Red Targaryen ☾ Daemon Targar...

By larathecult

59.5K 5K 11K

Kral Viserys I. tarafından küçük yaşta himaye altına alınan ve Rhaenyra Targaryen'in gözünde bir abla gibi bü... More

the targaryen | daemon return
the targaryen | tournament and death
the targaryen | night visitor
the targaryen | her mother's twin
the targaryen | lady and dragon
the targaryen | pleasure house
the targaryen | king's heir
the targaryen | broken mirror
the targaryen | dragon's egg
the targaryen | betrayal of a friend
the targaryen | a candle for trust
the targaryen | red lady at dusk
the targaryen | wedding night
the targaryen | knight's kiss
the targaryen | white fallow deer
the targaryen | came from across the sea
the targaryen | a victory and a lover
the targaryen | he comes at night
the targaryen | bloody wedding
the targaryen | second birth ritual
the targaryen | emotions are more important than memories
the targaryen | anyone who hurt her must be punished
the targaryen | blood of my blood
the targaryen | night devour riders, not dragons
the targaryen | king's daughters
the targaryen | reason for slander
the targaryen | first of her name
the targaryen | driftmark visit
the targaryen | forbidden lovers meet at midnight
the targaryen | dragon's wings unfold
the targaryen | at home, away from home
the targaryen | only ravens rule the shadows
the targaryen | darkness gives birth to the dragon
the targaryen | in the arms of the lilac garden and ashes of a friend
the targaryen | d(a)emon's bride
the targaryen | from a strong blood
the targaryen | raven's eyes are not considered legitimate
the targaryen | the dragon behind storm clouds
the targaryen | every night has a morning
the targaryen | living hearts and dead lovers
the targaryen | at every sunset a new dragon rises
the targaryen | blood determines the ruler
the targaryen | real enemy is always in sight
the targaryen | burn the witch
the targaryen | our house is dragonstone
the targaryen | the queen doesn't like bastards
the targaryen | princess and her knight
the targaryen | when a rider dies, a new one is born
the targaryen | lord of the harrenhal
the targaryen | wolfs and dragons
the targaryen | the knight and the groom
the targaryen | swear for the second time
the targaryen | witch's son
the targaryen | guests of the riverlands
the targaryen | dornish princess
the targaryen | desires and obligations
the targaryen | marriage is a duty
the targaryen | calm before the storm
the targaryen | true owners of the red keep
the targaryen | maegor's holdfast
the targaryen | time changes but someone always stay the same
the targaryen | mercy of the old gods
the targaryen | breaking point
the targaryen | green council
the targaryen | black queen(s)
the targaryen | messenger of aegon the usurper
the targaryen | disappointing sons
the targaryen | the north remembers
the targaryen | downfall
the targaryen | mothers always avenge their children
the targaryen | blood of the golden prince
the targaryen | dark sister's soul
the targaryen | blood and cheese
the targaryen | a boy comes, a boy goes
the targaryen | pawn forward one square
the targaryen | black honeyholt
the targaryen | the queen who never was
the targaryen | heirs and dragonseeds
the targaryen | a duel in the stranger's name

the targaryen | witch of the forest

372 40 119
By larathecult

Çocuk işte! Tecrübesiz aklıyla aşık olduğunu sanıyor, diyordu Kraliçe Alicent Hightower. Küçümsüyordu. Oğlu Aemond'un duygularının ufak bir yanılsama, belki de kandırılma olduğuna inanıyordu. Çocuğun aklı karışmış olmalıydı. Sonuçta Daena bir cadının kızıydı.

Prense büyü yapmış olabilirdi.

O şeytanlar her şeyi yapardı.

İnançlı dualarındaki anne'ye, kalbi gerçek bir aşkla dolu sanan ortanca oğlunu koruması için her gece rica ederdi. Aemond'u koru ve ona kızın uzağında bir yol çiz derdi. Bir anne isterse olur muydu? Tanrılar, oğlu için dua eden bir anneyi dinlerler miydi? Yedilerin ne yapacağı gizem olarak kalsın, Alicent Hightower'ın bu isteğini bizzat gerçekleştirmeye dair hevesi çok belliydi. Mhyris'in çocuklarının, kendi çocuklarından uzak durması için itinayla kurallar koyar ve çocuklarının aklına girip onları ikna etmeye çalışırdı. Başarı sağladığı söylenemezdi. Sessiz kızı Helaena, Prens Daerys ile dolaşırdı ya da büyük oğlu Aegon'un Mhyris'i etkilemek için sıska kollarını koca bir adammış gibi germesini utanç içinde izlerdi kraliçe. Fakat annesi için gözde olan Aemond, onun hep en endişe ettiği çocuğu oluyordu.

Çünkü genç prens çok kararlıydı.

Daena'ya dair hayalleri vardı.

"Nereye gidiyorsun, Aemond?" diye sorduğunda, oğlunun yine yalancı davranacağını tahmin etti Alicent. Genelde haklı çıkardı. Oturmakta olduğu koltukta, rahatsızca oğluna doğru döndü ve yanındaki Helaena da kitabı okumaya ara verdi. Günü ders alarak geçirmişlerdi ve şimdi de annelerine son öğrendikleri bir sayfayı anlatmak için odadalardı. Ama sadece Helaena kitabına karşı ilgiliydi. Aemond hep odada haylaz haylaz dolaşmıştı.

Adımları yavaşlayan genç çocuğun mor gözleri tereddütle, annesinden bir şey saklamak ister gibi bakmıştı ve sakin kalmaya çalıştı. "Avluya."

"Bugün talim yapmayacağıza dair Sör Criston'dan haber aldım. Bana yalan söyleme, Aemond."

"Yapmayacağım zaten." dedi prens.

"Nereye gidiyorsun o hâlde?"

"Şehir muhafızlarından bir grubu izleyeceğim. Amcam yenileri öğle vaktindeki eğitimleri için toplamış ve onları izlemek istiyorum."

"Olmaz." dedi Kraliçe Alicent. Boş koltuğu işaret etti. "Yerine otur ve kız kardeşin gibi bana bugün neler öğrendiğini anlat, hadi."

Aemond yeşil gömleğinin düğmesi ile oynarken bir saniye duraksadı. Gitmek istiyordu, çünkü Daena'nın bahçede septalar ile eğitim aldığını öğrenmişti. Mhyris'in çocukları şu sıralar bitkilerle ilgili eğitiliyordu. Genelde septaların elinden kaçmak kolay olduğu için Prens Aemond'un oraya gidip Daena'yı gizlice dersten almakla ilgili planları oluşmuştu ve acelesi de bu yüzdendi. Ama annesi bunu bilmemeliydi. Şüpheli olduğu açıktı ama rolüne devam etti.

"Fazla bir şey dinlemedim." deyip annesinin ifadesindeki inanmayan ifadeyi gördüğünde hızlıca konuştu prens. "Ancak Visenya Targaryen'in tek bir ziyaretle Vadi'yi nasıl Fatih Aegon'un safına kattığını öğrendim ve anlatmaya başlarsam sıkılırsın. Akşam yemeğinde anlatayım mı?"

"Onu az önce ben anlatıyordum." dedi Helaena. Büyük kitap dizleri üzerinde açık duruyordu ve Arryn hanesi ile ilgili sayfadaydı.

Aemond gülümsedi. "Helaena daha erken davranmış işte, anne! Bana gerek kalmadı." dedi. "Gidip şehir muhafızlarını izleyeceğim. Akşam yemeğinde buluşuruz."

"Aemond!"

Annesinin peşinden bağırmasının pek bir önemi yoktu. Prens Aemond koşarak odadan çıkmıştı. Muhafıza onu yakalama fırsatı bile vermedi. Hızlı adımları, koridorda ilerleyen hizmetçilerin arasından geçerken oldukça çevikti. Bir yaverin şarap sürahisini az kalsın düşürmesine neden olmaktan son anda kurtuldu ve gümüş tepsiye çarpmamak için kafasını eğerek merdivenlere gitti. Söz konusu Daena olunca içindeki haylaz oğlan ortaya çıkıyordu. Bu kadar neşeli olmazdı genelde. Ama Daena'ya doğru koşarken ejderha sırtında gibi hissederdi. Tanrı gibi.

Henüz bir ejderhaya binememişti, bu konuda abisi Aegon'un alayları da çocuğun canını epey sıkıyordu. Daena ise neredeyse bir yıldır, en güzel ejderhalardan birinin sırtını mesken tutmuştu. Silverwing ile birlikte kaleye geri dönen Daena'yı gördüğü günü hatırlıyordu. Onun için çok mutlu olmuş, hayran kalıp kızın cesaretinde özgürlüğe denk gelmişti gözleriyle. Daena güzeldi. Aemond'a göre fazla güzeldi hatta. Cesur ve güçlüydü. Zeki, bazen de seytan olacak kadar yaramazdı ve Aemond'u düşündürüyordu daima.

Daena'ya layık olmalıydı.

Bir gün, ikisi de büyüyecekti.

Aemond o gün geldiğinde, Daena'ya yakışmak ve ona gökyüzünde eşlik etmek için ejderha binicisi olmak istiyordu. Buna mecburdu. Olmazsa ne yapardı? Ölene kadar ayağı yere basan bir Targaryen olarak kalmak demek, zavallı olmaktı. Aemond'un zavallı olmaya niyeti yoktu. Olursa yaşamak istemezdi.

Bu günlerde umutlanmış bir yanı vardı. Huysuzluğunu kenara itmiş, Daena ile gülmekten karnına ağrı girecek kadar çok sohbet ettikleri için bir süredir keyifsizliği unutup sineye çekmişti. Adımları kuş gibi hafifti bu yüzden. Bahçeye gitmişti. Ağaçların ardına saklanmış ve bir grup septanın onu fark etmemesi için sessiz olmaya özen göstermişti.

Daena oradaydı.

Yerde oturuyordu ve elinde tuttuğu sarı çiçeği göstererek ders anlatan septaya soru soruyordu.

Prens Aemond onu görür görmez gülümsemeye başlamıştı. Ağacın arkasında kalmaya özen gösterdi ve fırsat kollamaya başladı. Günü değerlendirmek istiyordu. Çünkü ilkbahar güneşi geniş bahçeye öyle güzel şekilde vuruyordu ki, Daena Targaryen'in gümüş saçlarını parıl parıl parlatıyordu. Aemond solgun yanağını ağacın gövdesine yasladı ve kızı izlemeye devam etti. Çiçek bahçesi arasında, Daena'nın onca güzel çiçekten bir farkı yoktu. Kız dersini dikkatle dinliyordu. Elleri toprakla kirlenmişti. Ne yararları olduklarını öğrendiği her çiçekten bir tane alarak çantasına koyuyor, hepsini itinayla kokluyordu. Yüzü gülerdi çiçekler gibi. Kılıç yokken elinde, Prenses Daena çok narindi. Prens Aemond'un aşık gözünden en azından.

