, tecavüzcüydü. Genç kraliçenin korkmuş yüzündeki ifadeyi izlerken de oldukça keyifli bir hâli vardı. Helaena'nın üzerine eğildi. Kadın kapalı tutmaya çalıştıkça, Kan onun bacaklarını açmaya uğraşıyordu

"Onlara gözlerini kapatmalarını ve örtünün altına girmelerini söyleyin, majesteleri."

"Hayır!" Helaena onu yine itti, tekme atmaya çalıştı ve yaptı da. Kan'a sert bir tekme atarak adamın üstünden kalkmasını sağladı ama iri yarı adam kolay sarsılacak birisi değildi. Kraliçe Helaena'yı daha masadan kalkmadan yeniden tutmuş ve ahşaba çarpışmıştı sinirle. Helaena sırtı masaya çarptığı an acıyla bağıracak gibi olmuş, ikizler de annelerine bir şey oldu sanıp çığlık atmışlardı.

"Seni koca kafalı ahmak!"

Odaya yeni giren kel kafalı ve sıska bir adam, kapıyı kilitleyip içerideki olan bitene göz gezdirmişti. Kızgın olmasının sebebi, iki dakika yalnız bıraktığı iş ortağının her şeyi berbat etmesiydi. Kan'ı, Kraliçe Helaena'nın boğazına bıçak dayamış hâliyle ve kadına saldırmaya hazır bulduğu için öfkeyle elindeki kanlı hançeri beline takmıştı. "Prens Daerys bizi parçalara mı bölsün istiyorsun?" diyerek masa başındaki arkadaşına ulaşmış ve kanlı bıçağını ondan alıp adamı da Kraliçe Helaena'dan uzağa itmişti. Genç kadın korkuyla yeni gelen adama bakarken masadan hemen kalkmıştı. Titreyerek iki adamı izliyordu.

"Gaspçının vârisini öldürmek iyi bir fikir gibi geldi." dedi Kan. Ortağıyla, ismi Peynir idi, bir araya gelince pek zeki olmadığını göstermişti bilmeden.

"Çocuklar gaspçının değil ki, ahmak! Beyaz Solucan'ın mektubunu sadece ben okudum tabi, değil mi? Seni gök sazanı!"

"Piç olduklarını bilmiyordum."

"Hadi diyelim çocukları bilmiyordun. İşimizde kraliçeye tecavüz etmek var mıydı? Söyle!"

"Kraliçeye kötü şeyler yapacağımızı okuduğumu hatırlıyorum. O kadar da okuma yazmam var herhalde!"

"Dul Kraliçe olacak o, seni beyinsiz!"

Kan, şimdi anlamış gibi onayladı.

"Anneme ne yapacaksınız?" diyerek endişeyle soluyordu Kraliçe Helaena.

"Hiçbir şey." dedi Peynir. Kel adam, genç kadını kolundan nazikçe tuttu. Kanlı elleri, Helaena'nın geceliğinde uzun parmaklarının izini bırakmıştı. Peynir, kadın tekrar soramadan onu çocukların oturduğu yatağa götürdü ve korkmamasını söyledi. Nezaketini gösterirken tuhaf tuhaf bakmaya da devam ediyordu.

"Arkadaşım adına çok özür dilerim, Kraliçe Helaena. Siz ve çocuklarınız hiçbir zarar görmeyeceksiniz. Prens Daemon'un özel emridir."

"Amcam mı?" diye kekeledi Helaena. Sarsılmış bir hâldeydi ve titriyordu.

"Torunlarının güvende kalmasını bize özellikle tembih etti. Korkmayın."

