GÖLGELERİN KAÇIŞI

By Galaksidensize

734K 32.7K 52.8K

Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Al... More

~Tanıtım~
~Giriş~
1.Cehennemin Kıyısından.
3.Cevapsız sorular.
4.Boğulmak mı,ölmek mi?
5.Geçmişin izinden.
6.Yaralar ve izleri.
7.Sen ve ben.
8.Kirli öpücükler.✨
9.Kardeş bilekliği.
10.İzin ver.
11.Öpersen iyileşir.
12.Gerçeklerin gölgesinde.
13.Öldürmedin mi?
14.Sözlerim sarhoş.
15.Mavi araba.
16.Beklerim.✨
17.Uzaklaşamıyormuşum.

2.Deniz mi,gökyüzü mü?

46.7K 2.1K 3.6K
By Galaksidensize

Oy vermeyi ve yorum yapmayı da unutmayın <3

Keyifli okumalar dilerim✨

~Deniz mi,gökyüzü mü?~

Yalnızlık, tek kelime, 9 harf; saatlerce akıtılan gözyaşı ve en acısı, çok büyük çaresizlikti. Benim için sadece çaresizlik de değildi, korkuydu.

Bazen boğazıma boğabilecek derecede sıkı dolanmış bir el, bazen de cehennemin ta kendisiydi.

İnsan cehennemde yaşayabilir miydi?

Ben yaşayamıyordum.

Etrafımda insanlar vardı, yüzlerini görebiliyordum, sesleri duyuluyordu ama ruhlarını hissedemiyordum.

Ne kadar acıydı değil mi, yüzünü gördüğün insanların ruhunu hissedememek.

Ben ve benim gibi insanlar, yaşamlarının her aşamasında bu zorluklarla karşı karşıya kalıyorlardı.

Sorun onlarda yani ruhunu hissedemediğim insanlarda mıydı?

Elbette hayır, sorun her zaman bendeydi. Var olmamdı en büyük sorun. Ben var oldukça yalnızlık da benimle olacaktı. Kadere inanmazdım, ama inanırsam kaderimden de kaçamazdım.

Belki de yalnızlık benim kaderimdi.

Burada, bir tüneldeydim, tek başıma. Sessizce ağlıyordum. Kendime çektiğim dizlerimi kollarımla sararken, sanki karanlık tünelde ışık varmış da görmek istemiyormuş gibi başımı dizlerime gömüp gözlerimi sıkıca kapatmış halde oturuyordum.

Kollarım dizlerime sarılmışken dokunduğu her zerre canımı acıtıyordu. Çünkü yara olmuştu, üstlerine düşerken kanatmıştım dizlerimi.

Arabadan inerken mi?

Ömer abi saçımdan yakalarken mi?

Annem babam beni tek başıma bırakıp giderken onların arkasından koşmamın ardından mı yoksa?

Belki de yıllar önce ilk dizlerimin üstüne düşerken oluşmuştu yaraları, sonra da en ufak darbede kabukları soyularak tekrar kanıyordu.

Hatırlıyordum, yaşımı değil yaşadıklarımı hatırlıyordum. Çünkü yaşları rakamlar değil, yaşadıklarımız oluştururdu.

5,6,7,  ne fark eder ki, acıları, sorumluluklarımı, kısacası hayatı anlamayacak kadar küçüktüm.

İçimi ilk kez babamla alışverişe çıkıp bir şeyler almak düşüncesinin getirdiği mutluluk doldururken, dışarının çamurlu olmasına aldırmadan beyaz giyinmiştim.

Pantolonum, kazağım, montum, berem, hatta küçük botlarım bile beyazdı.

Kendinizi bildiğinizden beri anne babanız yanınızda değilse bir şekilde giysilerinizi giymeyi hatta birbirine uyumlu hale getirmeyi bile öğreniyordunuz.

Küçük eldivenlerimi ellerime geçirdikten sonra atkımı da boynuma dolamıştım. Tabii o zaman şimdiki gibi boğulma korkusu olmadığı için boğazıma bir şeyleri dolamak rahatsız etmiyordu.

Babam da yanımda siyah botlarını giydiği sırada çıkmamız için hemen kapıyı açmıştım.

Tam 3 ay 11 gün olmuştu beni görmeye gelmeyeli, ama tek bir sözle gönlümü almaya başarmışlardı. Geldiklerinde beraber alışverişe gidecek,renkli boyalar ve beyaz kağıtlar alacaktık.

Büyüdükçe yok olmak zorunda kalsalar da resim çizmek, şarkı dinlemek, bazen de piyano ya da gitarın arkasına geçip notalarda kaybolmak hobilerim arasındaydı.

Sözlerini mecburen ve kısmen tutmak için alışverişe babam gelmişti. Kapıdan çıktıktan sonra hızlı adımlarına yetişmek maksadıyla arkasından koşmuştum.

Bir adım beş küçük adım, bir adım beş küçük adım derken mağazaya varmıştık.

İçeri girer girmez görüş açıma ulaşan sulu boyalar, renkli kalemler, beyaz kağıtlar yüzümü gülümsetirken kendimi büyülenmiş gibi hissediyordum. Tabii ben mağazanın içinde dolaşırken babam bir kenarda oturmuştu.

Hangisine bakayım diye şaşırıp başımı bir sağa bir sola çevirirken kulağımı müzik sesinin doldurmasıyla kaşlarımı çatmam bir olmuştu. Burası resim eşyaları satılan yerdi, müzik neden vardı ki?

Her zaman bir şeylere meraklı olduğum için arkama bakıp babamın beni izlemediğini kontrol ettikten sonra müzik sesinin geldiği yöne doğru yürümüştüm.

Küçük adımlarımın sayı ve hızı arttıkça müzik sesi daha da yükseliyordu. Sözler yoktu, sadece sakinleştirici bir melodi vardı.

Parmaklarımı vitrinde asılı olan kalem kutularının üstünde gezdirirken köşeyi dönmemle orta yaşlı bir amcayı görüp kaşlarımı çatmam bir oldu.

Müzik sesi onun olduğu yerden geliyordu.

Bir elinde fırça olduğunu düşündüğüm çubuğu sabit tutmaya çalışırken diğer elinin işaret parmağının tersiyle fırçanın üstüne vuruyordu.

Kaşlarımı daha da çatıp yanına yaklaştığımda başını bana doğru çevirip hafif tebessüm ettikten sonra tekrar önüne döndü.

"Selam" diye mırıldanarak bir adım daha attım.

"Selam küçük misafir, hoş geldin." dedi fırçanın üstüne vurmaya devam ettiği sırada. Önünde durduğu masanın üstünde ne olduğunu görmek için parmak uçlarıma kalkarken dudaklarımı hafifçe araladım.
"Hoş buldum, ne yapıyorsunuz?"

Bana bakmadan işine devam ederken "resim yapıyorum" dedi sevecen bir tonla. Kaşlarım daha da çatıldığında yüzüne baktım.

"Hayır" dedim hızla "fırçaya vuruyorsunuz."

Gözlerimi kısarak şarkı sesinin nereden geldiğini bulmak isterken "ve şarkı dinliyorsunuz" diye devam ettim.

Gülümsedi, elindeki fırçayı masanın kenarına koyarken doğrulup yüzüme baktı.

"Evet, şarkı dinleyerek ve fırçaya vurarak resim yapıyorum."

Parmak uçlarımdan ayaklarımın üzerine indiğimde kocaman gözlerle yüzünü inceledim.

"Nasıl yani? Nasıl yapıyorsunuz bunu?"

Yüzündeki tebessüm daha da büyürken "Görmek ister misin?" diye sordu. Tereddüt bile etmeden başımı evet anlamında hızla salladım. Bana doğru yaklaşıp kucağına alarak yanındaki sandalyeye oturttu.

Sonunda dakikalardır görmek istediğim masanın üstü görüş açıma girince yüzümdeki şaşkınlıkla "bu..." diye fısıldadım, "bu çok güzel."

Masanın üstü göz kamaştırıcı derecede güzeldi.

Masanın üstünde dörtken şeklinde tabak gibi bir masa daha ve içinde yeşile yakın açık mavi renkte bir boya vardı, en ilginç olanı boya suyun içindeydi.

Şaşkınlıktan kocaman açılmış gözlerimi kısarak masaya doğru biraz daha yaklaştım.

"Bu nasıl oluyor? Boya suyun içinde."

Orta yaşlı amca, fırça dediğim çubuklardan birini eline aldığı sırada tekrar gülümsedi.

"Bunun adı Ebru ufaklık, su üzerine boya damlatılarak güzel resimler yapılan bir sanat."

Eline aldığı fırçayı boyaya daldırarak birkaç damla daha suyun üzerine damlattı. Boya suyun üzerine düştükten sonra yavaşça yayılırken beni oraya götüren müzik sesiyle uyum sağlıyor gibiydi.

"Ebru..." dedim düşünceli bir sesle, "Hiç duymadım, çok güzel. Peki, neden şarkı dinleyerek çiziyorsunuz?"

Çenemi avucuma yerleştirerek daha da dikkatli izlemeye devam ettim.Elindeki çubukla suyun üzerine damlattığı boyaya yön verirken gerçekten de bir resim oluşmaya başlamıştı.

"Şarkılar, ruhumu resimlere aktarmaya yardımcı oluyor; nota notayı kovalarken ben de renkleri takip ediyorum."