Genç çocuğun kalbi çok ağrıyordu.

Sorduğu bir ozan şöyle demişti;

"Aşk derler adına,
kılıcı dayanır boynuna bir anda,
sorma hangi diyardan diye,
kabullen ve sun şükrünü tanrılara."

Ozanların her soruya melodiyle ve uyumlu cümlelerle yanıt vermesini gülünç bulan Aemond, ilk kez birini haklı bulmuştu. Boynunda bir kılıç dayalıydı ve kabzası Daena'daydı.

Dişi şövalyeye aşıktı.

Ve o şövalye, prensi görmüştü.

Aemond, çantasına çiçeği koyduğu sırada onu gören Daena ile bakıştı ve kıza el salladı. Prensesin yüzünü hemen neşeli bir ifade alırken, bu hâliyle Prens Aemond'un kalbinde hissettiği ağrıyı çoğalttığını bilmez idi. Ama sonuçta tek taraflı değildi. Daena da Aemond'a karşı hassastı. Daima birbirlerine doğru koşmayı seviyorlardı.

Prenses Daena ayağa kalkarak bir bahane ile septanın yanına gitti ve kızın ne dediğini duyamayan Prens Aemond meraklandı. Fakat Daena zekiydi. Öğretmeni olan septayı çok çabuk ikna etmişti. Etrafta başka çiçek arama bahanesi ile omzunda duran çantası ile birlikte bahçede gezmeye başladı kız. Bir gözü hep Aemond'u izlerken, diğeri septaları kontrol ediyordu. Gözden kolayca kaybolmak için çiçeklerin arasında uzayan taş yola daldı ve çalılıkların içinde eğilerek kayboldu. Adımları, prensin saklandığı ağaca gidiyordu. Birkaç saniye sonra Prens Aemond ile buluşmuşlardı.

Ağacın arkasında kaldılar.

Daena onun boynuna sarılıyordu.

"Dersten kaçabilir misin?" derken, Aemond'un burnu yalnızca leylak kokusu alıyordu. Yüzüne değiyordu Daena'nın saçları. Prens kıza iyice sarılıp yüzünü onun saçına yasladı.

"Geçen sefer kaçtığımı septalar anneme haber vermiş. Artık her yaptığımı yetiştiriyorlar." Daena geri çekilip sarılırken Aemond'un omzuna bulaştırdığı toprağı çabuk silkeledi. "Biraz sabredersen ders bitmek üzere. Sonra gezeriz."

"Olur, burada seni beklerim."

"Bu kez nereye gidelim?"

"Muhafız odalarına girebiliriz ya da köprüye bakalım. Nöbetçi yoksa Maegor'un malikanesine gideriz."

Daena'nın bu fikir karşısında mor gözleri parladı. Yasak olan her şey onu heyecanlandırıyordu. "Evet!" dedi hevesle. Aemond'u güldürdü. "Ama mutfağa da uğrayalım. Çok acıktım."

"Çalma sırası ben de." dedi prens. Geçen sefer Daena mutfağa girmiş ve bir sepet meyve aşırmıştı. "Ne istersin?"

"Buraya gelirken mutfağa doğru bir sürü et kasası taşıyorlardı." deyip sırıttı Daena. "Tavuk gördüm. Öğle vakti aç kalmayı sevmiyorum bunu biliyorsun. Sıcak butlar favorim."

"Görev anlaşıldı!"

Daena bir asker gibi onu onaylayan Aemond'a sesli şekilde gülmemek için eliyle ağzını kapattı. Septaların keskin kulakları vardı ve çocukları yakalamayı severlerdi. İkisi de bu yüzden dikkatlilerdi. Tepelerindeki ağacın yeni yeni tomurcuklanmış çiçekleri vardı. Tüm bahçe hayata kavuşuyor, güneş onları besliyordu ve prens ile prenses, baharda açan iki çiçek gibilerdi. Gülümsemekten çeneleri ağrısa bile durmuyorlardı.

"Tekrar yapabilir miyim?"

Aemond onu anladığı için yanakları kızardı. Prenses Daena'nın cesareti her konuda geçerliydi. Genç prensi utandırmak onun için oyun gibiydi ve çok eğlendiği haylaz gözlerinden okunuyordu.

"Bu sefer gerçekten yanağından öpeceğim." Kıkır kıkır gülüyordu Daena. Geçen sefer de Aemond'u öpmek için izin istemişti ama bir arsızlık ederek neredeyse dudak kenarına kadar yaklaşmıştı.

"Beni hep kandırıyorsun." dedi Aemond. O da gülmeye başlamıştı.

"Sen de hep inanıyorsun."

"Yalancı!"

"Utangaç!"

Laf dalaşını kısa kestikleri ve yine gülmekten karınları ağrıdığı sırada Daena onu omzundan tutmuştu ve yüzünü uzatıp Aemond'un yanağını öptü. Sonra çocuğun koşarken bir hayli dağılmış olan saçını elleriyle düzeltti. Prens Aemond, Daena'nın onunla ilgilenmesini kalbi ağzında iken izlerdi.

"Septa seslenmeden gitmeliyim." dedi Daena. "Mutfaktan yemeği alıp beni merdiven altındaki şu yerimizde bekle. Burası çok açık."

"Anlaştık."

Daena koşarak gitmeden önce bir kez daha Aemond'a bakmış ve iki genç ejderha şapşal göründükleri gerçeğini bilmeden el sallamışlardı birbirlerine. Prenses elinde birkaç yeni çiçekle septaların yanına geri döndü. Prens ise bahçeden sessizce ayrılarak mutfağa gitmek için uzun bir yolda ilerliyordu.

Onu bekleyen biri vardı.

Mutfak katına inen merdivenlere doğru döndüğü sırada, Aemond'un karşısına Alys çıkmıştı. Ama ufak bir tesadüf gibi değildi karşılaşma. Alys Rivers orada bekliyordu sanki. Prensin koşar adımlarla dönüşünü hesaplamış gibi, tam da Aemond'un ona çarpacağı noktada dikiliyordu. Planı işlemişti. Aemond Targaryen, zeminde kayan adımını toparlayıp koridoru hızla dönmüş ve köşedeki Alys'e toslamıştı. Kadına çarptığı için hemen geri geri adımlayıp özür diledi genç prens.

"Seni göremedim. İyi misin?" diye sordu nezaketen. Orman yeşili bir çift gözü olan Alys ise ölü gibi beyaz olan yüzünde, sinsi bir tebessümle bakıyordu genç çocuğa. Aemond'un ona çarpması etki etmemişti. Genç kadın sarsılmamıştı bile. Omzuna dökülen uzun siyah saçları gevşek bir örgüyle toplanmıştı. Aemond'a göre Alys ağaçlar gibi kokuyordu.

"İyiyim, prensim."

"Koşarken hiç dikkatli değilimdir. Canını yaktıysam özür dilerim."

Alys Rivers'ın sakin bir kahkahası vardı. "Seni tatlı çocuk..." diyerek mırıldanıyordu. Prens Aemond ona gülümsemeye çalıştı. Gerilmişti ve bu durum, Alys'in yanında başına hep gelirdi. Hizmetçi kadın daima yeşil gözlerini dikerek genç prense bakar ve onun aklını okurmuş gibi gülümserdi. Yine öyleydi.

"Avluda olduğunuzu sanıyordum."

"Oraya gidiyorum." dedi Aemond. Kadın hemen annesine yetiştirir diye sakince yalan söyledi. "Sonra Aegon'u bulacağım zaten. Anneme akşam yemeğine gecikmeyeceğimi söyle lütfen."

"Prenses Daena ile buluştuğunu ona söylemem, merak etme. Sır tutabilirim."

Alys ona göz kırptığında, Aemond Targaryen yutkundu. Onları hangi arada görmüştü ki?

"Ama seni de korumak gerekiyor." diyen Alys Rivers, rahat davrandı. Genç çocuğa yaklaşıp çenesinden tuttu ve Aemond da şaşkınca onu izleyebildi sadece. Ne yapıyordu? Alys, Aemond'un biraz önce Daena tarafından öpülen yanağını çevirdi kendine ve soğuk eliyle sildi. Prens yüzünü geri çekmeye çalıştığında, çenesindeki ince parmaklar sıkıca tutmuştu. "Sinmesini istemezsiniz, prensim. Sonra temizlemesi daha zor olur."

"Bırak beni!" diye bağırıp geriye çekildi Prens Aemond. Yanağına dokundu. Buz gibi olmuştu. "Bana dokunamazsın!"

"Şimdilik." dedi Alys Rivers. Derin bir nefes alırken, yüzündeki garip tebessümünü büyütmüştü. Prens ona şaşkınca bakmaya devam etti, hizmetçi kadın ise düşünüyor gibi genç çocuğu inceliyordu. "Ancak gelecekte fikrini değiştirirsen ben Nehirova'da olacağım, Aemond."

Alys Rivers yıllar önce intikam almak için bir büyü yapmıştı ve zehirli her sözü göğe yükselmiş, tanrılara kadar ulaşarak fısıldamıştı kadere. Kanıyla mühürlemişti sözünü. Kraliçe Alicent ona attığı tokatla beraber Alys'in bir damla kanını akıtarak yapabileceği en büyük hatayı yapmıştı.

Kan, tenden düşmüştü bir kere.

Artık cadının merhamet sırasıydı.

Büyünün etkili olması için gerekenler
belliydi; karanlığa sığınmak ve acıyla lanetlenmek.

Prens Aemond Targaryen'in muzdarip oldukları da bunlardı. Gökyüzü onun gibi ağlıyordu. Tanrılar onu sevmiyor, prens bedenini kabul edemiyordu bir süreden sonra. O, eksikti. Haykırışı da bu yüzdendi. Artık isyan bayrağını en sıkı tutacak kişiydi.

Mağlup olmanın ağırlığını, Vhagar'ın sırtında aşamazdı belki ama Aemond Targaryen'in kaçmak için başka hiçbir yeri kalmamıştı. Amcası Daemon'u ve ona karşı güçsüz kalmasını, Daena'nın sırtını dönmesini ve yeniden zavallı hissetmesini kabul edemiyordu. Şehri terk edeli zamanı unutmuştu. Yağmur yağıyor, gökyüzü bir felaketin ortasını andırıyordu. Vhagar'ın kanatları tüm bulutlara meydan okuyarak süzüldü. Binicisi eyerin iplerini her gevşettiği vakit, ejderha onu uyarır gibi kükredi ve duygularını paylaşır gibi şiddetlice sarstı cüssesini. Çünkü hissediyordu. Prens Aemond'un bazen aklına düşen şeyi fark ettikçe, Vhagar sesini yüksek tutuyordu. Prens kemerini çözmek ve bulutların arasından kendini aşağıya bırakmayı düşünüyordu.