Helaena, yatağa çıkıp çocuklarına sıkı sıkı sarılmıştı. Yabancı adamlar onun başında olduğu sürece titremesi asla geçmeyecekti ama çocukları daha çok korkmasın diye sakin gözükmek için çaba sarf ediyordu. Peynir, kanlı elleri ile beyaz örtüyü kaldırıp kraliçenin ve çocuklarının üzerine örtmüştü. Dost canlısı bir adam değildi. Aksine kötü bakışları ve korkutucu bir soğukluğu vardı. Fakat görevi belliydi. Peynir'in görev adamı olduğu da belli olmuştu. Ona verilen emir, Dul Kraliçe'nin oğlu idi. Daemon Targaryen'in torunlarına ise dokunmaları bile hayatlarıyla geri ödeyecekleri bir bedel olurdu. Kan iri yarı bir aptal olabilirdi ama Peynir'in zeki bir sıska oluşu onları göreve en uygun kişiler yapmıştı.

"Çocukları uyutup kapınızı da kilitli tutun, majesteleri."

Helaena gözlerini onlardan ayırmadı. Kan el salladı pişkince, Peynir ise bir selam verdi. Saygılı ama tehlikeli olan bir selamdı. Çocuklarının kurtulması ona yettiği için Helaena yatağa uzandı ve gözlerini sıkıca yumdu. Çocukları da onu taklit ederek annelerinin sıcak kolları arasında gözlerini kapatıp en derin korkularıyla kaskatı kesildiler. Duydukları tek şey, kapının kapanma sesiydi. Sonrasında sessizlik ile ölmüş bakıcıların kan kokusu onları esir aldı ve karanlık odada, tanrılarla kaldılar.

Kan ve Peynir ise tünellere dalmıştı.

Karanlık ve leş kokulu koridorlardaki tanrı da Peynir idi. Görevi sıçan avcısı olmaktı ve kendisini bildi bileli kaleye gizli yollarla girip çıkarak, hükümdar ve ailesini sıçanlardan korurdu. Hep çok gülmüştü Peynir, farelerden deli gibi korkan soylulara. Onların yerine küçük çirkin hayvanları öldürür, ödül olarak ise gizli gizli odaları izlerdi işi olduğu müddetçe. Peynir çok şeyden haberdardı. Dul Kraliçe'nin ilk evlilik yıllarından kralını aldatmasına, vâris prensesin muhafızı ile yasak aşkından merhum kocasının erkek sevgililerine kadar her şeyi izlemişti Peynir. Kaleyi bir hükümdardan daha iyi biliyordu.
Mysaria bu yüzden onu seçmişti. Kan ise tek özelliği öldürmek olan pis bir herifti. Peynir'in işi onu kaleye gizlice sokmak ise Kan'ın işi de infaz etmekti.

Onlara Beyaz Solucan'dan gönderilen mektup açıktı. Alicent Hightower'dan bir oğul alınacaktı. Tek gözlü, tercihti. Prens Lucerys'in intikamı için katiline ait kelleyi almalılardı. Ama kalede yol aldıkları süre boyunca Prens Aemond Targaryen'in daha evine dönmediğini öğrenmişlerdi. Bir oğul isteğini gerçek bir sonuca bağlamaya odaklanan ikili, gerekirse Dul Kraliçe'nin kellesini alıp elleri boş dönmeyeceklerdi. Kulelerin bulunduğu kanada uzanan tünele peş peşe girip mum feneri ile yolu uzunca aydınlattılar. Hightower'ların yolunu karanlığa gömmek için ilerliyorlardı.

Yabancı, onların tasmasını tutmuştu.

Saldıracakları zaman bırakacaktı.

Alicent Hightower, oğlu kral olduktan sonra kraliçe odasından ayrılıp babası gibi El Kulesi'ne yerleşmişti. Otto'nun bir alt katındaki odada kalıyordu. Biri yaşlı öteki genç olan iki septanın eşlik etmesi ile dua etmekten geri dönmüş, uyumaya hazırlanıyordu. Kapısındaki muhafızı henüz beyaz pelerinini yeni almış genç bir şövalyeydi. Criston'un yokluğunda güvensiz hisseden kadın için yanında birilerinin olması rahat nefes almasını sağlamasa bile kasvetli geceyi göz ardı etmesine yardım etme konusunda destek oluyordu. Septalar, Dul Kraliçe'nin odasındaki mumların bazılarını söndürmektelerdi. Alicent ise pencerenin önündeki koltukta, pek huzurlu gözükmeyen ifadesiyle, gece karanlığını ve ay ışığını izliyordu. Bir piyon olarak hak ettiği gibiydi. Yalnız.