Sanki benimle değil de başka biriyle konuşuyormuş gibi resme bakıp düşüncelere dalmıştı. Tam o an ben de bakışlarımı resime çevirdiğimde tekrardan büyülenmiş gibi gözlerimi kocaman açtım.

Az önce sadece suyun üstünde damlalar şeklinde duran boyalara yön vererek çok güzel bir gül çizmişti. Ama bu gül normal güllerden farklı olarak kırmızı ya da beyaz değil de maviydi.

O kadar güzel gelmişti ki, anlamını bile bilmeden mavi gülü en sevdiğim çiçek seçmiştim. Sadece o da değil, mavi en sevdiğim renke; Ebru ise en sevdiğim sanata dönüşmüştü.


Renkli kalemler ve beyaz kağıtlar almak için geldiğimiz mağazadan Ebru yapmak için gerekli malzemeleri alarak çıkmıştık.

Yanlız o da değil, orta yaşlı amca çizdiği mavi gül resmini kağıda aktararak bana hediye etmişti. Gül resmini ve küçük renkli boyaları ben taşırken diğer malzemeler babamdaydı.

Her zaman olduğu gibi yine hızlı yürüyordu ve ben ona yetişmek için adeta koşuyordum. Evimizin yolunun üzerinde olan merdivenlere vardığımızda babam büyük adımlarla merdivenleri ikişer ikişer tırmanırken ben de koşarak çıkmaya çalışıyordum.

Tam o an merdivenin belki de altıncı basamağında hızlı adımlar atmamdan dolayı kendi ayağıma takılarak çamurlu zeminin üzerine düştüm.

Kar beyazı pantolonum ve eldivenlerim çamur rengine bulaşırken dizlerim acımıştı, ama o an düşündüğüm bu değildi.

Düşerken elimde olan boyalar ve mavi gül resmi yere düşerek mahvolmuştu.

Boyalar dağılıp merdivenin sonuna doğru yuvarlanırken gül resmi tam da çamurun en çok olduğu yere denk gelmişti.

Babam önümdeydi, düştüğümü anlamış olmalı ki bana doğru dönerek birkaç adım atıp başımın üzerinde durmuştu. Bu benim hatırladığım ve zihnimde izler bırakan ilk düşüşümdü.

Şimdi için belki basit bir düşüştü, ama o zaman en büyük travmama dönüşmüştü. Boyalar mahvolmuştu, gül resmi çamur içindeydi, üstüm bütünlüğünde kirlenirken ellerimin ve dizlerimin sızısını hissedebiliyordum. Ama ruhumun sızısı daha büyüktü.

"Baba" diye inlediğimde dolu gözlerle etrafıma bakarak "mahvoldular" dedim. Babamın sa bana söylediği tek şey "Kalk" kelimesiydi. Gözlerimden birer damla yaş akarken kalkmak istemiyordum, mavi gül resmimi, renkli boyalarımı istiyordum, ama bana verilen emir netti.

"Kalk" dedi bir kez daha, kalkmama yardımcı olmadan. "Düştüğünde kalkmayı bileceksin."

O an anlamamıştım düştüğüm, boyaları mahvettiğim için bana kızdığını sanmıştım. Zaten mesele bu değildi, kalkardım. Nasıl o yaşıma kadar onlar olmadan büyümüşsem, yardımları olmadan kalkmayı da iyi bilirdim, ama kalktığımda mavi gül resmi ve boyalarım bana geri gelmeyecekti, kalkmasam da gelmeyecekti.

O an dizlerimin üstüne ilk çöküşümde aslında ruhumun üstüne de çökmüştüm. Sonrası anlamsızdı, çünkü en çok ilkler acıtırdı. İlk çöküşler, ilk ihanetler, ilk ölümler, ilk ayrılıklar, ilk yaşanan her acı unutulmaz, acıtırdı.

Ömer abi saçımdan yakaladığında yine dizlerimin üstüne düşmüştüm, ama o acı ilk ihanete uğramamdandı.

Annem, babam arkalarına bakmadan gittiklerinde de dizlerimin üstüne çökmüştüm, ama o acı da kelimenin tam anlamıyla ilk terk edilişimden kaynaklanmıştı.

Küçükken her beni bırakıp gittiklerinde, akıl hastanesine yatırıldığımda, yalnız başıma bir evde yaşadığımda değil, şimdi bu tünelde gerçekten de terk edilmiştim.

Elbisem tamamen yağmurdan, çamurdan ve kandan ıslanmışken, titriyordum. Ama üşüdüğüm için değil, korktuğum için titriyordum.

Korkuyordum karanlıktan, üşümekten, her şeyden en çok da bundan sonra olacaklardan. Bir yol çizilmişti bana sorulmadan,istemesem bile yürümek zorunda bırakıldığım yoluma taşlar koyulmuştu.Dikenler döşenmişti,bazen alevler yakılıcaktı,bazen sular dökülecek deniz olacaktı.Belki de sonuna varmadan ya boğularak ya da yanarak ölecektim ama yola çıkmadan bilemezdim.

Aslında pes de edebilirdim,
istemediğim bir yola çıkmak zorunda değildim.

Zorundamıydım?

Zorundaydım.

Ayça vardı.

Kendim için olmasa bile onun için ayakta durmalıydım.

Peki şu an tünelin bir köşesinde kedime sarılarak sessiz hıçkırıklarımda boğulurken ayakta,dik durmuşmuydum?

Durmamıştım ama durmalıydım işte

Hadi dedim kendi kendime,kalk dedim.Sen bundan da zor olaylar yaşadın kalk dik tut başını,kalk kardeşine git dedim.Ama olmuyorsa olmuyordu.

Özlüyordum,büyükannemi,büyükbabamı,
Cansuyu,Berki en acısıysa onu,Ömer abiyi özlüyordum.Burada olsa beni kaldırırdı,eve götürür,ayakta durmama yardımcı olurdu.Uyurken üstümü örterdi mesela.Karanlıktan korktuğum için ışığı kapatmazdı.Sabaha kadar salonda bekler kabus gördüğümde bana su getirirdi.

Yaparmıydı tekrardan bunları?

Yapmazdı.

Baştan sona hepsi yalandı.

Acıydı,acıtıyordu kalbimi,
öldüğü için üzülmek istiyordum,üzülemiyordum.
Sevinemiyordum da.

Her şey bir yana kalsın şimdi başımda ne olduğunu bilmediğim,bin türlü dert varken neden aklımdan çıkmıyordu.Neden gülümsemesi gözümün önündeydi neden kardeşim diyordu sürekli,sonra neden kaçma zaten öleceksin diyordu?

Tüm bunlar aklımda dolaşırken bir kez daha hıçkırdım, başımı daha da dizlerime gömerek. Bir kez daha ve bir kez daha.

Hıçkırıklarım kulaklarımı doldururken, sessiz ağlamayı bir kenara bıraktım. Bağırdım, bağıra çağıra ağlamak istedim.

Sesim boş tünelde yankılanırken durmadım, ellerimi sardığım dizlerimden çekerek yere vurmaya başladım.

Ben buydum, en ufak acıda ya sinir krizi geçirir ya da hissizleşirdim.

Acıyordu, çok acıyordu ellerim, kalbim, tüm benliğim acıyordu ama ben yere vurmaktan vazgeçmiyordum.

Geçer miydi? Ben vurdukça acılarım da diner miydi? Bağırdıkça susturabilir miydim zihnimdeki sesleri?

Yalnızsın,karanlıktasın,terk edildin,boğuluyorsun diyordu zihnimdeki sesler.

Değildim, yalnız değildim, terk edilmemiştim, karanlık değildi hiçbir yer, boğulmuyordum da,boğuluyor muydum yoksa, hayır boğulmuyordum, nefes almayı unutmuştum sadece.

"Dur" diyordu birisi "dur ne yapıyorsun, ellerin kanayacak."

Durmayacaktım, zihnimdeki sesler durmadıkça durmayacaktım.

"Hey" diye bağırıyordu insana ait bir ses değildi ama tanıdıktı. "Dur diyorum, duymuyor musun beni?"

Karanlıktı, başımı dizlerime gömdüğüm için karanlıkta değil mi? Hayır, gözlerimi kapattığım için karanlıktı, yoksa açık mıydı gözlerim?

"Dedikleri kadar varmış, ne kadar inatçısın sen, dursana." dedi bir kez daha seslenerek.

Ellerimi tutmaya çalışıyordu, sesi çığlıklarıma karışıyordu, kimdi?

Kim olduğunu görmem için gözlerimi açmalıydım, gözlerimi açmam için ise ilk önce başımı kaldırmalıydım. Neden kaldıramıyordum?

"İnanamıyorum, ikisi de psikopat" dedi söylediklerine inanamıyormuş gibi.

Psikopat dedi, psikopat, akıl hastanesinde yattığımı nereden biliyordu?

Hayır, psikopat değildim, iyileşmiştim ben, iyileşmiştim değil mi?

O an ani bir sinirle başımı kaldırdığımda "Psikopat değilim ben" diye bağırdım.

Elleri kollarımdan tutup durdurmak isterken birden bağırmamla irkilerek bir adım arkaya çekildi.

"Tamam" dedi ellerini yukarı kaldırdığı sırada "sakin, psikopat değilsin."

O an göz göze geldiğimizde, tünelin karanlık olmasına rağmen yüzünü ve üstündekileri seçebiliyordum.