Aklı normal değildi o anda.

Daena'daydı.

Yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuş olan Aemond, bedenini geriye doğru yaslayıp şimşeklerini üzerine bırakan tanrılara bağırıyordu. Ağlamak uzun bir aradan sonra ona uğramıştı. Göz yaşları, yağmur damlalarından daha tuzluydu. Hatta yakıcıydı. Aemond'un teni acıyla yanıyordu sanki. Daena'yı istiyordu. Sadece onu istemişti. Lazım olan tek şey onun yalnız hayatındaki, Daena'ydı. Bedenine saplanan kramp ve ağrılar soyut olsa da gerçekleriyle kıyaslanacak kadar keskindi. Gözüne inen kılıcı izlemekle lanetlendiği için haykırdı. Tanrılar yanıtı bir şimşekle verdiler. Daena'yı kaybettiğini hissetti diye kalbine bir hançer saplamaktan yana istekliydi.

Lakin, acı duyan tarafı yalnız değildi.

Acısı biriktikçe diğerlerini uyandırdı.

Kin ve nefreti.

Amcasının kanını akıttığını anımsadı ve göz yaşları arasında, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Deli miydi o? Doğduğunda havaya atılmış meteliğin hangi yüzü denk gelmişti? Targaryen'ler için bu sorunun yanıtı hep dönüm noktalarında alınırdı ve Aemond Targaryen, bugün hayatının en büyük dönüm noktasını yaşamıştı. Aşkı ve öfkesi sevişmiş, doğan ise bir kalp dolusu nefreti taç olarak takmış kin olmuştu. Daemon Targaryen'in bir damla kanı değildi artık istediği. Onu kendi kanıyla boğmayı ve gözlerini de oymayı düşlüyordu. Amcasını kellesi alınmış bir şekilde hayal etmek, Prens Aemond'a tanrılara eşlik ettiği yüksek bir kahkaha atma sebebi vermişti. O, deliliğin tarafındaydı artık. Aklını ve saf kalmak için çabalayan ruhunu çok değil sadece birkaç saat önce o avluda kaybetmişti.

Daena onu seçmediği için öfkelendi.

Ağladı.

Acısını haykırdı.

Ama hep güldü sonunda.

Yitirdiği aklıyla Vhagar'ın ipini sıkıca tuttu ve ejderha korsanı oldu. Daena ona böyle hitap ettiğinden beri Prens Aemond kendisini gökyüzündeki bir yağmur denizinde dolaşan korsanlar gibi hissedeceği günü bekliyordu ve o gün, bu gündü. Yalnızlığına gittiğinin sanrısında uçuyordu. Vhagar ile göğü kaplamış bulutların altındaki diyarın hangi bölgesi olduğunu bilmeden ve aslında hiç düşünmeden yalnızca bir yere doğru gidiyorlardı. Şimşeklerin son kez çaktığı sıralardaydı Aemond Targaryen'in fısıltıları duyması.

Kulağında dans eden bir ses vardı.

Ona ineceği yeri söylüyordu.

Prens Aemond bu tanıdık sesi uzun yıllardır duyuyordu zaten. Ama hep göz ardı etmiş, dinlememeye çalışıp aklını korumuştu. Fakat artık aklının durumu iyi değildi ve fısıltılar yakın bir yerden geliyordu. Odaklanmak ya da etki altına alınmak gibiydi. Prens, Vhagar'ı dağılmaya başlayan bulut kümelerinin altına doğru yönlendirdi. Kulağındaki fısıltı onu çekiyordu ve bulunmak istiyordu. Prens Aemond bulacaktı onu. Yağmur artık şiddetini azaltıp geniş topraklara biraz da gün ışığı vermek için durmaya çalışırken, Vhagar'ın kanatları gökyüzünden bir hışımla aşağı doğru iniyor ve sağlam bir bulut bırakmıyordu. Aşağı indikçe, Prens Aemond, geniş arazileri ve koyu renkli ağaçlarla sarılı ormanı gördü.

Nehir topraklarındaydı.

Harrenhal'ın kuleleri yakın bir yerde yükseliyordu.

Vhagar kükremesi ile sakin alandaki her canlıyı ürpertmişti. Yağmur suyu ve Aemond'un göz yaşları ile ıslanmış toprağa indiğinde, ağaçların bile gözle görülür şekilde irkilmesi şaşılacak bir durum değildi. Prens, eyer kemerinin kilitlerini açtı. Delilik ile parlayan tek gözü dikkatlice ormanın girişinde ne var ne yok diye bakınıyordu. Hiçlikti. Onu karşılayan başka ne olabilirdi ki?

Aslında birisi vardı.

Ağaçların ardındaydı.

Prens Aemond ejderhanın sırtından, ıslak toprağa atladı. Kalın çizmelerini çamura batırdığı için söylenerek niçin buraya geldiğini düşünüyordu. Aklını duymak bir yana, kafasının içindeydi baş ağrıtan bir gürültü. Rahatsız ettiği söylenemezdi ancak genç prensin asıl fikirlerini duymasına engel oluyordu bu yabancı sesler. Aemond, Vhagar'ın yorulmuş gibi toprağa uzanarak sıcak nefesini ıslak otları kurutmaya heves etmiş bir şekilde üflemesini gerisinde bıraktı. Harrenhal'ın uzaktaki kuleleri ona nefretini hatırlatıyordu. Prensin tek gözü hırsla kısıldı. Lord Strong'un evini ateşle dans ettirmek, geriye kül ve kandan kalan bir yığın bırakmakla ilgili düşler kuruyordu. Fakat dikkati duyduğu bir ıslıkla bölündü. Gaipten geliyor gibiydi. Ama oradaydı aslında.

Vhagar bile başını kaldırıp bakmıştı.

Sık ağaçların arasından sadece ıslık değil, artık hoş tınılı bir kahkaha da duyuluyordu. Rüzgarın esintisi Prens Aemond'un uzun ve ıslak saçlarında dolaştı, genç adamın gözü ağaçlardan ona doğru bakan kişiyi görmek adına dikkat kesilmişti. Vhagar'ın önünden geçti. Bulutlar dağılırken, Nehirova'ya dair bilmediği çok şey olan Aemond'u saran merak çok kuvvetliydi. Kardeş ağaçlara doğru giden adımları acele etti. Nehir topraklarının yemyeşil ve heybetli ağaçları, onun her adımında yükseliyordu adeta. Lakin Aemond'un gördüğü tek şey, kalın ağaç gövdesinin ardından başını uzatan soluk tenli ve pelerin giyinmiş biri kadındı. Kadının yüzü açıktaydı, gizlemiyordu. Orman yeşili gözleri parlak, ifadesine bakılır ise beklentiyle doluydu.

Alys Rivers'dı o kadın.

Orman cadısı.

"Seni görebiliyorum!" diye seslendi Prens Aemond. Adımları hızlanıyor, onu izleyen kadın kaçmasın diye de çabuk davranıyordu. Ama kadının bir yere kaçacağı yoktu. Neden kaçıp gitmek isteyecekti ki?

Zaten yıllardır prensi bekliyordu. Ve o gün artık gelmişti. Favori prensi, genç bir adam olmuş ve kadını bulmuştu.

Ağacın gövdesindeki ince parmakları yeni topladığı böğürtlenler yüzünden renklenmiş olan Alys Rivers, prensin meraklı tavrına bir son vermek adına saklandığı yerden çıktı. Kolunda bir sepet vardı ve içi taze meyveyle dolu hâldeydi. Pelerinini başından indirdi. Kuzguni saçları zifiri karanlık kadar siyahken, solgun yüzü ve yeşil gözleri parlıyordu. Prens Aemond onunla bir anda karşı karşıya kalınca, adımları yavaşladı ve sonra tamamen durarak Alys'e birkaç adım mesafede kalmıştı.

Onu hatırlıyordu.

Kadın hiç değişmemişti.

"Nihayet buradasın." dedi Alys Rivers. Soğuk ifadesine beliren tebessümden gerçek bir sıcaklık yayılmıyor olsa da, o sırada gerçekten mutluydu. Büyüsü kraliçeden intikam almak içindi ama prensin burada olması, tamamen tek isteğiydi. Aemond onun kalede vakit geçirdiği dönemde sahiden de favori prensi olmuştu.

Büyüsün diye bekliyordu yıllardır.

Aemond şaşkınca kaşlarını çatarken, yaralı olan kaşı sızlıyordu. Sorgulama ihtiyacı duyduğu tuhaflık ise ona acı duyduğu gerçeğini biraz unutturmuş, aklındaki gürültüye eşlik etmişti. Kaç yıldır görmüyordu Alys'i? Ondan uzak durmaya devam etti. Ağzını açmadı.

"Biraz yara almış şekilde tabi." diye mırıldanan Alys, uzun eteğini tutup topraktan taşmış ağaç köklerinden birinin üzerinden dikkatlice atladı ve ona geçmeyen şaşkınlığı ile bakmaya devam eden Aemond'a doğru ilerledi. Gülüyordu. "Hayalet mi gördün?"

Prensin hâlâ tek kelime etmemesinin sebebi, bir tesadüf eseri Alys Rivers'a rastlamış olması değildi. Onu şaşkına çeviren şey, yıllardır zihninde duyup kapılmamaya çalıştığı sesin bu kadına ait olduğunu yeni fark etmesiydi. Hep yabancı bir ses olduğunu sanmıştı ve buna inanmıştı. Ama Alys idi.

"Yoksa Daemon Targaryen sana çok mu sert vurdu?" Alys, onaylamayan bir tepkiyle derin derin soludu. Elini Aemond'un çenesine uzattı, soğuktu. İkisi de buz gibi oldukları için hiçbir zıtlık hissetmemişlerdi. Alys Rivers'a dikkatle bakan Prens Aemond kadının nazikçe dokunan parmaklarını önce acıyan burnunu kontrol ederken, bir saniye sonra ise yarılmış kaşını şefkat dolu bir dokunuşla incelerken hissetti ve gözünü ondan ayırmadı. Fısıltıları dinliyordu hâlâ. Ama bu kez gerçekti.

"Nereden biliyorsun?"

"Neyi?"

"Amcamın bana vurduğunu."