"Majesteleri, uyumanız için bir fincan çay getirmemi ister misiniz?"

Alicent, genç septaya baktı. "Hayır, gerek yok." dedi durgun bir şekilde. Septanın mahçup gülümsemesinin sevecenliğine dikkat etmeden tekrar pencereye döndü. Mhyris'ten gelen ve yakıp yok ettiği mektubu düşünüyor, Bryndon'un öldürülürken çok fazla acı çekmemesini dilediği için bile en derin duygularıyla kendinden nefret ediyordu. Yatağına girmek istememek verebildiği en doğal tepkiydi. Çünkü yaşlı septa onun için örtüleri açmış ve yatağın temiz olduğunu bilmeden Dul Kraliçe'ye göstermiş olsa da, Alicent'ın zihni ona, beyaz çarşafların arasında Bryndon'un ölüsünü göstermek için hazırdı. Hayaline bile katlanamazdı.

"Huzursuz gecelerinizde inancımıza güvenmelisiniz. Başka bir sığınağımız yok çünkü majesteleri." demişti yaşlı septa. Sadece yüzünü gösteren uzun ve gri cübbesinin içinde, Alicent'a bir yargılayıcı gibi görünüyordu. Günaha karşılık ceza verecek bir yargıç gibi.

"Yediler bizi affeder mi sizce?" diye sordu Dul Kraliçe. "İşlediğimiz tüm günahlar adına affedilir miyiz?"

Aldığı yanıt septalardan gelmemişti. Doğruca yedilerden olduğu da pek söylenemezdi ama bazı şeylere göz yumdukları ortadaydı. Oda kapısının açılması ve içeriye kral muhafızının ölü bedeninin düşmesi, tanrısal yanıt olacak kadar rastlantı ama merhamet yoksunu olacak kadar da insan eliyle verilecek bir cezaydı. Dul Kraliçe ile septalar, dehşetle açtıkları gözleriyle, halıya kanı taze akan genç muhafıza bakıyordu. Ağzından taşan kanlar bir nehir gibi akarak onu öldürürken, iki yabancı silüet kapıdan içeri süzüldü.

"İyi geceler, hanımlar." dedi Peynir.

Kadınlar çığlık atmaya başlarken, Kan üzerlerine çullandı. Dul Kraliçe aldığı ağır tokatla koltuktan yere düşüp bir anlığına şuurunu yitirecek gibi oldu. Yaşlı septa, Kan'ın gaddar kuvvetine hedef olup ağzı susturulurken, genç septa kaçmak isterken Peynir'in eline geçti. Üç kadını da bağlamak çabuk gerçekleşti. El Kulesi'ndeki nöbetçiler merdiven boşluğunda ölü hâlde yatıp beyaz pelerinli de pahalı halıyı kanla kirletirken; kısa bir anlığına duyulan çığlıkları boş kulede karşılık bulmadı. Otto Hightower'ın odasında olmaması onun için bir şanstı. Her şartta kızını tehlikeye atan bir adam olduğu belli idi. Alicent'ın çığlığını duymayarak da onu yine yalnız bırakmıştı.

"Onlarla çok oyalanma!" diyerek Kan'ı uyardı Peynir. Yaşlı septayı boğduğu gerçeğini, kadını bağlayıp bir köşeye bırakırken saklamıştı Kan. Genç olan septayla ise uğraşıyordu. Ortağı uyarı verene kadar, ağzına bez tıkıştırdığı septaya dokunmakla meşguldü ama Peynir yüzünden, çırpınan ve korkan kadını bağladığı yatak dibinde bırakıp Dul Kraliçe'ye geri dönmüştü.