Siyah gözleri üzerimde dolaşırken fazlasıyla tedirgindi. Yüzü, sadece gözleri görünecek bir şekilde maskeliyken, insan sesine benzemeyen tınısı bana birini anımsatıyordu; onu, arabadan indiğimde 'kaç' diye bağıran ve şimdi anladığım, aslında annemlerin 'nasıl güveneceğiz?' diye sorguladığı kişiyi.

Ama bu adamın üstünde, o kişiden farklı olarak siyah değil de asker yeşili giysiler vardı. Birlikte miydiler? En önemlisi neden bana yardım etmeye çalışıyorlardı, daha doğrusu maksatları bana yardım etmek miydi?

Hala benden uzak durmak istercesine ellerini kaldırmışken, yavaşça ayağa kalktım. O sırada bir adım daha arkaya gitti.

Benden korkuyor muydu? Bence siyah maskesi ve robot sesiyle o daha fazla korkunçtu. Tabii üstüm kan ve çamur izleriyle doluyken ve az önce sinir krizi geçirirken ben de birazcık korkunç görünmüş olabilirim,ama konumuz bu değildi.

Kaşlarımı çatıp üstünü incelediğim sırada o da kaşlarını çatarak ellerini indirdi.

"Kimsin?" diye sordum sertçe. Az önce bağırmamdan olmalı ki sesim kısılmıştı, ama duyduğuna emindim. Kaşları düzleşti, sağ elini yavaşça kaldırıp bana doğru bir adım atmak istediğinde bu sefer arkaya giden bendim.

Korktuğumu anlamış olmalı ki durdu. "Korkma" dedi temkinle "kötü biri değilim," gözleri kısıldı, "yani en azından senin için değilim."

"Kimsin?" diye sordum bir kez daha. Kötü biri olup olmaması şu an için beni ilgilendirmiyordu. Zaten çevremdeki insanların iyi ya da kötü olduğunu anlamayacak kadar aptaldım. Dört yıl, bir haine abi demem bunun en büyük kanıtıydı.

Sağ elini indirip derin bir iç çektiğinde muhtemelen taktığı ses değiştiriciden olmalı ki, gıcırtı sesi geldi.

"Reis ismim ama sen tanımazsın" dedi düz bir sesle. Kaşlarım çatıldı, evet tanımıyordum.

"Neyse, kim olduğum önemsiz, vakit kaybetmeden gitmeliyiz, hadi." Bir anda aramızdaki iki adımlık mesafeyi kapatıp kolumdan tutmak istediğinde kendimi hızla geri çektim.

"Korkma" dedi bir kez daha "sana bir şey yapmayacağım, sadece oradaki arabaya gideceğiz." Eliyle tünelin sonunu işaret ettiğinde bakışlarım o tarafa döndü. Karanlık olduğu için bir şey görünmüyordu.

Tam başımı ona doğru çeviriyordum ki, hızla kolumu kavrayınca kendimi korumak için, refleks olarak dizimi ayaklarının arasına geçirerek sert bir tekme attım.

"Hey" diye bağırdığında, inleyerek yere çöktü, o sırada ben de korkuyla geri çekildim.

"Ne yapıyorsun sen?" diye inledi bir kez daha, yarı oturmuş bir şekilde dururken ellerini karnına sarmıştı.

Açıkçası böyle bir şey yaptığıma ben de şaşırmıştım. "Seni tanımıyorum" diye bağırdım, kendimi savunmak istercesine. Gözlerini kapatarak başını iki yana salladığında ağır ağır doğruldu, ardından gözlerini açınca kaşlarını çatarak sinirli bir bakış attı.

"Bak bacım" dedi kelimelerin üstüne bastıra bastıra "sana tane tane anlattım, kötü biri değilim, sana zarar vermeyeceğim. Ne diye vuruyorsun?"

"Ben kimsenin bacısı değilim, kardeşi de değilim. Uzak durun benden." Ellerimi yumruk yaptığım sırada sinirden gözlerim dolmaya başlamıştı. Bir daha hiç kimsenin hiçbir şeyi olmayacaktım. Hayat olacaktım her zaman, çünkü kim bana ismimle hitap etmiyorsa o kişiyi kaybediyordum.

Büyükannemle büyükbabam ara ara bana başka şekilde hitap ederlerdi, onları aldı ismim elimden. Sonra Ömer abi geldi, ilk defa o bana kardeşim dedi, kelimesi zihnimde öyle bir iz bıraktı ki, bir daha hiç kimseden duymak istemeyecektim.

Ardından annem bu gece ilk defa kızım demişti, o da, onlar da gitti. Bazen isimle hitap etmemek özeldi ama ben özel olduğum an birilerine zarar veriyordum. Olmamalıydım,Hayat kalmalıydım sonsuza kadar.

Reis denilen adam hala bana sinirli bakışlar atarken "Doğru" dedi sertçe, taktığı cihaz sesinin daha da ürkütücü çıkmasına sebep oluyordu. "Böyle tekme atan birinden bacı olmaz zaten, olsa olsa dayı, amca falan olur."

"Ne?" diye sordum şaşkınlıkla, "Dalga mı geçiyorsun sen benimle?" Başını hızla iki yana salladığında ellerini teslim oluyormuş gibi kaldırdı. "Haşa, ne haddime," dedi, gözleri büyürken. "Daha çok gencim."

Ne dediğini anlamaya çalıştığım sırada tekrar bana doğru yaklaşıp bileğimden tuttu. "Neyse, bu kadar yaramazlık yeter küçük kız, hadi arabaya gidiyoruz."dedi ciddi bir şekilde. Kolumdan sıkıca tutup çekiştirmek isterken bu defa başımı eyip bileğimi kavrayan elini ısırdım.

Elini hızla çekip acıyla bağırdığında "Siktir'"diye bir küfür savurdu. "Kızım, vahşi ormandan mı kaçtın sen? İyi ki de ben getiririm dedim, canımdan olacağım ya."

"Tanımıyorum seni, gelmeyeceğim hiçbir yere."diye sesimi yükselterek kendimi geri attım. Elini yüzüne doğru tutup incelediği sırada kendi kendine mırıldanıyordu ama ben de duyabiliyordum.

"Sağ salim arabaya varayım, göstereceğim gününü ona, malını biliyor tabi o yüzden kendi gelmedi almaya, psikopat herif."

Benden mi bahsediyordu mal diye?

Hadsiz,kim olduğunu sanıyordu bu?

"Sensin mal"diye sesimi yükselterek kaşlarımı çattım.

Gözlerini ısırdığım elinden çekip bana çevirdiğinde irkildim. Çok ürkütücü bakıyordu. Sinirle üzerime doğru gelmeye başlarken ben de yavaşça geri geri gittim.

"Gelmeyeceksin öyle mi?"diye sordu dişlerinin arasından. Bakışları korkmama sebep olsa da fark ettirmemeye çalışarak "Gelmeyeceğim."dedim düz bir sesle.

Adımları durdu, ben de durdum. Hiç beklemediğim bir şekilde başını yukarı kaldırarak ellerini açtı.

Dua mı ediyordu?

Ne biçim adamdı bu?

"Allahım"diye mırıldandı yalvarır gibi.
"Ölüm fermanıma imza atıyorum ama sen biliyorsun meseleyi."

Ağzım açık, şaşkın bir şekilde ne yapmaya çalıştığını anlamak isterken aniden ellerini indirdi ve duyduğum son cümlesi "Özür dilerim."oldu.

Nereden? Nasıl? Geldiğini anlamadığım bir darbe sonucu zihnim zifiri karanlığa hapsolmuştu.

Saatler öncesi...

Ateş sıcaktı ve içine aldığı her şeyi bir gün yakar, kül ederdi. Bu günkü hava ise beklenmedik derecede soğuk olmasına rağmen, Polat içindeki ateşin sıcaklığını belirgin bir şekilde hissedebiliyordu.

Birazdan başlayacak yağmurun habercisi olan rüzgar gözlerine temas ederken, kirpikleri titriyor, bakışları değişmiyordu. Maskesi hala yüzündeydi ve çıkarmak bu gece için pek mümkün görünmüyordu.

Vücudunda hissettiği titremeyle önüne yaslandığı arabasından uzaklaşarak doğrulduğu sırada göğsünde bağladığı kollarını açıp cebindeki telefonu çıkardı.

Dakikalardır bu aramayı beklediği için karşıdaki kişinin kim olduğunu biliyordu, ekrana bakma zahmetinde bulunmadan telefonu açarak kulağına götürdü.

"Hallettin mi?" diye sordu hızla arayan kişinin konuşmasını beklemeden. Karşılığında sadece gergin nefes sesleri duyduğunda gözlerini kapatarak dişlerini sıktı.

"Hallettin mi diye sordum Reis." dedi bu defa daha sert bir şekilde. Sinirlerine elinden geldiği kadar hakim olmak istiyordu ama bazen bu pek kolay olmuyordu.

Başarmalı diye geçirdi içinden, başarmalıydı. Olur da başaramazsa, bu Polat'ın omuzlarına yük olacak bir vicdan azabı daha demekti ve bir gün onunla yüz yüze durursa gözlerinin içine bakamamak en ağır vicdan azabından bile daha zor olurdu.

"Hallettim" dedi Reis. Polat kadar olmasa da gergindi ve ondan farklı olarak bunu saklayamıyordu.