Alys sinsice gülümsemişti. "Gördüm." dedi sadece. Prensi tereddütte bıraktı ama ellerini ondan ayırmadı. Yağmur altında yeterince kalmış genç adamın yüzündeki yaralar çoktan suyla temiz hale gelmiş olabilirdi ancak kaşı hâlâ açık bir yarayla duruyordu. "Bununla ben ilgilenirim." diyen Alys, Aemond'a ormanı işaret etti. "Orada evim var."

"Sen de kalede yaşamıyor musun?"

"Üvey ablana katlanamıyorum, bu yüzden oradan kaçtım. Senin gibi." Alys'in gülüşü, ayna gibi yansımıştı Aemond'a. Büyü, genç prensi, zehri damarlara işlemiş bir yılan gibi ele geçirmişti. Orman cadısına sordu.

"Evin ne kadar uzaklıkta?"

"Ejderhanın sesini duyabileceğin kadar yakında." diyerek güvenini kazandı prensin. Yalan da değildi. Alys'in evi, ihtiyaç duyan herkese yakındı. Ve Aemond'un biraz ilgiye ihtiyacı vardı. Orman cadısı, genç adamın ıslak ceketine dokundu ve onun hâlâ suların damladığı gümüş saçına baktı. "Seninle ilgileneceğim. Kurulanırsın. Yaranı dikerim. Biraz dinlenmen için fazladan yatağım da var hem. Bugün misafirim ol."

"Birkaç gün kalabilir miyim?" diye sordu Aemond. Zihni öyle bulanmış bir biçimdeydi ki, hatırladığı tek şey eve dönmek istememesiydi. Daena'ya duyduğu kızgınlık ve hayal kırıklığını anımsarken bile boşlukta hissetmişti.

"Elbette." dedi Alys Rivers. "Artık hep benimle kalabilirsin, Aemond. Evden uzak durmak istediğin her gün. Senin için evimin kapısını hep açık tutarım"

Prens Aemond ona teşekkür etti.

Kadının gözlerine doğrudan baktığı her an için sessizleşiyordu aklındaki çıngıraklı yılanlar. Karanlık kalbine çöküyordu. İlmek ilmek dokuyordu.

"Ve seni bir daha üzmesine asla izin vermem." Orman cadısının fısıltısı, Prens Aemond'un zihninde bir anda Daena'nın neşeli kahkahasını ortaya nasıl çıkardı ise aynı hızla prensesin soyut bir karanlığa gömülüp, geriye ondan sadece hayal kırıklığı dolu bir avuç anının kalmasını sağlamıştı. Bu, rüyalardaki gibi halis bir yansımaydı.

"Ama onu istiyorum." dedi Aemond, aklını yitirmemek için sarf ettiği son gücüyle. Yüzünü tutan cadının elleri ise o gücü çekip alıyordu.

"Ama o seni istemiyor artık."

Prens başını iki yana salladı.

"Sana nasıl sırtını dönüp gittiğini hiç bir zaman unutma, Aemond." Alys ve defalarca kez şeytanlarla dans etmiş eli, Prens Aemond Targaryen'in elini tuttu. Adımları ormana doğru yöneldi ve peşinden genç adamı da götürmeye başladı. Büyülü sesi ise devam etmişti.

"Ben ise seni asla bırakmayacağım."

Vhagar'ın binicisinin peşinden onu çağırır gibi kükremesi işe yaramadı. Prens Aemond, artık zihnindeki sesi göz ardı etmeyi bırakmış ve ona tüm benliği ile kapılmıştı. Çünkü zayıf bir anındaydı. Yeterince sarsılmış kalbini orman cadısının karşısında daha fazla güçlü tutamamıştı. Ama kader buydu zaten. İpler hep birbirine bağlıydı ve Alys Rivers gibiler, bazen o ipleri ele geçirebiliyordu. Daima Aemond'a göz kulak olmuş, onu izlemişti. Nasıl bir ruh halinde olduğunu bilir ya da niçin üzgün hissettiğini öğrenebilirdi. Kötü günler, Alys'e lazım olanlardı. Prensin en kötü günü ise bu gündü. Avludaki dövüşü, yenilgisi ve kalp kırıklığı bir araya gelince; Alys Rivers onu yanına çağırmıştı.

İşte Aemond Targaryen buradaydı.

Patika yolu yürüyorlardı. Alys Rivers kolunda taşıdığı böğürtlen dolu hasır sepetin üstündeki örtüyü kaldırmıştı ve meyveleri avuçladı. "Tadına bak." diyerek prense uzattı. Aemond ekşi meyveleri ondan alıp yemeye başladı. Orman yolu ıssızdı. Bitkin yüzlü genç prens, arada bir ona bakıp tebessüm eden Alys Rivers'ın yanında, kadının yeşil gözlerinin etkisini hissediyordu. Zihni git gide arınıyor, her adımında ormandan çıkış yolunu unuttuğunun farkına bile varmıyordu. Burnundaki leylak kokusu yerini çam gibi keskin bir ağaç kokusuna bırakıyordu. Alys Rivers'dan geliyordu bu koku. Daena Targaryen'i yok edebilmek için genç prensin aklından, orman cadısı dilini sarmış sözcükleri sessizce fısıldıyordu ama kolay olmayacağını da biliyordu.

Zira Daena, Aemond'un her anısına sinmiş bir kalıcılıktaydı ve kokular, özellikle de bir cadının kızının sahip olduğu gibi leylak kokusu, zihinden sökülüp atılması en zor olandı. Alys alışkındı ama zorluklara. Sabırlıydı.

"Tek başına mı yaşıyorsun?" Prens Aemond, uzun patika yolun sonuna vardıkları sırada sormuştu.

"Yapayalnızım." dedi Alys Rivers.

Ağaçların arasındaki taştan kulübeye vardılar. Etrafını özenle dikilmiş otlar ve büyük yapraklı çiçekler bahçesinin sardığı, ufak ve gizlenmiş bir evdi.

"Bir misafirimin olması belki eve neşe getirir."

Prens Aemond kuşların cıvıldamasını işitirken, bir yandan da etrafa bakındı ve garip olan hiçbir şey görmedi. Alys Rivers, büyülü kelimeleri hayat bulup insanlara gölge olmadığı zamanlarda, aslında sıradan bir kadındı. Ona dair garip olan tek şey, görünüşüydü. Çok gençti hâlâ. Ama aslında, Aemond'un üvey ablaları Mhyris ve Rhaenyra'nın yaşındaydı. Nasıl hâlâ yirmi yaşındaki bir kadın gibi göründüğünü kimseler bilmiyordu.

Alys Rivers taş kulübenin kapısını açtı ve içeriye girdi. O meyve sepetini bir masaya bırakırken, peşinden Aemond eve girmişti. Karşısına temiz ama pek aydınlık olmayan bir yer çıktı. İçeriyi dolaşıyordu. Alys'in cam kavanozları -hepsinin içlerinde tuhaf otlar vardı- köşedeki bir dolaba dizilmişti. Masası duvara yaslıydı. Üstünde havan ve bir kitap duruyordu. Aemond o kitaptaki iksir ve büyü satırlarını bilmediği için pek ilgilenmemişti. Eskimiş bir koltuk ve perdesi yıpranmış bir pencere yan yanaydı. Yarısı erimiş bir mum, üstü kurumuş kan damlaları ile dolu ufak bir bıçak ve bir kazan da mutfak gibi görünen kısımdaki tezgahtaydı. Prens, onu izleyen Alys'in tahmin ettiği gibi, başını evdeki tek ayrı odaya uzatmış ve sadece bir yatak olduğunu görünce yaralı olan tek kaşını kaldırmıştı.

"Hadi, yaralarına bakayım."

Aemond, çoktan pelerinini çıkartmış ve saçını toplamış Alys'e döndü. Yeşil gözlü kadın kovadan döktüğü suyla ellerini yıkamıştı. Kavanozlarla dolu dolabından birkaç cam kavanoz aldı ve masasına döndü. "Islak giysilerini çıkart. Bugün yeterince üşüdün." dedi. Sonra da prens onu izlerken, bir cam kavanozu açmış ve içinden kurumuş yaprak gibi görünen bitkiden biraz çıkarıp havana koymuştu. Aemond meraklandı.

"Ne yapıyorsun?"

"Merhem." Alys Rivers havana biraz da tomurcuk gibi görünen ama genç prensin ilk kez rastladığı bir bitkiden ekledi. Sonra da su döktü.

"Annem seni bunlarla ilgilendiğin için mi kaleden kovdu?"

"Hayır." dedi orman cadısı. Havana eklediği karışımı dövmeye başladı.

"Neden Harrenhal'a döndün peki?"

"Çünkü ben buraya aidim."

Prens anımsadı. "Bana, Nehirova'da olacağını söylediğin günü hatırladım."

"O günden beri çok değiştin."

"Ama sen hatırladığım gibisin hâlâ." dedi Aemond. "Nasıl hâlâ aynısın?"

"Her kadının sırrı vardır, Aemond."

"Senin ki ne?"

Alys Rivers'ın yeşil gözleri bir an için parladı. "Bunu sana sonra anlatırım." demişti havandaki işi bittiğinde. Bir anlığına sessizleşip Aemond'a baktı.

Ona yapması gerekeni hatırlattı.

Kadının ona gösterdiği yere, koltuğa oturan Prens Aemond; sırılsıklam olmuş ceketini çıkartıp kenara koydu. Alys Rivers'ın hazırladığı merhemi bir kaba koymasını izlerken gömleğini de çıkarttı. Çizmelerinin içinden resmen su akmıştı. Üstünde sadece pantolonu kaldı. Yanına gelen Alys'e bakmadan, göz bandının yerinde kalmasını istedi ve kadın ona dokunmayacağına dair söz verdi. Güven verici gözüktü Alys.

Ve Aemond ona güvendi.

Başını geriye yaslayan prens, kaşına dikiş atan Alys Rivers'ın yüzünü hiç gözünü kırpmadan izlemişti. Orman cadısı kokusunu ona armağan ediyor, nazik dokunuşlarını Aemond'un teni üzerine sinsice işliyordu. Genç adamı şefkatle iyileştirecekti. Yarasını dikip merhemini sürmüş ve sonra da kavga sırasında aldığı her darbenin prensin gövdesinde sebep olacağı morluklara ellerini değdirmişti. Aemond farkına henüz varamadığı bir kuyuya başını sokmuş sayılırdı. Acısı hafiflesin diye ona çay hazırlayan Alys'in evinde ve onun yanı başında, ormanın dingin sükunetinde saklanıyordu. Daena'nın ağrısını içtiği çay bulandırıyordu en derin odalarında zihninin. Aemond bir boşluktaydı. Kurtulmak adına ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Alys Rivers'ı bulmuş olması da bu yüzden önemliydi.

Orman cadısı ona bakacaktı.

Sonra da kalbini alacaktı.