Alicent Hightower, koltuğun dibine oturtulmuş, el ve ayakları bağlanmış hâlde iki adama korkuyla bakıyordu. Ağzı, Peynir tarafından kirli bir bezle kapatılmıştı. Aldığı tokat darbesinden dolayı başı dönüyor olsa da, Peynir'in onun dibine kadar girmiş rahatsızlık verici bakışlarına odaklanmıştı. Dul Kraliçe, kızı gibi korkudan titremekle meşgul değildi. Bedeni sadece önlem almak ister gibi kıvrılmıştı, dizlerini kendisine doğru çekmiş ve nefesinin hızlanmasını engellemişti. Ölüm ona geldi, diye düşünüyordu. Bryndon'un yerine onu alacaklardı. Korkuyor ama inancına sığınıyordu. Ya da şimdilikti bu sakinliği. Bilgisizliktendi belki de.

Mhyris merhamet ederek oğlu yerine onu alsınlar diye adamları göndermiş olmalıydı, böyle sanıyordu.

"Tek gözlü piçin nerede?" diye sordu Peynir. Dul Kraliçe onun elini çekmesi için kafasını ısrarla hareket ettirse de, Peynir inatla kadının uzun saçlarında parmaklarını dolaştırıp yüzünü açmış ve Alicent'ın çenesini kaldırmasını da sağlamıştı. Kadının ağzını saran bezi yavaşça indirdi. "Aemond Targaryen nerede diye sordum. Diğer gözünü de biz oyacağız."

"Siz kimsiniz?" Alicent'ın sesi nefes nefeseydi ve temkinli konuşmak için uğraşıyordu.

"Kelle avcıları." dedi Kan.

Kanayan alt dudağı titremeye başladı Alicent'ın. Yutkundu. Konuşmaktansa koltuğun dibine sığınıp yüzünü uzağa çevirmeyi tercih etmişti. Ama Peynir bu hareketten hoşlanmadı. "Oğlunun işlediği suça karşılık kellesi bize lazım majesteleri. Söyleyin." Dul Kraliçe'nin sırtını koltuğa çarparak tekrar onlara bakmasını sağladı. "Tek göz nerede!?"

"Beni öldürün!" dedi Dul Kraliçe. Sırt acısıyla bedeni gerilmişti ama oğlunu almaya gelmiş adamlara karşı gardını indiremezdi.

"Size da sıra gelecek zaten. Ama şimdi değil, öyle kolay olmaz, majesteleri..."

"Hayır, beni öldürün! Aemond'un bedelini ben öderim." deyip ısrarla yalvardı Alicent. Peynir'in belindeki bıçağını çekip ona yaklaştırması ise kendini feda edecek olsa bile gözünü korkutunca, Dul Kraliçe başını geriye yaslayıp gözlerini yummuştu. Gergin boğazında soğuk metal geziyordu ve Peynir'in leş kokulu nefesinin kokusu burnuna doluyordu. Kendisini hiçbir zaman fiziksel olarak savunabilen biri olmamıştı. İhtiyaç duymamıştı çünkü.

Fakat bu akşam bir muhafızı yoktu.

"Kendi hayatımı feda ediyorum!"

"Oğula karşılık bir oğul gerekiyor."

"Olmaz..." deyip başını iki yana salladı Alicent. Yumduğu gözlerinden yaşlar firar ederek yanaklarını ıslatıyordu. Neredeyse küçük bir kız gibi hissetti, acizce yalvarmak üzereydi.

"Göze karşılık göz istemiştiniz ama!"

Alicent gözlerini araladığında, Kan ve Peynir'in tepesinde onu izlediklerini görmüştü. Dehşetle dolan göğsü önce nefesiyle yükseldi ve korkuyla irkilip söndü hızlıca. Aemond'u veremezdi. Oğlunun bu akşam kalede olmaması, tanrılarına ettiği duanın karşılığıydı demek ki. Alicent, onu bulamayacak adamlara yanıt vermek yerine dilini sıçanlar yemiş gibi susmayı seçti.

"Susmaya devam ederseniz sıkılırız." dedi Peynir. Dul Kraliçe'nin boynunu gezen bıçağı kalbinin üzerine indirip bastırıyor gibi yaptı. "Kan biraz daha sıkılırsa size tecavüz eder. Ben de onu durduramam, majesteleri. Söyleyin!"