Az önce endişeden kapattığı gözlerini bu kez büyük bir rahatlamayla açtığında saniyelerdir tuttuğu nefesini bıraktı.

"Tamam"dedi sakince"şimdi attığım konuma gel,temizlemen gereken bir çöp var."

Reis Polatın cümlesini duyar duymaz
"siktir"diye bir küfür savurdu."Sen sıyırmışsın."Birkaç saniye durdu"Birini mi öldürdün?Yaptın mı bunu gerçekten?"diye sordu korkuyla.

Korkusu kendisi için değildi,hiçbir zaman da olmamışdı zaten.Bu hayatda değer verdiği sadece iki kişi vardı.Birini kaybetmişken diğerini kaybetmeyi göze alamıyordu.Eğer olurda kaybederse yaşamasının bir anlamı kalmazdı.

Polat sessiz kaldığı sırada Reis konuşmaya devam etti "Aferin"dedi alayla "Omzundaki yükler hafif geldi değil mi?O yüzden birkaçını da ekleyeyim dedin aferin."

Polat cevap vermeden arkasına yaslandığında on beş metre kadar uzaklığındaki arabayı izlemeye devam etti.Sürücüsü inmiş,kapıları kilitlemeyi bile unutarak hızla yakınlıktaki mekana doğru koşmuştu.Sebep Polat için belliydi ve bundan sonra olacakların planını da kısmen de olsa kafasında kurmuştu.

"Abi bak anlıyorum ama gittiğin yol yol değil,geç olmadan döne bilirsin,her şey..."

"Reis"dedi Polat sözünü keserek "geliyor musun,gelmiyor musun?"

Kenardan onları dinleyen birisi Polatın bu soruyu konum için sorduğunu düşünürdü ama ikisi de böyle olmadığını çok iyi biliyordu.

"Sonuna kadar"dedi Reis az önce kurduğu tüm cümleleri tek nefesde silerek.

Polat gülümsedi,Reisi çok iyi tanıyordu.Soruyu sorarken bile gideceği yer cehennem de olsa arkasında kardeşi olduğuna emindi.

"O zaman kolay gelsin"diye mırıldandı yarı alaylı yarı ciddi bir sesle.

"Bok gelir kolay psikopat herif." dedi Reis sinirle gözlerini devirerek.

Polat çoktan telefonu kapatmıştı. Cebine koyduktan sonra tekrar kollarını önünde birleştirerek arabayı izlemeye devam etti.

Düşündü, gittiği yol doğru muydu?

Önemi yoktu.

Tehlikeli miydi?

Hiç olmadığı kadar hem de.

Sonu kurtuluş muydu?

Bir ihtimal, çok küçük bir ihtimal.

Kan dökülecekti, hem de fazlasıyla,

peki değer miydi?

Sonuna kadar.

Gözleri kısılırken babasının onun için kurduğu son cümle geçti zihninden. "Madem" demişti, tüm öfkesini kusarcasına, "madem sen nefes aldığın sürece o da nefes almaya devam edecek, o zaman ben de ilk senin nefesini keserim."

Hangi baba oğluna böyle söylerdi ki, sadece bir intikam için kendi öz kanından olan birini nasıl öldürebilirdi?

Belki de çoktan öldürmüştü, ruhen öldürmek de bir suçdu ama kimse cezalandırılmıyordu. İlla ölürken kan dökülmezdi ya da nefes kesilmezdi.

Yaşarken de ölebilirdi insan, nefes alırken de yok olabilirdi. Egemen Polat'ı tam iki kez öldürmüştü aslında, üçüncüsünün kan dökülerek olması bir fark barındırmıyordu.

Polat büyük bir iç çekti, göğsünde birleştirdiği ellerini birbirine geçirerek parmaklarını çıtlattı ardından yaslandığı yerden kalkarken maskesini düzeltti.

Sakin adımlarla arabanın kapısına doğru ilerlediği sırada bakışları önündeki arabaya doğru kaydığında yutkundu.

Hayat tam da orada beyaz bir elbiseyle yirmi adım kadar uzaklığındaydı.

Polat onu hiç beyazlar içinde görmüş müydü?

Elbette,birçok kez görmüştü ama öyle görmek istemeyerek buna mecbur kalmıştı.

Oysa Polat beyazı çok severdi.

Düşündü, beyaz renk masumiyeti, saflığı ve adaleti temsil ediyordu. Hayat beyazdı, kendisiyse siyah bile olamayacak kadar fazla kirlenmişti.

Hep uzaktan izlemişti, ama belki de bu gece Hayat da farkındayken ilk kez karşı karşıya gelecekti. Bulaştırır mıydı kirini ona? Bile isteye elbette ki yapmazdı ama olur da yanlışlıkla lekeler miydi beyazlığını? Ölmek umrunda bile değilken bundan korkuyordu.

Hayat'ın beyaz eldivenli ellerinden biri elbisesinin eteğini toplarken diğer elinin bileği Ömer'in avuçları arasındaydı.

Acıyor mu diye düşündü aniden, çok sıkıyormuş gibi görünüyordu. Kendisi yaklaşmak bir yana dursun, bakmaya bile kıyamazken birileri onun elini sıkıyordu.

Bakışları onların üzerinden ayrıldığında sol eli yumruk halini aldı, çenesi kasıldı. Çünkü Ömer'in kim olduğunu ve ne yapmak istediğini çok iyi biliyordu.

Hayat, Ömer'le beraber arabaya yerleşirken Polat da hızlı bir şekilde kendi arabasına geçti.

"Başlıyoruz" diye mırıldandı arabayı çalıştırdığı sırada. Çıktıkları yolun adını ya da onları nereye götüreceğini bilmiyordu ama sonu ölüm olmasın diye elinden geleni yapacaktı. En azından Hayat için.

Önündeki arabayı takip ederken bir kez daha kendi planını ve onların planını gözden geçirdi. Bir eliyle direksiyonu sıkıca kavrarken diğer eliyle yan koltuktaki ses değiştiriciyi alarak maskesinin altından taktı. Ardından eli cebindeki telefonuna giderken bakışları önündeki arabadan ayrılmıyordu.

Hızla kayıtlı numaralardan birini çevirip telefonu kulağına götürdüğünde derin bir nefes aldı. Bu onlarla ilk konuşması olacaktı ve belki de sondu.

Giden aramaları dinlerken bir anlık açmayacaklarını düşündü ama karşıdan gelen sesle bu düşüncesinden uzaklaştı.

"Alo" dedi telefonu açan kişiye ait olan kadın sesi.

Polat yutkundu, bu hissi birkaç kez de yaşamıştı. Neden böyle olduğunun açıklaması yoktu, yani en azından şu an için yoktu.

"Kurtulmuşsunuz" diye mırıldandı yüzündeki buruk tebessümle. Karşıdaki kadın birkaç saniye durdu, ardından "Sen..." dedi şaşkınlıkla, "sen bunları neden yapıyorsun?"

Konuştuğu kişinin, yani Polat'ın kim olduğunu bilmiyordu. Ne yüzünü görmüş, ne de sesini duymuştu, ama hiçbir karşılık beklemeden yardım ettiğini biliyordu.

Polat'ın gözleri tekrar önündeki arabaya kaydığında tek eliyle direksiyonu daha da sıkı kavradı. "Planınızı biliyorum" dedi kadının sorusunu cevapsız bırakarak. "Eğer gerçekleştirmek istiyorsanız attığım konuma gelin, kızınız orada olacak."

Karşıdaki kadın ne söyleyeceğini bulamamış olmalı ki sessiz kaldı. Polat, kadının düşüncelerini okumuş gibi buruk bir tebessümle gülümsedi. "Beni tanımıyorsunuz ve güvenmiyorsunuz da biliyorum, ama sizde farkındasınız ki başka yolunuz yok. Ya kaybedeceksiniz ya da güvenerek kızlarınızı bir ihtimal kurtaracaksınız. Seçim sizin." dedi sakin bir şekilde, ardından karşıdan bir cevap gelmeyeceğini anlayıp telefonu kapatarak yan koltuğunun üzerine attı.

Güvenmek zorunda kalacaklarını iyi biliyordu, çünkü çaresizlik insana her şeyi yapdıra bilecek kadar kuvvetli bir zehirdi.

Tekrar tüm dikkatini takip ettiği arabaya verdiğinde gözleri kısılırken araba esas yoldan saparak tek yönlü yola girdi. Polat gözlerini devirdi. Ömer'den başka bir hareket de beklenemezdi zaten. Takip edildiğini anladığı için kaçacak delik arıyordu.

Sıkıca kavradığı direksiyonu çevirerek arabayı o yöne doğru yönlendirdi. Yağmur çoktan başlamış, hatta yeri çamur yapacak raddeye bile gelmişti. Hayat'ın giysileri bu gece için fazla inceydi. Çok üşür mü diye düşündü çaresizlikle. Kendi donmaya bile razıyken onun üşümesine dayanamıyordu.

Ömer hala takip edildiğinin farkında olmalı ki arabayı daha da hızlandırdı. "Bu kadar kovalamaca yeter" dedi Polat gaza yüklenerek.

Birazdan yapacakları için kendine küfürler savuruyordu, ancak bu bir oyunsa bazı kurallar zorunluydu.

Ani bir hareketle daha da hızlandığında gazın sesi duyuldu, ardından son sürat devam ederek öndeki arabaya çarptıktan sonra yavaşladı.