*

Amca ile yeğenin, neredeyse birinin ölümüyle sonuçlanacak kavgalarının ardından; Kızıl Kale diken üstündeydi ve çöken sessizliğin nedeni, öncesinde büyük bir gürültü kopmuş olmasıydı.

Aemond Targaryen evini terk ederek gittikten sonra, Kraliçe Alicent adeta oğlunu kaybetmenin kıyısından geri döndüğü gerçeğiyle yüzleşmiş ve çok saldırgan bir yönüyle tepki vermişti. Daemon Targaryen'in yaptıklarından kolay kurtulmaması için Kızıl Kale'yi başlarına yıkacak kadar öfkeliydi. Bir anne olarak tam anlamıyla delirmişti. Lord Kumandan'a emir vererek Prens Daemon'un alınmasını ve konseyden çıkacak karara kadar mahzende kalıp cezasını beklemesini istedi. Ama Kral Viserys emretmeden, Lord Kumandan böyle bir şey yapmazdı. İsteğinde de o emire uymak yoktu zaten. Fakat epey zordu kraliçeyi sakinleştirmek. Kavga erkeklerden çıkmış, kadınların sesini yükselttiği bir duruma dönüşmüştü.

Hizmetçilerin hararetli dedikodusuna göre şöyle olmuştu; Kraliçe Alicent ve muhafızları, Prenses Mhyris ve gölge adamı Qorr ile kralın odasına giden koridorun başında karşı karşıya geldi. "Kocan bu kez çok ileri gitti." diyerek konseyden Daemon hakkında karar çıkarttıracağını belirten Alicent, Kızıl Prenses'den beklediği gibi tehditlerle karşılığını almamıştı. "Gidip konsey odanızda ailem hakkında istediğiniz kadar karar verebilirsiniz. Ama bizim için değersiz olan fikirlerinize uygun yaşayacağımızı düşünürseniz, diyarın ahmaklar ordusundaki adınızı bizzat ben parlatırım, Kraliçe Alicent. Kocam sizin ceza verebileceğiniz adamlardan değildir. Oğlunuz canlı kurtulduğuna şükretsin ve siz de sesinizi kesin! Şu muhafızlarınızın da görev yerlerinde kalması gerektiğini hatırlayın. Korkak gibi görünmenizi sağlıyorlar." diyerek kavgalarını başlamadan bitirmişti ve Mhyris sayesinde, onları ayırmak için orada bulunan Lord Kumandan da bir nefes alabilmişti.

Olayı duyan herkes Prens Aemond'un gidişini konuşuyordu. Bir de kavgaya neyin sebep olduğunu. Prenses Daena için kavga etmişler diyen bir yaverin dedikodusuna, başka bir hizmetçi de ekliyordu. Prens Daemon, kızı Daena ile Prens Aemond'u odada yakalamış. Bu dedikodu öyle tutmuştu ki, dilden dile yayıldıkça bir saat içinde şekil değiştirmişti. Gözcü kulelerinde gün nöbeti tutan bekçiler dedikoduya şu versiyonu ile ulaşmıştı; Prenses Daena bekaretini Prens Aemond'a vermiş ve Daemon Targaryen bunu duyunca tek gözlüyü öldürmeye kalkmış. Dedikodu oradan çamaşırhaneye, mutfağa, avlu aralarında demir döven çıraklara da dalga halinde yayılıyordu. Kaledeki fare avcıları kendi aralarında bundan bahsederken Prenses hamile kaldığı için prens onunla evlenmeye mecbur hissetmiştir diyorlardı. Kaleye girip çıkarken öğrenen şehir muhafızları ise Prens Daemon onu öldürmeden asla bırakmaz fikirlerinde ısrarcılardı.

Şehir muhafızları eski kumandanları hakkında doğru düşünüyordu. Prens Daemon o tek gözlü piçi öldürmeden asla bırakmayacaktı.

Kocasını çok iyi tanıyan Mhyris, her şey daha kötüye gitmesin diye önlem almak zorunda olduğunu anlamış ve herkes odasında bir köşeye çekilmiş hâlde düşünürken, o kalede koşturan kişi olmuştu. Ailesi için çalışmak hiç şikayet edeceği bir konu değildi ama onun kadar güçlü biri bile bazen çok yorgun hissedebiliyordu. Zamandan yardım almaya karar vermişti. Biraz sakinlik, sessizlik ve onun gözetimiyle kızı Daena'dan doğan kavgayı kaynar halinden soğuk hale getirebilirdi.

Kararını ailesine açıklamıştı.

Onları eve götürüp kendisi babasına bakmak için kaleye geri dönecekti ve bu fikrinde kararlıydı. Daha fazla iki tarafın çocuklarının kavgasına sabır gösteremeyecekti. Özellikle de kendi tarafındaki çocuklardan biri kocası olunca, sert mizaçlı bir anne olmaya doğru evrilebiliyordu.

İtirazları da kabul etmemişti.

"Beni duyabiliyor musun, baba?" diye sordu Mhyris. Kralın hasta odasında, yatağının yanındaki yerindeydi. Elini uzatmıştı ve babasının ağır ağır nefes alan göğsüne koymuştu. Odada onlara eşlik eden Rhaenyra da yanında sessiz sessiz bekliyordu. İki kardeşin endişe yüklü gözleri vardı. Babalarını böyle hasta halde görmeye alışamamışlardı.

Viserys tek gözünü hafifçe aralayarak kızının onu izleyen yüzüyle karşılaştı. Aldığı karışımlar sayesinde acısından büyük ölçüde kurtuluyordu ama aklı artık onu terk etmiş bir vaziyetteydi. "Mhyris, sen misin?" diye sordu. Gözü açılır açılmaz bedeni yeniden ağrıdan kıvranmaya başladı. İniltili seslerine karşın Rhaenyra da hemen babasının zayıf elini tutmuştu.

"Benim." dedi Mhyris. Yatağın diğer tarafında bekleyen Orlys ve Yvone ile bakıştı bir anlığına. Geldiklerinden beri krala o ikisi bakıyordu ve Mhyris devam etmeden önce Orlys'in onay veren işaretini beklemişti. "Rhaenyra ile birlikte buradayız. Dün akşam da yanındaydım. Hatırlıyor musun?"

Kral Viserys uzun bir yol koşmuş gibi gözünü açık tuttuğu her saniye daha sık nefes alıyordu. "Hayır, dün akşam Ron ile sohbet ettik. Ben uyurken mi geldin sen?"

Rhaenyra ve Mhyris birbirine baktı.

Adam yakında onları unutur muydu?

"Ron sana her şeyi anlatmış." diyerek devam ediyordu Viserys, ne dediğini bilmeden. "Ona kızdım biraz. Benim sana söylemem gerekiyordu. Ama o zaten senin her şeyi bildiğini anlattı."

"Biliyordum, baba." Mhyris yatakta biraz daha ona yaklaşarak Viserys'in onu rahatça görebileceği kadar yakın durdu. Sıcak elleriyle babasının zayıf yüzünü okşuyordu. "Önemli değil. Hiç kızgın değilim sana. Çoktan affettim."

"Annen kızgın olduğunu söyledi ama."

"O eskidendi."

"Eskiden miydi?" Viserys'in görmekte zorlanan gözü dalgınlıkla Mhyris'in yüzünü inceliyordu. "Aemma da çok kızdı mı? Iris kadar kızgın mı bana?"

"Annem kızgın kalamaz, baba." dedi Rhaenyra. Islanmış gözlerini hızlıca kırpıyordu. "Özellikle de söz konusu kızları olunca."

"Yine de beni affetmesi için ona bu akşam dil dökmeliyim." dedi Viserys. Kızlarının kısık gülüşleri arasında o da tebessüm etmeyi başarmıştı. Bir saniyede değişen aklı, Mhyris onun çürüyen tenine ateşin hayat vermek isteyen sıcaklığını hissettirdikçe, her düşüncede farklı birinin var olduğu zamana gidiyordu sanki.

Sör Orlys'in önerisi ile Kral Viserys'e biraz su içirdiler. Adamın bakışlarını dalgınlıktan kurtardığı sıralarda Kızıl Prenses asıl söylemeleri gereken şeyi dile getirdi.

"Sana haber vermem gereken bir şey var, baba." dedi Mhyris. Kız kardeşine baktıktan sonra devam etti. "Çocuklar ve Daemon bugün Ejderha Kayası'na dönüyor. Biz de onlarla gideceğiz ama bir iki günlüğüne. Sonra hemen geri döneceğim. Rhaenyra ile yanı başında kalmaya devam edeceğiz."

Kral Viserys huzursun hissettiği için yeniden göğsü daraldı. "Neden adaya geri dönüyorlar? Bir şey mi oldu?"

"Onu Ejderha Kayası lordu ilan ettin, baba." diyerek aceleyle cevap veren Rhaenyra, ablasına devretti hemen.

Mhyris yalandan bir bahane açıkladı.

"Daemon çok mutlu. Lordluğu adına ve senin şerefine bir kutlama planını kafasına koymuş durumda. Ejderha Kayası'nda işleri düzenleyip artık bu kaleye yerleştiğimiz için tüm eşyaları oradan bu eve taşımamız şart. Haydut kardeşin her şeyi kontrol etmek için gemilerin başında olmak istedi."

"Temelli mi buraya geleceksiniz?"

Mhyris sıcak tebessümü ile başını salladı ki, babası Viserys'in nefesini alırken göğsü daha fazla ağrımasın.

"Çocuklar neden gidiyor? Mhyra'nın bana her gece hikâye okuma sözünü unuttuğunu sanmıyorum." dedi kral.

"Daemon onlara işleri öğretiyor, ne de olsa gelecekte onlar yönetecek. Değil mi?" Mhyris soru sormaya hâli pekte kalmamış babasının tekrar tebessüm etmesi için uğraşıyordu. Ama aslında kendisini, onu kötü şeylerden uzakta tutmak konusunda ikna etmekteydi.

"Hem, Driftmark'a uğrayacağız. Lord Corlys uyanmış. Daemon bu yüzden ailecek gitmemizi istedi. Ama dediğim gibi bir iki günlüğüne. Ben hemen eve döneceğim, baba. İşlere onlar baksın. Benim için şu anda en önemlisi seni rahat ettirmek."

"Rhaenyra peki?" Viserys, gümüş saçlı kızına bakmak için başını ona çevirdi.

"Harwin'i ve oğlanları Nehirova'ya yollayacağım. Orası biraz karışmış. Ama ben Mhyris ile birlikte ejderha sırtında yanına geri döneceğim. Sen uykundan uyanana kadar geleceğiz."