Dul Kraliçe, sağ tarafında bekleyen Kan'dan uzak olmak için biraz diğer yana doğru kaymaya çalıştı ancak o tarafta da Peynir vardı. Konuşmak ve oğlunu feda etmek niyetinde değildi. Ya da nerede olduğunu söylemek. Ağzı hâlâ bağlıymış gibi susuyordu. Dik dik bakan gözleri ise ölümünü kabulleniş içeriyordu. Bu gece ölecekti, değil mi?

Ölmeliydi.

Böylece kurtuluşa ererdi.

"Bu fahişe, tek gözlü oğlanı vermemek için şu bıraktığımız kızını feda edecek gibi durmuyor mu?" diye sordu Kan.

"Helaena'ya dokunmayın!" diyerek panikle yerinde doğrulmaya çalıştı Dul Kraliçe. Fakat Kan onu yeniden koltuğun dibine iterken hiç kibar bir tavır göstermemişti. Adamlar için ne değerliydi, ne de bir sorundu. Sadece köprü görevi görüyordu. Görevi hep bu olmamış mıydı zaten?

"Başka oğulları da var." dedi Peynir. Bezi yeniden, itiraz eden Dul Kraliçe Alicent'ın ağzına sıkıca bağladı. Sesi artık istese de çıkmıyordu. "Tek göz favoriniz. Değil mi, majesteleri?"

Alicent çıkmayan boğuk sesiyle onları tehdit etmeye çalışıyor gibi kızgın ve oğlunu korumak ister gibi de habersiz gözükmeye çalışıyordu.

"Prens Lucerys'i öldürdüğü için onu tebrik ettiniz mi?"

Dul Kraliçe kaskatı kesilmişti.

"Ya da zindanlardaki Prens Maerys'in çığlıkları sizi mutlu ediyor muydu?" Peynir rahatsız edici şekilde güldü ve tünellerin ıslak duvarları yüzünden kirlenmiş parmaklarını, Dul Kraliçe Alicent'ın çenesini sıkıca kavramak için kullandı. "Kötü bir haberim var. Prens Maerys Targaryen artık özgür." Kan sessizce gülüyordu, kadının şok olmuş bakışlarına. "Onu kurtardık ve Prenses Mhyra ile birlikte evine doğru çoktan yola çıktı. Artık bir tehdidiniz kalmadı, majesteleri. Ölüm artık evin içinde. O, biziz."

Bağlanmış ağzı yüzünden çığlıklarını duyuramayan ve hissettiği acizliği bir elbise gibi ruhuna giyinen Dul Kraliçe Alicent, kendisini bekleyen yegâne bir son olduğunu anlamış gibi çırpınarak sesini duyurmaya çalışıyordu. "Acaba ilk önce hangisi sizi görmeye gelecek, majesteleri?" diye soran Kan; Alicent Hightower'ın gözlerinin önünde, oğlu Aemond'un öldürülmesini izlemesine dair korkunç hayaller doğmasını zevk ve neşesiyle sağladı. Peynir kalkmıştı. Dul Kraliçe'yi, salyası akan tazıyla tek başına bırakarak odadan çıktı ve Kan, kan damlaları ile kirli olan bıçağı Dul Kraliçe'ye tanıtmaya başladı.

"Bununla yapacağım." dedi sanki çok normal bir şey anlatır gibi. "Oğlunun boğazını o kadar derin keseceğim ki, kaybettiği gözünü dert etmesine gerek dahi kalmayacak."

Dehşete kapılmış gözlerini kocaman bir şekilde açan Alicent, Kan'ın pis ve insanların kanıyla kirletilmiş bıçağına bakarken, artık bariz bir korkuya baş eğmişti. Buğulu bıçağın yansımasına düşen yüzü sanki ona ait değildi. Bir oğulu kaybetmek üzere olan anneye aitti. Alicent Hightower kabuslarında gördüğü kan havuzlarından duyduğu korkudan çok boynundaki Mhyris'in eline duyduğu korkuyu ciddiye almış, ona odaklanmıştı. Ve oğlunu aldığına göre, Mhyris mektubunu geciktirmek istemiyordu. Ya da Rhaenyra mıydı?