Çarpmanın etkisinden olmalı ki öndeki araba dengesini kaybederek hafif yana doğru gitmeye başladı.

"Kahretsin" dedi Polat sinirle, "kaza yaparsan seni sikerim şerefsiz."

Ardından dengeyi sağlayarak düz gitmeye başladığında Polat bir kez daha gaza yüklenerek tekrardan arabaya çarptı. Bu sefer ilkinden daha şiddetli çarptığı için bir küfür de kendine savurdu.

"Özür dilerim" diye mırıldandı mahcupça, "umarım bir şey olmamıştır."

Tam o sırada telefonunun çalmasıyla direksiyonu tek eliyle sıkıca kavrarken diğer eliyle açıp kulağına götürdü.

"Söyle" dedi hızla, kimin aradığını biliyordu.

"Bu ses ne lan, korktum" dedi karşıdaki kişi. Polat, onunla olan bir önceki konuşmasında ses değiştirici takmadığı için şimdi şaşırmıştı.

"Uzatma Reis."

Vakit yoktu, tehlike ise her zaman Polat'ın iki adım kadar uzaklığında olurdu.

"Temizledim bokunu" diye homurdandı Reis, "şimdi ne yapmamı istiyorsun?"

Polat düz bir sesle "konum atacağım, gelirsin" dedi Reis'in sorusunu cevaplayarak, ardından telefonu kapattı.

Gözlerini kısarak öndeki arabaya dikkatle baktığında "bu kez son" diye mırıldandı ve arabayı bir kez daha hızlandırıp öndekine çarptı.

O an içinde hissettiği sızıyla derin bir iç çekti. Muhtemelen Hayat çok korkmuştu. Sebebi kendisiydi, bir kez daha kızdı kendine, bir kez daha lanetler okudu.

Öndeki arabanın hızlanmasıyla Polat da gaza yüklendi. Oyunu bitirmenin zamanı gelmişti. Ani bir hareketle arabayı geçip önünü kesti. İki araç da durduğunda elleri direksiyondan indi, birkaç saniye duraksadı.

Karşılaşma ihtimalleri çok yüksekti. Ama yine de tanımazdı değil mi? Bu yüzden maske ve ses değiştirici takmıştı.

Maske takmasının başka nedeni de vardı aslında, ama en önemlisi tanınmamaktı. Onun tarafından hatırlanmamak.

Daha çok oyalanmadan belindeki silahı kontrol ederek arabadan indi ve tam da Hayat'ın olduğu arabanın 7,8 adım kadar uzaklığında durdu.

Yer çamurdu, yağmur şiddetini azaltmış olsa da yağmaya devam ediyordu. Silahını sağ elinde sıkıca tutarken yapacaklarını düşündü bir kez daha. Hayat'ın annesiyle babası gelmeliydi, gelmezlerse onu kendi almak zorunda kalacaktı.

En önemlisi alabilecek miydi?

Bunları düşünürken aniden öndeki arabanın kapısının açılmasıyla Polat çenesini kaldırarak duruşunu daha da dikleştirdi.

Ömer sinirle arabadan indi, ardından hızlı ve sert birkaç adım atarak tam da aralarında bir adımlık mesafe kalacak bir şekilde durdu.

Polat'ın gözleri kısıldı, baştan ayağa inceledi Ömer'i, ardından gözleri eline kaydığında duraksadı. Onun da silahı vardı, ayrıca fazlasıyla sinirli ve tedirgin görünüyordu. Ama Polat çok iyi biliyordu, Ömer ne ona ne de Hayat'a zarar verebilecek cesarete sahip biri değildi.

"Polat" dedi Ömer sertçe, "Ne istiyorsun?"

Elbette Polat'ı tanıyordu, yıllardır yanında çalıştığı patronunun varisi olabilecek tek oğluydu. Ama Ömer de öylesine biri değildi. Egemen için değerliydi, sağ kolum diyeceği kadar güvendiği biriydi.

Polat kıstığı gözlerini Ömer'in elindeki silahtan ayırmazken "Ne istediğimi biliyorsun" diye mırıldandı düz bir sesle, ardından bakışlarını gözlerine çevirdi.

"Bak" dedi Ömer, "Gittiğin yol, yol değil."

Polat gözlerini devirdi, aynı cümleyi kaç kez duymuştu?

"Sana yolumu sormadım Ömer" dedi sertçe, "kızı bırak ve kendi yoluna devam et."

Gözleri Ömer'in üstünden ayrılmazken ani bir düşünceyle bakışları arabaya kaydı. İçerisi görünmüyordu, acaba dışarı görünüyor mu diye düşünmeden edemedi. Muhtemelen yağmurdan ve karanlıktan görünmezdi.

"Yapamam" dedi Ömer umursamaz bir tavırla, "Egemen beyin kesin emri var."

Polat'ın bakışları tekrar Ömer'e kaydığında dudakları kıvrıldı. "Yapamam değil Ömer, yapmam."

Yapmazdı, çünkü yılların hükmü büyüktü. Egemen'in ona da bulaşan pisliği temizlenecek gibi değildi. Aslında yıllarla bir ilgisi yoktu, eğer mesele yıl olsaydı Polat gözünü açtığından beri gördüğü babasına çoktan dönüşmüş olurdu.

Ömer çenesini kaldırarak "Yapamam ya da yapmam ne fark eder ki?" dedi alayla, yüzündeki tedirginlik çoktan silinmişti. "Ne yapabilirsin ki?"

Polat'ın dudakları daha da kıvrılırken eliyle rüzgarın yüzüne indirdiği siyah tutamlarını düzeltti, ardından "hmm" diye mırıldandı, aynen onun gibi alayla karşılık vererek.

"Sana bir seçenek sunabilirim." Gözleri kısıldı. Az önce yüzündeki alaylı ifade aniden silinirken yerini ürkütücü bakışlara bıraktı.

"Kolay bir seçenek."

Yağmur ikisini de ıslatırken Ömer ıslanmış kirpiklerinin arasından Polata bakarak kaşlarını çattı. "Ne seçeneği?" diye sordu. Yüzündeki alaydan eser kalmamıştı.

Polat'ın gözleri daha da kısıldı, ardından saniye bile sayılmayacak süre zarfında bakışları arabaya sonra tekrardan Ömere kaydı.

"Sana değer veriyor." dedi sakin bir sesle.

Yağmur yağmaya devam etse de aralarındaki mesafe kısa olduğu için birbirlerini duyabiliyorlardı.

"Yolunu değiştirebilirsin, bizimle gel ve gerçekten de onun abisi ol, bir yol bulur seni savunurum." Başını omzuna doğru yatırdı. "Ne dersin?"

Gerçekten de yapardı, Ömer'i ilk tanıdığı andan itibaren hiç sevmemişti, ama şimdiye kadar sadece Hayat için katlanmıştı. Bundan sonra da o üzülmesin diye katlanabilirdi.

Soru dolu bakışlarla Ömer'i incelerken sadece birkaç saniye düşünüyormuş gibi olduğunu fark etti, ama duruşu değişmedi.

"Ya da?" diye sordu Ömer. İlk seçeneği elemişti. İyi biri olmasa da patronu Egemen'e her zaman sadık kalmıştı.

"Ya da..." dedi Polat, Ömer'in sorusunu tekrar ederek. Derin bir iç çekti, ardından elindeki silahı kaldırıp diğer eliyle inceliyormuş gibi yaparak "Seni doğru olmayan yolumun üzerinden kaldırır, devam ederim." dedi, sakinliğini korumaya özen gösterdiği sırada.

Ömer'in bakışları Polat'ın üzerinde dolaşırken aniden durdu. "Yapamazsın." dedi kendinden emin olduğunu göstermek istercesine, ancak bir yandan da yapabileceği düşüncesi yerinde rahatsızca kıpırdamasına sebep olmuştu.

Polat'ın silah üzerinde dolaşan parmağı ve bakışları duraksadı. Ardından Ömer'e bakarken silah tutmayan elini kaldırarak "Seçim senin." dedi umursamaz bir tavırla.

"Yapamazsın." dedi Ömer bir kez daha.

"Seçimini yap, Ömer, yapar mıyım, yapamaz mıyım o zaman görürüz."

Ömer başını iki yana salladı. "Sen." dedi aşağılayıcı bir tonlamayla. "Sen delirmişsin, o zaten ölecek, baban..."

"Sıktı bu iş." dedi Polat sesini yükselterek.

Cümlesini bitirmesine bile izin vermeden sözünü kesmişti. Ölmeyecekti, Polat izin vermezdi, ölse bile bu Polat yaşarken olmayacaktı.

"Üçe kadar sayıyorum, seçimini yap, yoksa ben yapacağım." Sağ eli silahı sıkıca kavrarken titremiyordu, çünkü silah tutan el titrerse hedef şaşardı. Polat'ın hedefi ise yıllar önce belliydi.

"Bir." dedi sertçe. Ömer'in sol eli yumruk halini almışken sağ elindeki silah bile titremeye başlamıştı.

"İki."

Bakışları arabaya ardından tekrardan Ömer'in gözlerine kaydı.

"Aptal herif." diye bağırdı Ömer. "Bir kız için hepimizi silecek misin?!"