"Burada olmanız önemli." dedi Kral Viserys. İlaç saati gelirken, o karışan aklının son demlerindeydi. "Vârisim evde olmalı, Rhaenyra. Ve sen, Mhyris. El'im ben yokken konseye bakmalı."

"Otto o işi zevkle yapıyor, baba."

Kral Viserys başını tutarak devam etti. "Otto'yu görevinden almıştım. Yerine seni getirdim, Mhyris. Kaç gün oldu?"

Mhyris'in şaşkın gözleri önce kardeşi Rhaenyra'yla, sonra da Orlys ve Yvone ile bakıştı. Diğerleri de şaşırmıştı.

"Bana böyle bir görev vermedin."

"Konseyde söylemiş olmalıyım." Kral bedenini binlerce bıçak darbesi almış gibi acıyla kıvrandıran hastalığına en sarsıcı hâliyle yakalanıyordu. Başında korkunç bir ağrı nüksetti yine. Orlys'e ilaç istediğine dair söyleniyordu.

"O konseyde sadece amcama ünvan verdin. Mhyris ile alakalı hiçbir şey konuşmadık, baba." dedi Rhaenyra.

"Hayır, hayır..." Viserys'in itirazları, Orlys'in karışımı çantasından çıkarıp ona getirdiği süre zarfında belirgin sayılmazdı. Ne zaman dudakları acıyı ondan alıp götüren karışımla buluştu ise o zaman kızlarını korkutan inilti sesleri azalmıştı. Kral Viserys, büyük kızına bakıyordu. "El'im olman için seninle hiç konuşmadım mı?"

"Hayır." dedi Mhyris. Eline bir bezi almış ve babasının karışım yüzünden ıslanan ağzını silmişti. "Bana bu konu hakkında fikrini söylemedin. Görevi bana mı vermek istiyorsun yani?"

"Konseyde yerime senin etkin olman gerekiyor. Üyelere birinin çeki düzen vermesi iyi olur." Kral Viserys, Orlys onun ateşine bakarken, öksürdü ama inatla devam ediyordu. "Sör Harrold nerede? Otto'yu getirsin."

Yvone, kralın isteğini iletmek için acele adımlarıyla odanın kapısına ulaşmıştı ve açarak kapı önündeki nöbet tutan Lord Kumandan'ı içeri çağırdı.

Sör Harrold Westerling, rahibenin ardından odaya girip Kral Viserys'in yatağına doğru yürümüştü. Selam verdikten sonra emrini bekledi.

"Yeni El'im." deyip baş ucunda duran büyük kızı Mhyris'i işaret etti Viserys.

"Majesteleri..." Lord Kumandan, onay beklermiş gibi Prenses Mhyris'e baktı ve kadın başını salladı. Sör Harrold'a, bağlılığı olduğu Viserys Targaryen'in emri gereği sadece yeni Kral Eli'ne bir selam vermek kalmıştı. Kumandan bu yeni haberden memnundu. Viserys'in kızını tercih ederdi, Otto Hightower'ı her gün Demir Taht'ta görmektense.

"Kızıma, Kral Eli armasını getirin Sör Harrold."

Rhaenyra ablasına gülümsüyordu ama Mhyris'in şaşkınlığı hâlâ güzel yüzünde beklemeye devam ediyordu.

"Emredersiniz, majesteleri. Fakat Sör Otto Hightower şu anda kalede değil." dedi Sör Harrold. "Rosby'e gitmişti. Üstad Melwys'den gelen arpa tarlası yangınıyla ilgili inceleme için konsey onun gitmesine karar vermişti."

"Hâlâ dönmedi mi?" diye sordu Kızıl Prenses. Konsey kararını biliyordu. O da karar alınırken masada oturanlar arasındaydı zaten. Ancak Otto'nun bu kadar vakitte döndüğünü düşünmüş olması doğaldı. Rosby çok uzakta bir yer değildi.

"Üstad Orwyle'e yolladığı mektupta bu akşam veyahut gece vaktinde geri dönmüş olacağını bildirmiş, prenses."

Kral Viserys'in sıkıntılı nefesi, hasta ciğerleri artık iyi çalışmadığı için çok sesli duyuluyordu. "Döndüğü an arma bana getirilsin, Harrold. Kızımı bizzat Kral Eli ilan etmek istiyorum. Emrimi konseye ilet. Üyelerinin de haberdar olması gerekiyor."

Lord Kumandan başıyla son kez selam verip yanlarından ayrıldı. Odada beş kişi kaldıklarında yeniden, Rhaenyra babasının yastığını düzeltirken dile getirdi.

"Benden önce davrandın, baba."

Mhyris ona gülümsedi.

"Mhyris benim El'im olacaktı." diye devam etmişti Rhaenyra. Babasının ilacın etkisinden mi yoksa kızlarının ona verdiği hayattan mı bilmiyordu ancak Kral Viserys üzeri örtülürken neredeyse mutlu görünen bir ifadeye sahipti.

Orlys onun artık uyuması gerektiğini söyledi. Viserys'in de konuşmaya pek gücü kalmamıştı zaten. Sadece iki kızı için gözünü açık tutmaya çalışıyordu. "Seni daha fazla yormayalım." diyen Mhyris, eğilip babasının başına bir öpücük bıraktı. "Orlys ve Yvone sana bakmaya devam edecekler. Ben geri geleceğim. Çünkü armamı istiyorum."

Kızları hoş sesleriyle güldüler. Kral Viserys uykusuna bu sayede huzurla daldı.

Kralın yatağının etrafını tül perde ile kapattıktan sonra Mhyris ve kardeşi Rhaenyra, beraber odanın kapısına doğru giderken onlara Orlys ve Yvone eşlik ediyordu.

"Gerardys'i yanında bırakalım mı?"

"Gerek yok." dedi Orlys. Prensesin ilk hayatında tanıştığı adama yıllar asla etki etmiyordu. Kapının önündelerdi. "Sizin yanınızda mutlaka bir üstadın bulunması gerekir. Ben hallederim."

"Yardımcısı sayesinde elbette." deyip Orlys'in koluna girmişti Yvone. Dördü de gülümsediler. Rahibe devam etti. "Aklın burada kalmasın. Krala özenle bakacağım, Mhyris."

"Bunca zamandır sen bakıyorsun diye içim rahat zaten, Yvone." dedi Mhyris. İki günlüğüne gidiyor olsa da kıza sıkı sıkı sarıldı. Sonra Orlys ile kucaklaştı.

"Qorr sizinle kalacak. Diğerleri inatla bana eşlik etmek istedikleri için gemi limanda hazır. Ailecek biraz yavaş bir yolculuk yapacağız. Belki bu sayede Daemon sakinleşir."

"Çocukları götürmen iyi oldu." dedi Orlys. "Gözden uzak olsunlar. İçimi tuhaf bir sıkıntı kaplıyor bu günlerde. Çocukları rüyamda görüyordum ve üzerine şu olay oldu işte."

"Melisandre de aynısını demişti." diye ekledi Yvone. Sesini alçalttı. "Daerys'i gözünün önünden ayırma. Kötü fikri onu ele geçirmesin."

Mhyris oğlundaki durgunluğu fark ettiğini söyleyip dikkat edeceğini de ekledi. Çocukların hepsini bu yüzden götürüyordu zaten. Orlys ve Yvone ile vedalaştıktan sonra Rhaenyra, onun yanında ilerliyordu odalarına doğru.

"Harwin ve oğlanlara Harrenhal'a kadar eşlik edeceğim. Sonra Ejderha Kayası'na gelirim ve buraya döneriz."

"Aileyi korumak bize kaldı." diyerek bitkin bir şekilde gülümsedi Mhyris. Gemide sadece Daemon'a sarılarak uyumayı düşlüyorsa da muhtemelen gözüne uyku girmeyecekti.

"Artık konseyi korumakta sana kaldı." Rhaenyra onun koluna girip ablasını yeniden tebrik etti. "Şimdiden hem de."

"Umarım kraliçe olunca bana çok fazla iş yüklemezsin, Nyra."

"Ben Yaz Kalesi'nde dinlenirken sen uyuşuk lordları yakmamak için çaba sarf edeceksin." dedi Rhaenyra. Kızıl Prenses'in göz devirmesine gülmüştü.

"Neyse ki o rahatsız koltukta oturmak zorunda değilim."

"Sırtımı çok ağrıtacak."

"Ben sırtına yastık koyarım, kardeşim. Sen o kısmı düşünme." dedi Mhyris.

Kızıl Kale'nin koridorlarında yankı bulan kız kardeşlerin neşeli gülüşü, bir saat sonra artık yerinde sessizlik bırakmıştı.

Prenses Rhaenyra ve ailesi, Ejderha Çukuru'ndan yükselen ejderhaları ile birlikte Nehirova'ya doğru yola çıkalı bir süre oluyordu.

Ejderha Kayası'na gidecek gemi ise hazır bir şekilde beklemekteydi ve Prenses Mhyris'in ailesi sıradan bir gezintiye çıkacakmış gibi ayrılmıştı kaleden.

Limana giden yolda aile, at arabasının içinde sessizce yolculuk yapıyordu ve Daemon Targaryen'in öfkesine kimse karışmak istememişti. Herkes suskun hâldeydi. Kıyafetinin altındaki sargılı kolu sızladıkça, Prens Daemon sinirli sinirli izliyordu geçtikleri sokaklarda yaşayan insanları. Yanındaki karısına arada bir bakıyor, Mhyris ona işaretle çocukları gösterse bile Daemon ağzını açıp konuşmuyordu. Daena çenesinin altına koyduğu eli ve araçtan dışarıya bakan gözleri dışında, hiç ses etmiyor ve kalbinin hâlâ hızlı attığını saklayıp güçlü durmaya çalışıyordu. Daerys'in onun elini tutması da kıza destek olur vaziyetteydi. İkizler ise arabulucuydu. Iris ile oynayarak bebeğin sesini araç içinde duyuruyorlardı ki, bir tartışma alevlenmesin.

"Surat asmayın." diyerek çocukların dikkatini çekti Mhyris. At arabasının sarsıntılı güzergahı hiç çekilir değildi.

"Ama ben kavga etmedim bile!" deyip isyan edercesine konuşmuştu Maerys. "Hep uslu duruyorum. Lord Beesbury krallık bütçesi konusunda bana ders vermeye daha yeni başlamıştı. Daeron ile Duskendale'e kadar ejderha yarışı yapacaktık. Tüm planlarım bozuldu."

"Hightower piçlerine dair tek kelime bile etmeyeceksiniz." Sakin ama her kelimenin üzerine basa basa demişti Daemon. Tüm çocuklarının gözlerini kaçırmasını izledi. Iris dışında hiçbiri ona bakmıyordu artık. Küçük kızı ise babasının iyi hissetmesi için özenli ve biraz oyuncuydu. Gülümsüyordu.