Oğula karşılık oğul sözü zihninde bir anda yankılandı. Kendisi zamanında oğlunun gözüne karşılık bir göz alma hamlesini gerçekleştirememişti ama o iki kız kardeş, şimdi, zamanında Dul Kraliçe'nin doğrulttuğu hançeri geri iade ediyorlardı. Elbette edeceklerdi.

Bedel mutlaka ödenmeliydi.

İhtişamı ile oturduğu koltuğun, şimdi dibinde, aciz ve çaresiz şekilde, yerde kıvrılmış olan Dul Kraliçe; odaya geri dönen Peynir'in acelesini anlamakta zorluk yaşamamıştı. Adamları izledi. "Biri geliyor!" diye fısıldayan Peynir, kapının arkasına saklanmıştı. Kan ise halıdaki muhafızı kenara çekip bakire heykelinin arkasına sinmişti, elindeki bıçak Alicent Hightower'a doğru parıl parıl parlıyordu adeta bir elmas gibi. Ya da yabancının sureti de olabilirdi. Alicent biliyordu, yabancıydı o. Oğlu için, karanlık odanın tavanında dans ediyordu istenmeyen tanrı.

Odanın kapısı iki kez tıklatıldı.

Bir oğlandı uğrayan.

"Anne, gelebilir miyim?" diye seslendi Prens Daeron Targaryen. Genç prens, Eski Şehir'e doğru yola çıkmasına kısa bir süre kalmışken, annesi Alicent ile vedalaşmaya gelmişti. El Kulesi'ndeki uğursuz sessizlik dikkatini çekmiş ve genç prens, kapıya sıçramış olan ufak kan damlalarını fark etmişti. "Anne!" Bağırdı. Daeron geri kaçıp gidecek bir çocuk değildi. Cesur, çaylak ve atılgan bir yapısı vardı. Kapıdaki kan lekeleri, annesone bir şey olduğu gerçeğini ona sunduğunda, Prens Daeron hamlesini çabuk yaptı. Yabancı'nın dansına eşlik etmek üzere adım atmıştı.

Kapıyı şiddetle açarken bir yandan da kılıcını çekti Daeron. Karanlık odaya daldığı an gözüne ilk önce şöminenin dibine yığılmış yaşlı septa çarptı, genç olanı yatağın dibinde gördü ve annesi Alicent'ı pencerenin önündeki koltuk önünde otururken buldu. Dul Kraliçe, boğuk sesiyle haykırarak oğluna gölge olup saklanmış adamlardan kaçması için yalvarıyordu. Zaman bir canavar sayılırdı. Ölüm ise onun en iyi ortağı. Prens Daeron, annesinin çırpınışında gördü sonu. Soğuk esintiyi hissetmişti. Sırtındaki ürperti sahi ve tehlikeliydi. Kılıcını savurarak geri döndü ve Kan ile karşı karşıya geldi. Ondan üç kat daha büyük olan adama karşı ilk önce birkaç adım gerilemişti ancak Kan'ın "Annen çok ses çıkartıyor." demesinin üzerine, Daeron'un gözü dönmüştü ve dev sayılacak adamla kavgaya tutuştu.

Daeron'un kılıcı yükseldi. Bağırışları, Kan'ın kuvvetli saldırılarına karşılık yükselirken; Dul Kraliçe sanki yardım edebilirmiş gibi kendisini yere atarak oğluna ulaşmaya çalışıyordu. Daeron, çevik bir genç olmasının ayrıcalığıyla Kan'a saldırırken; Kan, Daeron'u eline geçirdiği an çocuğun kemiklerini tek hamlede kırabilecek kadar iri yarıydı. Karanlık odada, Peynir kapıyı kapatıp sürgülemişti. İzliyordu kavgayı. Prens Daeron'un pes etmeden kılıcı savuruş hamlelerine gülümsüyordu. Tek gözlü değildi belki ama Dul Kraliçe'nin oğlu idi. Ve bu yeterliydi.