Polat gözlerini birkaç saniye kapattı. Bir kız için miydi yaptıkları? Belki evet, belki hayır, fark etmezdi. Yıllar önce yaşadıkları sürüklemişti onu bu yola belki de, ama hiç olmadığı kadar emindi. Sonu ölümde olsa doğru yoldaydı. Bir kız uğruna bırak onları, dünyayı bile karşısına alabilirdi. Çünkü bir masumu daha kaybederse kendini asla affetmezdi.

"Üç." dedi aniden ve elindeki silahı yukarı kaldırarak ateş etti, ardından tam da alnını hedef alacak bir şekilde Ömer'e yönlendirdi.

Alnına dayalı silahı gören Ömer de tereddüt bile etmeden kendi silahını Polat'a yöneltmişti.

Bu bir savaştı, bu sonu belli olmayan bir kaçıştı ve Polat bu yolda kendini çoktan gözden çıkarmıştı.

"Seçimini yap, Ömer." dedi sertçe. "Yoksa ikimiz de öleceğiz, ve inan, bu benim zerre umrumda değil."

Tam o an, Hayat'ın olduğu arabanın kapısının aniden açılmasıyla Polat'ın bakışları o yöne kaydı. Kapı açılır açılmaz Hayat takılarak yere, dizlerinin üstüne düşmüştü.

"Kahretsin." diye mırıldandı Polat. "Elbisesi mahvoldu." Ardından gözlerini birkaç saniye kapatarak derin bir iç çekti. "Canı da acımıştır şimdi." dedi yavaşça, ama Ömer duymuştu.

Ömer'in gözleri şaşkınlıkla büyürken "Sen." dedi zar zor. "Sen kafayı yemişsin."

Polat ona öldürücü bakışlar atarken "Bana bilmediğim bir şey söyle." dedi Hayat'ın duymaması için fısıldayarak "Seçimin gibi mesela."

Ömer'in şaşkın gözleri hala Polat'ın üzerinde dolaşırken fazlasıyla gergindi, ama Polat sanki normal bir oyunun içindeymiş gibi sakin görünmeye çalışıyordu.

Bakışlarını Ömer'in gözlerinden ayırmadan, Hayat'ın kalktığını ve hatta onlara doğru döneceğini fark edip, "Kaç" dedi, duyması için sesini yükselterek.

Hayat sesi duysa da çoktan onlara taraf dönmüştü ve onları izliyordu. Bu, Polat'ı rahatsız etmiş olmalı ki, "Kaç," dedi bir kez daha.

Ne Ömer ne de Polat, bakışlarını birbirinden ayırıp Hayat'a bakmamışlardı. Ömer, dişlerinin arasından "Polat" diye fısıldadı uyarıcı bir tonla.

Polat ise umursamadan, "Kaç dedim oradan öyle durup bakma," dedi, sesini bir kez daha yükselterek. Ömer dişlerini daha da sıktı, çenesi kasıldı, ama elinden de bir şey gelmiyordu.

Polat, Hayat'ın daha fazla onları bu şekilde izlemesini istemeyerek, "Kaç" diye sesini daha sert bir şekilde yükseltti. Hayat irkilerek bir adım geri attığında, Polat gözlerini kapattı. Onu korkutmuştu. Oysa ki, mecbur kalsa dahi yapmak isteyeceği en son şey bile değildi onu korkutmak.

Hayat, elbisesinin eteğini eliyle topladığı sırada arkasına dönerek koşmaya başladı. Polat'ın bakışları ona dönerken, sıkıntılı bir nefes verdi. Koşamıyordu, az önce düşmesinden olmalı ki zorlukla ilerliyordu ve üstü çamurluydu. Oysa arabaya binerken fazlasıyla temizdi, ama hayır Hayat zaten her zaman temizdi.

"Siktir aptal herif!" diye bağırdı Ömer, ardından silahını indirip Hayat'ın arkasından koşmaya başladı. Polat da silahını indirmişti. Ömer onu vurmayacağını düşünüyordu; aslında vurmazdı da. Tek derdi Hayat'tı, onu alıp gidecek ve Ömer'in tüm yaptıklarını görmezden gelecekdi.

Sol eli yumruk halini aldı, birini daha öldürmek istemiyordu ama yapacak başka bir şey de yok gibi görünüyordu. Bakışları, Hayat'la Ömer'in üzerine dolaşırken aniden yola döndü. Onlara doğru gelen arabanın farlarını görmüştü.

Onlar güvenmişlerdi ya da mecbur kalmışlardı, fark etmezdi zaten; önemli olan Hayat için gelmeleriydi.

Hayat koşmaya devam ettiği sırada, "Boşuna kaçma, zaten öleceksin!" diye bağırdı Ömer. Hayat aldırmadı, koşmaya devam etti. Polat, dişlerini sıktığı sırada elindeki silahı tekrar kaldırarak, Ömer'i hedef aldı.

Hayat hızlı koşamıyordu, topuklu ayakkabıları  onu yavaşlatıyordu. Durup çıkarsa yakalardı, çıkarmasa da yakalardı; çok yakındı.

"Kaçma dedim sana!" diye tekrar bağırdığında, 3-4 adım kadar uzaklığındaydı. Öndeki araba ise neredeyse yetişecekti.

Polat'ın işaret parmağı tetiğe baskı yapmaya başladı, eli titremiyordu. Namludan çıkan tek kurşun, Ömer'in beynini paramparça edebilirdi, ancak zordu. Yıllardır tanıdığı birini tek nefeste öldürmek ve bunu onun gözleri önünde yapmak hiç kolay değildi.

Tam o an bir şey oldu; Polat'ı tetikleyen bir ses. Ömer, Hayat'ın arkasından koşarken elini uzatıp saçlarından yakalamıştı. Hayat acıyla çığlık attığında Polat acımadı, az önce tereddütle baskı yaptığı tetiğe kendinden emin bir şekilde bastı.

Mermi namludan çıktıktan saniye bile sayılmayacak süre zarfından sonra tam da Ömer'in başının arkasından isabet edip önden çıktı. Hayat, duyduğu silah sesiyle bir çığlık daha attığında çoktan yere düşmüştü.

Polat gözlerini kapatarak bir küfür savurdu, ardından "Şerefsiz herif" diye mırıldandı dişlerinin arasından. "İğrenç kanın ikimize de bulaştı."

Gözlerini tekrar açtı, Hayat'a baktı, arabadan inen anne babasına, ardından bakışları elindeki silaha kaydı.

İki, bugün Hayat için tam iki kişiyi öldürmüştü ve belki yarın daha fazlasını yapacaktı. Ama Hayat ağlıyordu, yine yaşanmıştı, yine düşünceleriyle gördükleri birbirine karışmıştı.

"Ömer abi!" diyordu. "Kalk, gidiyoruz, geldiler!" diye devam ediyor, ardından başını iki yana sallayarak, "Ölmedi!" diye bağırıyordu.

Polat gözlerini kapatarak dişlerini sıktı, elindeki silahsa çoktan parmaklarının arasından kayarak yere düşmüştü.

"Yapma,"diye mırıldandı çaresizlikle, "yapma, değmez."

İlk kez, Polat ilk kez birini öldürdüğü için pişman olmuştu, sırf o ağlıyor diye suçlu hissetmişti kendini.

"Değmez be mavi gülüm,"diye fısıldadı, kendi bile duyamayacağı bir sesle.

"Mavi gülüm,"demişti; oysa mavi güller elde edilemez hayalleri simgeliyordu. Polat'ın hayalleri elde edilemez miydi? Hedefleri ile hayalleri farklıydı. Hedeflerinin gerçekleşmesi için küçük bir ihtimal olsa da, hayallerini bizzat kendisi gerçekleşemez hale getirmişti.

Hayat kendine gelmişti, eskiden farklı olarak krizleri kısa sürüyordu. Tüm bunlar yaşanırken arkadan gelen araba sesiyle Polat, gözlerini annesi ve babası tarafından çekiştirilerek götürülen Hayat'tan çekerek arkada duran arabaya yönlendirdi.

Araba durur durmaz biri inerek onlara doğru koşmaya başladı. Tam Polat'ın yanında durduğunda şaşkın bakışları onun değil, önde hareket eden arabanın ve yerde yatan Ömer'in üzerinde dolaşıp durdu.

"Lan,'"dedi korkuyla. Yüzündeki şaşkınlık ve korku sesine de yansımıştı. "Ne yaptın?"

Bir cevap gelmediğini gördüğünde öfkeyle Polat'ın yakasından yapıştı. "Yeter lan,'"diye bağırdı. "Yeter artık, dur artık, yeter."

Polat bir şey demeden gözlerini kapattığında gelen kişi daha çok bağırmaya başladı. "Yeter, anlıyormusun yeter diyorum."

Sakinliğini korumaya çalışsa da yakasına yapışmış elleri tutup sertçe indirdi.

"Reis,"dedi düz bir sesle. "Gidelim burdan."

İkisi de birbirine bakarken Reis'in gözleri tekrardan yerde yatan Ömer'e kaydı. Polat'sa başka bir şey demeden arkasını dönüp ağır adımlarla arabasına doğru ilerledi.

Bu başlangıç değildi belki, ama son da olmayacaktı.

💙

Sessizce yola devam ettikleri sırada Reis elini çenesine yerleştirmiş, arabanın camından akan yağmur damlalarını izliyordu. Aslında izlemiyordu, öylece dalıp gitmişti, düşünüyordu olanları, bundan sonra olacakları en önemlisi ise Polat'ı nasıl koruyabileceğini düşünüyor ama bir çözüm bulamıyordu.