Prens Daerys babasının keskin tepkisi üzerine açmaya hevesli olduğu ağzını tekrar sıkı tutmaya karar vermişti. Bir anda, Helaena'nın ikizlerinin aslında ondan olduğunu söylese muhtemelen babası Daemon ikinci bir kıyameti de kopartırdı. Bu yüzden genç prens yanı başında oturan ve üzgün görünen kız kardeşi Daena'nın soğuk elini tutmaya devam etmişti. Kendi meselesini biraz daha ertelemek zorunda kalması onu rahatsız hissettiriyordu. Ancak Daena kadar kötü hissediyor olamazdı.

Genç prenses, at arabasındaki sessiz yolculuğa sebep olmaktan dolayı kötü duygularla dolmuştu. Mor gözlerinin sakince babasına dönmesini sağlamış, Daemon'un saatlerdir çatılmış duran kaşlarını tekrar görünce midesindeki ağrı çoğalmıştı. Alışkın değildi. Hiçbir zaman babası ile bu kadar uzak kalıp suçlu hissettiği olmamıştı. Ama sesini çıkarmaya da cesaret edemedi. Babası dönüp ona hiç bakmadı. Daena da iyi hissetmemeye, kalede gerisinde kalan dedikoduları düşünmeye devam etti. İlk kez beş yaşındaymış gibi görmüştü kendini, yıllar sonra. Şu anda istediği tek şey babasına sarılmaktı. Iris kadar küçük olmayı dilerken, annesi ile göz göze geldiler.

Mhyris ona göz kırpıp gülümsedi.

Kızına nefes aldırmak işte bu kadar kolaydı.

Limanda indiklerinde, Melisandre ve kaleden apar topar atıldıktan sonra şehrin ücra köşelerinde korkunç bir gece geçiren Dyana onları bekliyordu. Genç hizmetli, prensesin onun için ne yaptığını öğrendiğinden beri minnet dolu hissediyordu ve artık Daena'nın sadık nedimesi olacaktı. Melisandre, kıza yeni giysi almış ve üzgün yüzünü iyileştirmek için Ejderha Kayası'ndaki onu bekleyen yeni hayatı anlatmıştı.

Tüm aile gemiye binerken; Daena ve yeni hizmetlisi -arkadaş sayılırlardı- Dyana, limanda sarıldıktan sonra onları takip etmişlerdi. Evlerine giden deniz yolu kısaydı. Muhtemelen gece yarısı adaya ulaşmış olurlardı. Yine de herkes kamaralarına çekilmişti.

Ejderhaları gökyüzünde onları izledi.

Daena Targaryen ise güverteye çıkıp kararmış gökyüzünü izlediği bir vakit sırasında, Prens Aemond'un nerede olduğunu merak etmişti. Onu tekrar görüp göremeyeceğini bilmiyordu. Ve içinden bir ses, artık onlara dair olan tüm güzel şeylerin, ozanların dilinde kaldığına inanmasını istiyordu.

****

Titrek bir mum ışığı, Alys Rivers'ın küçük evini aydınlatıyordu. Karanlık kalmış köşelerde ise orman cadısının şeytanları fısıldıyordu.

Yemek masasındalardı.

Tüm günü, Alys'in ona verdiği kuru kıyafetlere alışmakla ve cadının çeşit çeşit bitkilerden oluşan bahçesinde oturmakla geçiren Prens Aemond'un yorgunluğu yüzünden okunuyordu.

"Aç değil misin?" diye sormuştu Alys. Genç prensin önüne haşlanmış havuç ile birlikte bugün kestiği tavuktan da bırakmıştı. Dumanı tüten yemeklere dokunmak yerine sadece bakan prens ise durgundu. Bulanık aklı iyi değildi.

"Canım istemiyor."

"Ama yine de yemelisin." Alys, ekmeği yavaşça genç prense doğru itti ve onu teşvik etmek ister gibi gülümsedi. "Az da olsa yemen gerekiyor. Yoksa gücün hepten tükenecek. Baksana, yüzünün rengi hepten soldu."

Aemond başını kaldırıp Alys'e baktı, kadının onunla ilgilenmeye hevesli hâlini görünce zihnini toparlamaya çalıştı. "Pekâlâ." dedi durgun sesiyle. Genelde yediği sofralardan farklıydı. Süslü şamdanlara, gümüş çatallara ve cam kadehlere alışkındı. Ama Alys'in evinde, sıradan biri gibi hissediyordu. Yüzünden kaymaya niyetli gibi duran göz bandını düzelttikten sonra çatalı eline alarak yemeye başladı. Cadının yemekleri güzeldi. Bakışları gibi.

"Ağrıların devam ediyor mu?"

"Biraz." diyen Aemond, birkaç saat önce Alys'in kesmesini izlediği tavuk budunu yiyordu. İlk ısırığı aldığı an fark etmişti, aslında açlıktan ölüyor sayılırdı. Daena'nın en sevdiği yemeği yerken aklına kızın yüzü düştü. Ona dair, sanki Daena'ya yıllardır uzakta kalmış gibi hisseden kalbi titremişti. Çiğnemesi yavaşladı. Gözü, anlamsız bir şekilde evin karanlık köşelerinden birine takıldı. Boşluğa bakıyordu.

Alys de onunla aynı yere baktı.

Gölgede onları izleyen bir şey vardı.

"Onu görebiliyor musun yoksa sadece hissettiğin için mi bakıyorsun?" diye sordu Alys Rivers. Evinde gölgelerle bir arada yaşamaya alışkındı. Önüne döndü. Biraz su içmişti.

"Ne o?"

"Sanırım lanetim."

Aemond, karanlıkta ona doğru bakan bir şey olduğunu biliyordu ama neye baktığını bilmiyordu. Üvey ablasının tuhaf yanına alışkın olduğu için Alys Rivers ona yabancı gelmemişti. Gözü orman cadısına baktı.

"Bütün bebeklerimi aldı." dedi Alys. Bitirdiği yemeğinden kalan parçaları çatalı ile dağıtıyordu. "Öğrettiklerine karşılık mutlaka bir şey alır. Benden de genelde bebek alıyordu."

"Evli misin?"

"Hayır." Alys gülmeye başladı.

Prens Aemond bir kez daha karanlık köşeye baktıktan sonra yemeğine geri döndü. Hayatına dair umutsuzdu ve açıkçası korku hissetmiyordu. Alys'in masasında, onları izleyen karanlığın karşısında bu yüzden oturmakta bir sakınca görmemişti. Bulanık aklında dolanan Daena'ya ait bir kahkahanın anısına sığınarak yemeğini bitirdi ve Alys Rivers'ın yeşil gözlerine bakmak için biraz zamana ihtiyaç duydu. Tek gözlü prens ne yapacağını bilmiyordu. Elindeki su dolu bardağa düşen üzgün yüzünü izlemek bile ona acı vermişti.

"Kalbin bir kere kırılırsa güçlenirsin."

Alys'in sesini duyunca, Aemond tek gözünü ona çevirdi. "Bu ilk seferim değildi." dedi. Suyu içmeden masaya geri bıraktı. "İyi hissettiğim az zaman vardır."

"Biliyorum."

"Bildiğini sanmıyorum."

"Sen büyürken oradaydım." dedi Alys. Masanın köşesine bıraktığı kiraz dolu tabağı önlerine çekti ve bir tanesinin tadına baktı. Prens Aemond'dan yirmi yaş kadar büyüktü. Ama öylesine genç görünüyordu ki, Nehirova'daki çoğu genç erkeği avlayabiliyordu. Aemond da o avlardan biriydi. Fakat Alys için bir avdan ziyade, onun gözdesi olacak kişiydi.

"Yine de beni tanımıyorsun."

"Her zaman soğuk görünen ancak en hassas olan çocuk sendin. Birilerinin sana şefkat göstermesi gerekiyordu."

"Daena benim için yeterliydi."

"Haylaz prenses mi?" Alys Rivers'ın yeşil gözleri, tebessüm eden kırmızı dudaklarına rağmen sinirle parladı. "Burada olduğuna göre sen onun için yeterli değilsin gibi gözüküyor. Hiç bu açıdan düşündün mü?"

"Amcam yüzünden." diye mırıldandı Aemond. Adamı öldürme isteği tekrar kalbine çöktü. Daena'yı ondan almıştı.

"Babasına karşı gelebilirdi. Eğer seni gerçekten seviyor olsaydı, değil mi?"

Zehir gibi Aemond'un zihnine işledi bu cümleler. Prensin kararmış gözü, Alys'in parlak yeşil gözlerine baktı ve çenesi gerildi. "Bilmiyorum." demişti, kafası karışmış bir çocuk gibi çıkan tereddütlü sesiyle. Üzerindeki yabancı gömlek ensesini kaşındırdı ve prens tenini kanatmak ister gibi kaşıyordu.

"Bilmelisin." diye fısıldadı Alys.

Orman cadısının sesi, genç prensin en derin zihin kıvrımlarında dolaşıyordu ve karanlıktaki gölgede büyüdü. Mum ateşi birisi üflemiş gibi titredi. Prense tenini yırtmak istermiş gibi kaşınma isteği daha çok gelirken, öfkesinin ve hırsının fiziksel etkisiyle yüzleşiyordu

Daena seni terk etti, diyordu zihninde gezinen bir ses. Prensi mağlup etmek için kulaklarında dans ediyordu sanki

"O bana ait." diye söylendi Aemond.

"Ama sen de bana aitsin." dedi Alys. Yerinden kalktı. Onu duymak adına uygun durumda olmayan Aemond'a doğru ilerlemişti. Genç prens aklına türlü türlü düşünceler fısıldamakta olan sese karşılık öfkeyle soluyordu. Ama Alys ona ulaşınca ve prens bir anda başını onun göğsüne yaslama ihtiyacı duyunca, fısıltılar susmuştu. Orman cadısı, prensin başını okşadı. Onu şefkatle göğsüne yatırıp Aemond Targaryen'e hırsla akan göz yaşlarını serbest bırakması için destek oldu ve prens ona sarıldı.

"Seni seçtim."

Aemond onun orman gibi kokan sıcak göğsüne başını yaslayıp Alys'in yeşil elbisesini gözyaşları ile ıslatmaya ve zihnindeki Daena'nın yavaş yavaş bir karanlığa doğru batmasına karşın her saniye duyduğu acıyla, cadıya sarılan kollarını sıkılaştırdı.

"Akıt tüm hırsını." Alys'in sesi ninni söylermiş gibi çıkıyordu. Parmakları prensin uzun saçlarına bir yılan gibi dolanıyor, ensesinde geziyordu. "Ne varsa kalbinde, gözyaşları olup terk etsin seni. Hepsini bana armağan et, Aemond. Bana teslim et ki yok edeyim tüm acını."