"Annemden uzak durun!" Daeron'un cesur bağırışı, son kılıç hamlesine de yansımıştı. Kan'a savurduğu çelikten çıkan ses, odadaki rüzgarı kesmiş gibi duyuldu. Prens öğrendiği her şeyle bir savaş veriyordu. Talim alanında gibi. Ama Kan ve Peynir, onun talim yapıp, ufacık hatasında kendisini toparlama şansı verecek muhafızlardan değildi. Onlar gerçek düşmandı. İstediklerini almadan gitmeyeceklerdi ve Peynir'in gözünde Prens Daeron, kapana kendi ayaklarıyla gelmiş bir sıçandı. Kılıcını parlak, yüzünü yakışıklı tutmak onun çıkış bileti olmayacaktı. Her sıçan bir gün onun kurduğu kapanda ölürdü.

Alicent Hightower devrildiği halının üzerinde, geceliğine, öldürülen genç muhafızın kanı bulaşırken, oğlunun hayatı için yedi tanrıya haykırıyordu.

Yediler ise ışık olmadan göremezdi.

Ve El Kulesi tamamen karanlıktaydı.

Kılıç sallayan genç prensten sıkılmıştı Kan. Onunla oyalanma istediği bittiği an, sert bir darbeyle prensin elindeki kılıcı yere düşürdü. Daeron gerideki Peynir'in kollarına doğru savrulmuş, kel adam ise onu çabucak yakalamıştı. Bir sıçanı tutup ezmek için kullandığı ellerini, Daeron'un kollarını tutmakta kullanan Peynir'in sesi artık prensin kulaklarındaydı. Kurtulmaya çalışan genç çocuğun ağzını kapatmıştı.

"Annenden Prens Aemond'u istedik ancak o, en sevdiği oğlu yerine senin ölmeni tercih etti. Bize, seni o verdi."

Yerdeki ağzı bağlanmış Dul Kraliçe bunun doğru olmadığını söylemek istiyordu, kapana kısılmış sıçan gibi çırpınıyor ve ağlıyordu. Daeron'un korkmuş gözlerine bakıyor, kulağını tıkamasını istiyordu ondan. Oğlunun bedeni bir an için ona çok küçük geldi ve gözyaşları aktı nehir gibi. Tanrıları duymuyordu. Alicent, terk edilmişti.

"Duyuyor musun çocuk?" dedi Peynir. Sıkıca tuttuğu Daeron'u Kan'ın güçlü kollarına attığında, prens artık kaçış için çırpınmaya bile fırsat bulamazdı. Kan öyle kuvvetli, öyle kabaydı ki, tek hamlesiyle Daeron'un boynunu kırıp genç çocuğu öldürebilirdi. Boğuyordu adeta. Prens Daeron, boynunu sıkıca sarmış kolu gevşetmek için uğraşmayı bile zar zor başarıyordu. Gözlerini ise annesinden ayırmamıştı asla. Peynir ilerlemiş, yere eğilmiş ve Dul Kraliçe Alicent'ın başını kaldırarak gözlerini oğlundan ayırmaması için onu zorla yönlendirmişti.

"Annen ölmeni istedi, Daeron."

"Hayır..." diyerek konuşmaya çalıştı Daeron. Azalan nefesi yüzünden yüzü kızarmaya başladı. "Çeneni kapa..."

"Aemond yerine Daeron ölsün dedi." diyerek ısrarla konuşuyordu Peynir. Boğuk sesini duyurmaya çalışan Dul Kraliçe'nin ağzındaki bezi çıkartmak yerine iyice sıkarak kadının nefesini tıkadı adeta. Ama Alicent zaten nefes alamıyordu o sırada. Oğlu karşısında ölüme doğru giderken ve gözlerinde Peynir'in dediklerine inanacak gibi bir ifade oluşurken, Daeron'un güzel suratındaki hayal kırıklığı olmanın yükünü de almıştı artık omuzlarına Dul Kraliçe. Neden o ölemiyordu ki?