Polat sonunda kulakbatırıcı  sessizliğe dayanamayıp "konuş" dedi sertçe, "konuş, dök zehrini, dinliyorum."

Reis başını ona çevirmeden gözlerini devirdi. Şimdiye kadar yaptıkları deliliğin kanıtıydı, ama bu raddeye geleceğini Reis bile tahmin etmemişti.

"Benim konuşmama gerek yok, sen zaten her şeyi planlamışsın." dedi umursamaz bir tonla.

"Peki" diye mırıldandı Polat gözünü yoldan ayırmazken, ama Reis'in susmayacağını da çok iyi biliyordu. Eğer onu konuşturmak istiyorsa, ilk bir şeyler söyler ardından kendi düşünceleriyle baş başa bırakmak için susardı.

İkisinin arasındaki ölüm sessizliği devam ederken birden Reis yumruk yaptığı elini sertçe dizine vurdu. Polat gözlerini devirdi.

"Anlamıyorum abi, amına koyduğum, bu işten hiçbir şey anlamıyorum."

Polat bir telefondaki konuma bir de yola bakarken direksiyonu sola çevirdi.

"Anlaman da gerekmez, sadece dediklerimi yapacaksın Reis" dedi düz bir sesle.

Reis yumruk yaptığı ellerini daha da sıkarak Polat'a doğru döndü. "Abi" diye çıkıştı "ateşle oynuyorsun, anlıyor musun beni, ateşle açık bir şekilde oynuyorsun."

"Biliyorum" dedi Polat sakin bir şekilde görünmeye çalışarak, aslında hiç de sakin sayılmazdı. Gidecekleri yeri düşündükçe arabayı yavaşlatmak istiyordu, ama bir yandan da üşüdüğünü hatta belki de çok korktuğunu anlayarak hızlandırıyordu. Her zamanki gibi kendi düşünceleri değil, o kazanıyordu, haberinin bile olmadığı savaşı.

"Neyi biliyorsun lan, bi bok bildiğin yok, öleceksin aptal herif."

Polat gözlerini bir kez daha devirdi. Ölüm sadece bir ihtimaldi, doğru ölmeme ihtimali daha azdı ama yine de vardı.

"Abi" diye mırıldandı Reis bu defa yalvaran bir sesle, "istemiyorum, anlıyor musun seni de kaybetmek istemiyorum. İnan seçenek olsa kendi ölümüme razı olurum ama seni kaybedemem."

Anlıyordu, zaten Reis'i en iyi Polat anlayabilirdi, çünkü ikisi de aynı kaybı yaşamıştı, ama Reis de onu anlamalıydı.

"Ben de kaybedemem Reis." dedi Polat gözlerini yoldan ayırmadan. "Ben de bir kez daha masum birini kaybedemem."

Kayıplar acıydı, acıtırdı, ama hem de bir şey yapılmamışsa çok büyük vicdan azabına dönüşürdü. Polat da Reis de yıllardır aynı acıyı ve aynı vicdan azabını taşıyorlardı.

"Kaybedeceksin" dedi Reis acımasızca, "buda yetmezmiş gibi ben de seni kaybedeceğim."

Babasını çok iyi tanıyordu, tüm pisliklerine karşıydı ama gücünü Polat'tan başka kimse inkar edemezdi.

"Belki de" diye mırıldandı Polat, diğer ihtimali de düşünerek. "Belki de hiç kimse kaybetmeyecek."

Reis alayla güldü, "Dünyamız hayal kurmak için fazla temiz zaten."

Son belliydi, çünkü ateşle açık bir şekilde oynamak yanmak demekti, ama boğulmak demek değildi. Hayat boğulmaktan korkuyordu, yanmaktan korkmazdı belki de.

"Sana kardeş tavsiyesi, kaybedeceğin bir oyunu oynama." dedi Reis ve Polat'ın yüzünü incelemek için birkaç saniye durduktan sonra başını iki yana salladı.

"Boşver kime söylüyorsam."

"Oynamadan bilemem." dedi Polat kaşlarını çatarak. "Evet, ateşle oynuyorum, evet öleceğim ve evet tam bir delilik ama o" durdu, düşündü. Hayatı, yaşadıklarını, gülüşünü, ardından gülüşünü solduran acıları.

"O sadece masum bir kız çocuğu" diyebildi sadece, çünkü onun için fazlası değildi, olamazdı da.

Reis tekrar başını iki yana salladığında bu sefer gülümsedi. "Aşıksın değil mi?" diye sordu kaçıncı kez sorduğunu unutarak ve aynı cevabı alacağını bilerek.

"Reis" dedi Polat uyarıcı bir sesle. "Ben bir canavarım biliyorsun."

Reis omuzlarını silkerek gözlerini devirdi."Canavarlar da aşık olur."dedi, yarı alaylı yarı ciddi bir şekilde.

"Olmaz."dedi Polat sertçe. "Olmamalı, benim gibi bir canavar hiç olmamalı. Dün birini öldürdüm, bu gün ikisini, yarın üçünü öldürürüm belki ve bu böyle devam eder."

Gözleri kısıldı, tekrar tebessümü aklına geldi. Hızlı konuşurken kıpırdayan burnu, kendinden habersiz gülümsediğini fark ettiğinde Reis görmesin diye yüzünü arabanın camına doğru çevirerek boğazını temizler gibi yapıp tekrardan ciddi görünmeye çalıştı.

Reise döndüğünde."O sadece masum bir kız çocuğu." dedi çaresizlikle. "Onun gibi çok masum."

"Psikopat." diye çıkıştı Reis. "Beni manipüle ediyorsun."

Polat'ın dudakları kıvrıldı. "Başarılı olduğumu kabul et."

Reis derin bir iç çekerek bir kez daha gözlerini devirdi. "Tam anlamıyla bir psikopatsın, cehenneme giderken şaka yapmanın başka açıklaması olamaz."

Polat'ın dudakları daha da kıvrıldı. Cehenneme mi gidiyordu? Evet, sayılırdı, ama umrunda değildi. Uğruna yanmaya da ölmeye de değer biri için gidiyordu.

"Anlamıyorum arkadaş, babayla düşman olmak nedir." dedi Reis söylediklerine inanamamış gibi.

Polat'ın tebessümü hızla silinirken yerini öfkeye bıraktı. "O benim babam değil Reis, sen de biliyorsun ve o senin hiçbir şeyin değil."

Baba kelimesine layık olmak için bir çocuğun doğmasına sebep olup nüfuz kağıdına ismini yazdırmak yetmiyordu. Fazlası gerekirdi; sevgi, şevkat, en önemlisi de merhamet gerekirdi. Ama Egemen bunların hiçbirini onlara yaşatmadığı azmış gibi, bir de dayanılması zor olan acılar çektirmişti.

Reis başını salladı. Elbette çektirdiği acıları unutmamıştı. Eğer olur da unutursa yaşadığı vicdan azabı onu öldürecek raddeye gelirdi.

"Peki ne yapacaksın, planın tam olarak ne?" diye sordu.

Polat'ın gözleri yolun sonundaki tünele kaydığında yutkundu. Az kalmıştı, karşılaşacaktı. Peki, buna hazır mıydı? Tabii ki de değildi, hiçbir zaman da olmamıştı, ama bu defa mecburdu.

"Planım kaçış." dedi düz bir sesle. Bakışları Reise kaydı, dikkatle onu dinliyordu. "Başka bir planım yok, sadece kaça bildiğimiz kadar kaçacağız."

Reis mecburen başını salladı. Saçmaydı ama abisini hiçbir zaman yalnız bırakmazdı. Ve dile getirmese de Hayatı kurtarmayı o da çok istiyordu.

"Ve ben de siz kaçarken onun yanında olacağım, öyle mi?"

Polat başını salladı. "Sana güveniyor, oğlusun sonuçta." Alayla gülümsedi. "Her neyse, seni çok hafife aldığını ikimiz de iyi biliyoruz. Tek isteğim her zaman benimle iletişimde kalman ve Can'ın güvenliği, başka hiçbir şey istemiyorum."

Başını Reise doğru çevirdi. "Gerekirse beni bile unut, ama Can'ı koru." dedi kararlı tonuyla.

Reis başını salladığında gözlerini kırpıştırdı. "Hiç şüpen olmasın, onu canım pahasına bile olsa korurum."

"Biliyorum." diye mırıldandı Polat, içindeki burukluk sesine de yansımıştı. "Çok iyi biliyorum, kardeşim."

Polat arabayı sağa çekerken "Burası mı?" diye sordu Reis.

"Evet, burası."

Araba dururken elleri direksiyonu sıkıca kavradı, değildi, hazır olduğunu sanıyordu ama hiç hazır değildi.

"Ee, insene." dedi Reis.

Polat bakışlarını karanlık tünelden çekmezken "Reis," diye mırıldandı, "sen getirsen." Şimdilik hazır hissetmiyordu, belki de Reis onu getirirse o zamana kadar toparlardı kendini.

Reisin gözleri şaşkınlıkla açılırken kaşlarını çattı. "Neden abi?" diye sordu hızla. "Zaten eninde sonunda karşılaşacaksınız."

"Evet," dedi Polat.

"Eee, o zaman git işte."