Aemond Targaryen; cadının kollarına sığınmaktan başka bir yolu olmayan, içten içe ölen, acısını kin ile besleyen, kanayan kalbinden Daena'nın gittiği korkusunu tadan ve ne olursa olsun nefretini asla unutamayan genç bir adamdı.

Alys Rivers'a sarılarak ağlamıştı.

Ama sonrası sessizdi.

Evin içindeki mum tamamen sönüp bittiğinde, orman cadısı bir yenisini daha yakmak istememişti. O da, Prens Aemond da karanlığa alışkındı nasıl olsa. Kısa bir süre önce Aemond'un gözyaşı döktüğü ve hâlâ sıcaklığını saklayan karnını tutmaktaydı Alys. Evinde onunla yaşayan karanlıktan gelen istekleri işitiyor, ona bir bebek daha vermeyeceğini söylüyordu.

Safir prens ise kapı eşiğinde oturmuş, karanlık ormanı ve parlak gökyüzünü izliyordu. Bulanık olan zihninin artık berrak olması iyiymiş gibi gelebilirdi kulağa. Fakat Aemond'un berrak diye düşündüğü zihni, aslında tamamen arınmış bir hâldeydi ve sadece kötü olan şeyleri ona bırakmıştı. Öfkesini, çalılıkların arasında koşan tavşanları izlerken hissediyordu. Yaban domuzu kuytuda bağırıyor, prens kan isteğini kabul ediyordu. Gökyüzü bir örtüydü. Aemond'un omuzlarına serilmiş bir nefret örtüsüydü. Gergin ellerini sıkı sıkı birbirine kenetlemişti. Çenesinin gerilmesi, amcasına karşı mağlubiyet almasının intikamı adına beliriyordu.

Ruhunda yalnızca hırs kalmıştı.

Ve ölümün iplerini tutma isteği.

Konuşmaktan yana değildi. İçeriye geri döndüğünde, Alys Rivers'a çok durgun bir sesle "Teşekkür ederim." demişti yalnızca. Ona baktığı ve kalbi ağrırken sarılacak birisi olduğu için.

Sonra kadının ısrarı ile evdeki odaya geçti. Kapıyı kapattı ve yatağa girdiği gibi gözü kapandı. Uyuduğuna dair gerçekçi bir sanrıya kapılmıştı. Avlu dövüşünü tekrar ve tekrar kez aklında canlandırdı. Amcası Daemon'u sadece bir yara ile gönderdiği gerçek olanın dışında, zihni ona seveceği şeyleri de gösterdi. Salladığı kılıç amcasının sol kolunu kesti. Ona defalarca kez kılıcı sapladı. Başka bir hayalinde kellesini aldı. Bir başkasında Vhagar'a yedirdi onu. Düşlerinde Daemon Targaryen'i sayısız kez katletti.

Yatakta kıvrandı.

Rüyalarını gerçekleştirmek istedi.

Odanın kapısını hafifçe aralayan Alys Rivers, prensin uykusunda sayıklayan sesini dinliyordu. Yeşil gözlerinin en parlak olduğu anda, zifiri karanlığın ortasındaydı. Ondan bir bebek daha isteyen şeytanına bu kez karşı durdu. "Ateşin tohumu ben de kalacak." diye fısıldadı. Prens Aemond onun olacaktı ve onlara ait tüm bebekler de. Orman cadısının öğreneceği kalmamıştı artık. Bu yüzden, kurban da vermeyecekti. Karanlıktaki şeytanını başından def edip içeriye tek başına girdi. Kapıyı sessizce örttü. Uykudaki Aemond'un göğsü düzensizce kalkıp iniyordu.

Alys Rivers onun başında durdu.

Gölgesi, prensin üzerine düşmüştü.

Yanağına aldığı tokat, Kraliçe Alicent Hightower'ın önünde aciz bir şekilde kalmak ve üvey abisinin ihaneti onu kinle edilmiş bir yemine mecbur hâle getirmişti. Senden bir oğlunu alacağım diye fısıldamıştı o gün, kraliçeden en iyi intikamı alacağını bilerek. Ancak tepesinde dikilip baktığı genç prensin güzel yüzüne dokunduğunda, ondan kalbini alma isteğini farklı bir yoldan tercih etti. Kalbini sökerek aldığı çok sayıda erkek olmuştu. Prensin kalbini ise ruhen, bir aşkla almaktan yanaydı.

Aemond'u kendine istiyordu.

Taş evindeki yalnızlığı bitsin diye.

Gümüş saçlı prensin yanına oturdu ve onu sevdi elleriyle. Alys Rivers, aşkını istedi. Uykusunda sayıklayan prensin genç yüzünde parmaklarını gezdirdi. Gördüğü rüyaların terlettiği boynuna dokundu, hızla çarpan kalbine kadar inerek onun karanlığa sığınmış ejder kanının sıcaklığını hissetti. Sakinlikle fısıldadı. "Seni bir kral yapacağım ve yanında kraliçen olacağım." dedi tek gözlü prensin kulağına. Aemond açtı gözünü. Karşısında bulduğu Alys'in ne yaptığını sormadı. Sadece baktı. Alys Rivers'ın yüzü gecenin gölgesiyle var oluyor gibiydi. Yeşil gözleri öyle güzel görünmüştü ki, Aemond'un safirinden daha gerçek olduğu belliydi.

"Zamanı geliyor, Aemond."

Safir prens anlayamamıştı.

"Yükselişini kutlamaya az kaldı." dedi Alys Rivers. Prensin kalbini mesken etmiş eli yavaşça Aemond'un ona ait olmayan gömleğinden içeriye girerek ürpermiş tenine dokunmuştu. Alys'in varlığı soğuktu. Hep solgun ve buzdan yaratılmış gibi hissetmişti cadı. Fakat Aemond bir ejderhaydı. Sıcaktı, hayat doluydu. Ona dokunmayı bu yüzden sevmişti. Gerçekten küçük ve genç bir kızken, hayalini kurduğu prenslerden biriydi Aemond Targaryen. Ormanın cadısı, onun sevgisini alarak hem bir hayat bulacaktı hem de yıllar önceki hırsının bedelini ödetecekti. Ama tek gözlü genç adam ona baktıkça, Alys'in ettiği yemin aklından siliniyordu. Aşk, onlar gibilere hep karanlıkta doğardı. Aemond etki altındaydı ama Alys onu gerçekten sevmek istiyordu.

Ruhu yaşlanmış olabilirdi.

Ama teni büyülerle tazelenmişti.

Ve ilk kez şeytanına hizmet etmek için değil de kendi soğuk hayatına bulmak istediği şifa uğruna tenini sergilemişti o karanlıkta. Ayağa kalkmış, elbisesini omuzlarından düşürerek beyaz tenini Prens Aemond'a sunmuştu. Ay gibiydi. Uğursuz şeylerin yaşandığı dolunayın hissini veriyordu orman cadısı. Fakat Aemond geceye alışkındı. Zihnindeki fısıltılar tekrar Alys'in sesi olduğunda ve bedeni yatakta doğrulduğunda, göz bandını çıkartarak o da kendisini Alys Rivers'a sunmayı seçmişti. Ritüel gibi.

Karanlık onları bağlayan şeydi.

Daena'nın ondan aldığı karanlık, Alys Rivers ile birlikte safir prense döndü.

Orman cadısının onu soymasına izin verdi. Sonra dudakları buluştu ve bir olurken karanlığın huzurunda, Prens Aemond Targaryen ruhunu şeytanına teslim etti. Alys'in soğuk bedenini bir mabet yaptı kendine. Seviştiler. Cadı onun safir gözünü öptü. Aemond bir ormanda kaybolduğunu hissetti. Bir büyü, bir cadının sözleri ve kalbinde ele geçirilmeye uygun bir boşluk olan prens. Karanlığın sevgilisi olmuşlardı birlikte. Prensin aklına orman şarkısı doldu, cadı ise hevesiyle onun oldu.

Uğursuz kitaplarında sıradaki sayfayı çevirdi eski tanrılar. Yazmaya başladı içlerinden biri. İç çekişi, diyara geceyi uğultuya boğan bir rüzgar olarak geri dönmüştü.

Aynı gecenin kör karanlığında; Kızıl Kale'de, bir savaşın başlangıcının ilk adımı atılmış ve son nefesi verilmişti.

Kral Viserys Targaryen yatağındaydı.

Başına üşüşmüş ruhlar onu diyardan almak için oradalardı. Hasta adamın gözü yavaşça açıldı ve karısı Aemma ona bakarken, elini uzatmıştı aşkına.

Sonra Iris belirdi. Yanında Ron vardı. Kral Viserys'in bedenindeki tüm acı bir anda yok oldu. Annesi Alyssa'nın ve babası Baelon'un sesini duyduğu sırada, aklındaki sönmek üzere olan ışık ondan tüm huzursuzluğu almıştı. Geriye bir sükûnet bıraktı. Viserys'in ruhu, verdiği son nefesinde özgürlük ile tanıştı. Süzüldü. Gitti yabancının diyarına.

Geride altı çocuk, bir eş, bir kardeş ve onu seven torunlarını bıraktı.

Barışsever Viserys Targaryen, hayatı boyunca savaştan kaçmış olsa da, son anlarında güler yüzleri ile hatırladığı kızlarına aslında gözyaşı bıraktığının farkında olmadan hayattan ayrıldı.

Ölümü ile iç savaş başlayacaktı.

Ejderhalar, ejderhalar ile çarpışacaktı.

🐉

Huzur içinde uyu, Viserys. Zira bize hiç huzur bırakmadın geride...


Aemond ve Alys sahnede!!!🕺🏼

Öptüm!

Continue Reading

You'll Also Like

5.9K 608 36
Visenya Targaryen, adının ikincisi, Westeros tarihinin en cömert ve yardımsever kraliçesi olarak anılırdı. Hayatının son günlerinde tacı başına geçir...
1.1K 88 4
FS 107 yılının 8. ayının 25. gününde, Asi Prensin karısı bir kız çocuğu doğurdu. Büyük Septon tarafından vaftiz edildi, kulağına ise yüzyıllar boyunc...
376 65 4
A blok ve B blok'un birbirine olan düşmanlığı Hate love Sahipler Minsung Chanchang Seungin Hyunlix © Tüm hakları saklıdır.
9.1K 354 29
"Avrupalıların korkulu rüyası bir padişah: Kanunî Sultan Süleyman. İktidar oyunlarıyla oğullarının geleceğini garanti altına almak isteyen hırslı bir...