Öyle kolay ölmesine izin vermezlerdi.

Çünkü kolay ölümü hak etmiyordu.

"Annesi, Daeron'u hiç sevmedi." dedi Peynir, son kez. Komut verdi. Başını hafifçe sallaması ile Kan'ın belindeki uzun bıçak göründü yeniden.

Yabancı'nın kutsal olmayan dansında çığlıklar ve kan vardı bolca. O gecenin kör saatinde, aniden olup bitmişti ne olması gerektiyse. Daeron'un gözleri, onun için korkuyla haykıran annesine bakarken, Kan bıçağını alışkın olduğu güçle prensin boynunda kullandı. Bir anda kaldırdı ve ellerini kirletmesine izin vererek bir anda indirdi. Daeron Targaryen'in kellesini, Dul Kraliçe'nin gözünü kapatıp açtığı anda almıştı ve prensin ölü bedenini bırakarak yere düşmesine izin verdi.

Ruhsuz kalan bedeni halının üstünde, kellesi ise katilinin elinde kaldı genç Daeron Targaryen'in. Işığı solmuş mor gözleri, Kan'ın tuttuğu kellesinde, hâlâ annesine doğru bakıyordu ve gerideki anıları teker teker yutularak diyardan göçüyordu yabancının dansıyla.

Alicent'ın bir daha eskisi gibi bakma şanslı bulamayacak hüzünlü gözleri ise kötü ölümün soğuk gerçekliği ile yıkanmışçasına donup kalmıştı. Göz yaşı yanağında kaskatı kesildi. Peynir tarafından tutulan yüzü bırakıldı ve sanki o da ölmüş gibi halıya düşerek oğlunun cansız bedeninin yakınında kalakalmıştı. Alicent Hightower artık nefes alan bir ölüydü. Oğlunun başsız bedeninden akmakta olan kanı yavaş yavaş ona doğru süzülürken, Alicent, Daeron'un kahkahaları ile dolu olan aklındaki seslere eşlik etti çığlığı ile. Bir annenin atabileceği en korkunç ve en acı dolu çığlığı attığında, Kızıl Kale uğursuz geceye verilen kurban adına ayağa kalkmıştı.

Daeron Targaryen bir bedele karşılık alınmıştı. Sevgili Daeron, yabancının oğluydu artık. Tıpkı Lucerys gibi.

Yabancı tepindi Daeron'un cesedinde, sonra tükürdü Alicent'ın yüzüne.
Oğula karşılık oğul alındı,
kanın merhametsizliğiyle.
Peynir sıçan gibi attı kelleyi torbaya,
lanetlenmiş duvarların huzurunda.
Kaçtılar gecenin tünellerine,
kara kraliçeye selam olsun diye!

🐉

Daeron...💔

Yazması en zor bölümlerden biriydi benim için :(

Kan ve Peynir olayının vehametini bozmaması için bölümü sadece Kızıl Kale'ye odakladım. Zaten part 2'ydi bu bölüm. Ejderha Kayası'nda neler olup bittiğine ve Mhyra ile Maerys'in durumuna diğer bölümde geçiş yapacağız!

Öptüm!

Continue Reading

You'll Also Like

1.1K 87 4
FS 107 yılının 8. ayının 25. gününde, Asi Prensin karısı bir kız çocuğu doğurdu. Büyük Septon tarafından vaftiz edildi, kulağına ise yüzyıllar boyunc...
1.9K 259 13
❝Uzun gece çöktüğünde, yanımızda olmasını istediğim tek kişi sensin.❞ harwin strong fanfiction. 10012023
1.8K 58 11
He is my safe place. I'm just dreaming about him, nothing more...
6.4K 479 13
Sevgilim Dedim ki; Senin aşkın Tehlikenin karşısında dikilirken hiç korku hissetmemek gibi, Onu çok istediğinden dolayı... Gerçek aşkından gelen Bir...