Polat gözünü kapatarak derin bir iç çektiğinde "Anlamıyorsun," diye mırıldandı zar zor,

"anlamıyorsun ya hatırlarsa."

Hatırlamasını istemiyordu, doğru zaten karşısında hiçbir zaman yüzü görünür bir şekilde durmamıştı ya da durduğunda Hayat'ın bilinci üzerinde olmamıştı ama gözlerinden tanırdı belki, tanır mıydı?

Tanımamalıydı.

Reis hiçbir şey anlamıyormuş gibi omuzlarını silkerek ellerini açtı. "Ne farkı var, hatırlayacaksa ilk gördüğünde hatırlar zaten, hem hatırlasın ne olacak?"

"Hayır"dedi Polat.

Durdu, yılların acısını çıkarmak istercesine daha da sıktı kavradığı direksiyonu.

"Elimden geleni yapıp onları kurtaracak, sonra da ebediyen hayatlarından çıkacağım."

Polat'ın en büyük hedefi buydu, Hayat'ı ve ne kadar mümkünse ailesini yaşatmak ardından hayatından hiç var olmamış gibi çıkıp gitmek.

Hayallerinin ise bir önemi yoktu, hiçbir zaman olmamıştı zaten.

Onunla beraber salıncakta sallanmaya bilirdi mesela, yada kaydıraktan kaymaya bilirdi, birlikte pamuk şeker de yemeseler olurdu ama onu yaşatmak en büyük hedefti.

Hem zaten hayalleri kirlenmiş elleri için fazla masum kalıyordu.

Reis başını salladı, pes ederek ve daha fazla sorgulamayarak "peki"dedi "ben giderim.'"

Eli arabasının kapısına gittiğinde Polat aniden kolunu tutarak durdurdu. "Maskeyi bir de bunu tak."dedi elindekileri ona doğru uzatarak.

Reis elindekilere bakarken tek kaşını kaldırdı. "Sen böyle değildin birader" diye mırıldandı alayla. "Ne olduysa şu kızdan sonra oldu, maskeler, ses değiştiriciler filan, arabanın çekmecesinden el bombası çıkarsa şaşırmam Vallah."

Polat gözlerini devirerek elini açıp Reis'in ensesinden hafifçe vurdu. "Çok konuşma eşek sıpası."dedi alayla.

Reis sırıttığı sırada başka bir şey demeden ses değiştiriciyi de maskeyi de alıp taktı. Tekrar eli kapıya uzandığında Polat bir kez daha onu durdurdu.

"Bu defa ne?"dedi Reis bıkkın bir şekilde.

Polat gözlerini kıstı "Eğer"diye mırıldandı yavaşça "saçının tek bir teline zarar gelirse git kendini bir yerlerden at, kardeş katili olmak istemiyorum."

Reis gözlerini devirdiği sırada kapıyı açarak arabadan indi, kapatmadan önce eğilerek baktı Polat'ın yüzüne "Merak etme"dedi alayla "Zarar vermeyiz yengemize."

Polat elindeki anahtarı ona fırlattığında çoktan sırıtarak kapıyı kapatmıştı.

Reis tünele doğru ilerledi, Polat'sa kafasındaki ihtimallerle baş başa kalarak onları beklemeye başladı.

🫠

Hayat'dan...

Soğuk, çok soğuk. O kadar soğuk ki ciğerlerim titriyor, hissedebiliyorum. Ama bir yandan da yüzüme sıcak hava vuruyor.

Duyuyorum, birinin kalbinin atış seslerini. Hızlı hızlı atıyor.

Her yer karanlık, çok karanlık, ama bir yandan da huzurlu hissediyorum.

"Seni öldüreceğim!" diye bağırıyor birisi. Bir erkek sesi. Tanıdık bir ses, hayır, robot sesi değil, insana ait bir ses, nereden tanıdık hatırlayamıyorum.

"Ona bir şey olursa seni öldüreceğim, anlıyor musun?!" diye bir kez daha bağırıyor. Hiçbir karşılık verilmiyor.

Bir şey dokunuyor alnıma, acıtıyor, ama ardından birisi üflüyor ve acı yavaş yavaş geçiyor.

"Başka çarem yoktu"diyor başka bir ses üzgün bir şekilde. Erkek sesi, ama tanıdık değil.

Gözlerimi açmak istiyorum, ama bir yandan da o kadar huzurlu hissediyorum ki vazgeçiyorum.

Yatıyorum, bir yatakta yatıyorum, ama hayır, belimde birinin elini hissedebiliyorum. Birinin kollarının arasında yatıyorum.

"Sana güvenende kabahat zaten" sertçe çıkışıyor tanıdık ses. Ardından bir ses daha geliyor, birisinin bir yere vurma sesi.

"Aklımı sikeyim"diye küfür ediyor tanıdık ses. "Ben gitmeliydim."

Gözlerimi açmam gerekiyor, ama istemiyorum.

Bir şey daha dokunuyor yüzüme, acıtmıyor, aksine o kadar narin dokunuyor ki gözlerimi açmak istiyorum.

Ama yapamıyorum,sesler uzaklaşıyor,dokunuşlar solgunlaşıyor ve zihnim tekrar huzurla kapanıyor.

🫣

Hissedebiliyordum, ellerimi, vücudumu, arasında yattığım vücuduma sarılı kolları ve o kolların sahibine ait olduğunu düşündüğüm erkeksi kokuyu.

Gözlerimi açmalıydım, kimdi? Ya da kimlerdi? Görmeliydim.

Kıpırdadım, ben kıpırdadıkça vücudumu saran ellerde hareket etti. "Uyanıyor galiba"dedi endişeli bir ses.

Kime ait olduğunu bilmek için yavaşça araladım göz kapaklarımı. Ve o an görüş açıma bana endişeyle bakan bir çift kahverengi göz girdi, tanıdık kahve rengi gözler.

Ardından gülümsedi, gülümseme büyüdü ve sırıtışa dönüştüğünde "Günaydın"diye mırıldandı, el sallayarak "Yerin rahattı galiba."

Kaşlarımı çattım, tüneldeki kişiydi, ama şimdi maskesi yoktu. Sırıtışı alaylı hal aldığında "Neden uyandın ki?"dedi ciddiyetten uzak bir sesle, "Bıraksaydın biraz daha sıçsaydı ağzıma."

Kaşlarımı daha da çattığımda "Reis"diye sesini yükseltti birisi uyarıcı tonuyla.

Tanıdık bir ses.

Nereden tanıdık, hatırlayamıyordum.

Bakışlarım aniden sesin geldiği yöne kaydığında bana dikkatle bakan...

Yani bakan...

Göz göze geldik.

Kollarının arasında olduğum kişiye ait gözler...

Mavi gözler, deniz mavisi ya da hayır gökyüzü mavisi miydi?

Baktı, baktım.

Yüzü maskeli,sadece gözler var...

Tanıdık gözler...

Nerden tanıdık?

Çok tanıdık, neden bu kadar tanıdık?

Baktı, bakıyor, hala bakıyor, ben neden bakıyorum?

"İlk görüşte aşk dedikleri bu olsa gerek"dedi birisi hayranlıkla.

Ne?

Hayır

Hayır aşk değil.

Boğulduğum deniz mi yoksa?

Yoksa özgürlük bulduğum gökyüzü mü?

"Yoksa değil mi?'"

Değil

Hiçbiri değil.

Bakıyor, ben neden gözlerimi kaçıramıyorum, oysa herkesten gözlerimi kaçırmak en büyük becerilerimden birisi.

"Lan ne oluyor, iyi misiniz?'"diye soruyor endişeli bir ses.

Değil, iyi değil, değilim.

Arıyorum, tanıdık ama...

Geçmiş mi?

Geçmişin neresi?

Nerden tanıdık?

"Sen"sonunda aralıyorum dudaklarımı ve o an nefesimi saniyelerdir tuttuğumu fark ediyorum.

Arıyorum, kelimenin devamını getirmek için bir sebep arıyorum ama sonunda aslında nedenle alakasız bir cümleyle tamamlıyorum.

"Onu öldüren kişisin."


~Bölüm sonu~

Yıldıza basmayı ve yorum yapmayı unutmayın <3

İg; ozgurruhlargezegeni
kitap ig; golgelerinkacisioffical

Daima gülümsemek ve gülümsetmek dileğimle, yıldızlı geceler, gülücüklü günler, bir sonraki bölümde görüşmek üzere 💕"

Continue Reading

You'll Also Like

79.2K 9K 36
Two teenagers, whose lives will be ruined by the bullies and friends at school -- ⚠︎kitapta agir siddet, yaralama, zorbalik vb taciz gibi icerikler v...
21.9K 1.3K 28
Birden asansörün kapıları açıldı Aral hemen çıktı ben ise hâlâ gördüklerimin şokundayım , kafayı yemek üzereyim , iyi düşün Gizem bu o olabilir mi...
450 209 6
Bir tetikçi ve tetikçinin peşinde intikam ateşiyle yanan bir kadın. Kadının intikam ateşi çok kuvvetli. Bakalım bu intikam ateşi tetikçiyi mi yakaca...
KUMRAL By EA

Romance

20.1K 1.2K 7
"Haklısın, ölüm senin için kurtuluş olur. Senin ve benim sonumuz bu filmler gibi olmayacak Kumral. Kadın acı çekerek ölecek ve adam sadece izleyecek...