CANAVARIN DA KALBİ VARMIŞ

By thekabal

2.2M 216K 416K

"Hoşuma gidiyorsun ama seni öldürürüm." More

1. BÖLÜM: BAŞKA BİR EVRENDE
2. BÖLÜM: AKŞAM ESİNTİSİ
3. BÖLÜM: KANITLA YA DA KAÇ
4. BÖLÜM: BİR DAMLA KAN
5. BÖLÜM: İHTİMALLER VADİSİ
6. BÖLÜM: DUDAKLARINDAKİ ZEHİR
7. BÖLÜM: SADECE BİR RANDEVU
8. BÖLÜM: GÜN SONU
9. BÖLÜM: İLK TEMAS
10. BÖLÜM: ŞEHVET
11. BÖLÜM: KALBİN İTECEK
12. BÖLÜM: TERSANE
13. BÖLÜM: SİDRA SİDRA SİDRA
14. BÖLÜM: LUXURIA
15. BÖLÜM: HERAKLES
16. BÖLÜM: LUZIA ve SİDRA
17. BÖLÜM: REYNA
18. BÖLÜM: ADEM ile HAVVA
19. BÖLÜM: VAHA
20. BÖLÜM: KONT DEKALTON
21. BÖLÜM: L. COR VICTORIAM
22. BÖLÜM: AHLAZ AKMANER
23. BÖLÜM: KORKU VE ARZU
24. BÖLÜM: LUXURIA COR VICTORIAM
25. BÖLÜM: OBUR KURT ve LEYLEK
26. BÖLÜM: KIZ KARDEŞLER ve SEVGİLİLER
28. BÖLÜM: İKİLEMLER
29. BÖLÜM: AZELDA
30. BÖLÜM: KARANLIK ARZULAR
FİNAL; CANAVARLA VALS

27. BÖLÜM: LUZIA'NIN AĞACI

38.7K 4.1K 6.1K
By thekabal

Herkese merhabalar ve keyifli okumalar diliyorum...

Yıldızımızı parlatmayı unutmayalım lütfen^^

NP: Grouper, Poison Tree (aşırı sevdiğim bir şarkıdır, Luzi'me vereyim dedim...)

**

Yüzüne bakıyordum ve ne görmek istediğimi anlamaya çalışıyordum. Alnına düşen siyah perçemleri, uzun ve dalgalı kirpikleri, sivri bir şekilde uzanan çenesine dokunmak istedim ama cesaret edemedim. Dudakları arzuladığı tek şey olan kan kırmızı renginde, solgun teninin üzerindeki canlı tek şey gibi parlıyordu. Uyurken daha genç ve sakin görünüyordu. Bana yaptığı hiçbir şeyi yapmamış gibi.

Hiç kalp kırmazmış gibi.

Üzerime attığı kolunu dikkatlice kaldırıp yanına bıraktım. Hafifçe kıpırdansa da gözlerini açmadı. Çok ama çok yavaş bir şekilde yataktan doğruldum. Karyola bıraktığım boşlukla hareket etti ama bu da onu uyandırmadı. Nefesimi tutarak parmak uçlarımda yürüdüm. Kapıyı dişlerimi sıkarak yine dikkatli bir şekilde açıp dışarıya çıktım ve ardımdan kapatana kadar nefesimi bırakmadım.

Şükürler olsun. Derin bir nefes alıp hemen yan taraftaki Reyna'nın kaldığı odanın kapısına doğru yaklaştım. Hava çoktan kararmıştı ama saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Kapının üzerindeki not kaşlarımı çatmama neden oldu. Kağıdı alıp pencereye yanaştım ve gelen az ışığın altında okumaya koyuldum.

Reyna'yı götürüyorum, her şey için teşekkürler.

Kaşlarımı kaldırıp rahatlayarak nefes verdim. Ne için rahatladığımdan bile emin değildim. En azından kendimle baş başa kalabildiğim içindi belki de. Onunla gittiğine göre Reyna'nın iyi olduğunu umuyordum. Bir süre zor geçecekti ama sonunda alışacaktı. İyimser tarafım buna inanmak istiyordu.

Ses çıkarmamaya özen göstererek odamın kapısını açtım. Işığı yaktım, içeriye ilk bakışım bana burada kimsenin kalmadığını gösteriyordu. Yatak bıraktığım haliyle duruyordu ve o korkunç tabutun kapağı hala açıktı. Anlaşılan onlar için de uzun bir sabah olmuştu. Konuşmaları gereken ne çok şey olduğunu düşününce uyumamalarını anlayabiliyordum. Ben de bir süredir uyumakta zorluk çekiyordum. Tıpkı daha önceki yaşamımda olduğu gibi. Daha önceden olduğu gibi. Ve şimdi birde yavaş yavaş yoksunluk çekmeye başlıyordum. Sidra'nın kanının daha etkili olacağını düşünmüştüm ama o gün ağır bir şekilde yaralandığını hem de gümüşle yaralandığını hatırlayınca kanının etkisinin bu kadar kısa sürmesine şaşırmamalıydı.

Bir derdimiz daha var Luzia. Hiç yokmuş gibi bir derdimiz daha var.

Masanın başına oturup bir süredir başına geçmediğim defterimi açtım ve biraz olsun rahatlayabilme ümidiyle içimi dökmeye başladım. Belki de içimi dökecek başka hiçbir şeye sahip olmadığımdandır.

Sevgili Luxuria,

Ne kadar inkar etsem de seni bu kadar iyi tanıyor olmak bana farklı bir yaşamda daha hayatta olduğum gerçeğini kabul ettirmeye başlıyor. Komik tarafı ise bunu Sidra ile yani Kont ile sarılıp uyumadan önce kabul etmek istemememdi. Sanırım tek başıma olmayı istemiştim. Sadece ben olabilmek istemiştim. Tüm o acıları yaşayan kadın olmak istememiştim. Çünkü şimdi, burada düşünüyorum ve senin verdiğin mücadeleyi veremeyeceğimi anlıyorum. Çünkü şimdi burada düşünüyor ve onu senin kadar çok sevecek miyim diye merak ediyorum. İçimde yeni duymaya başladığım bir ses bana karşı çıkıyor ve onu sevmeyi hiç bırakmadığımı söylüyor. Bu çarpık, tıpkı bir çıldırış gibi hissettiren aşkı çok uzun zamandır içimde yaşadığımı hissediyorum. Bu onu ilk gördüğüm andan beri neden böylesine kapıldığımı açıklıyor. İlk günler bunun çok mantıksız olduğunu düşünüp duruyordum. Sadece bana baktığı için kalbim deli gibi çarpıyordu ve bu dünyadaki en mantıksız şeydi. Şimdi ise kalbimin onu gördüğü zaman çarpması dünyadaki sadece en mantıklı şey değil, bu aynı zamanda dünyadaki en haklı şey.

Bazen defterimi karıştırır günler, haftalar, aylar hatta yıllar önce yazdığım şeylere göz atarım. Zaman geçince o yazılanların hiçbiri bana ait değilmiş gibi görünürdü gözüme. Yaşarken çok mutlu olduğum anlar okurken ne kadar da anlamsızlaşıyordu. Başka bir yaşamımla tanışmak da şimdi böyle hissettiriyor. Bir hikayenin devamı gibi. Yıllar sonra devamı gelen bir öykü bu. Aynı karakter ve aynı yerde geçiyor ama zaman ona can veren kalemi değiştirmiş.

Kalem değişince kader de değişiyor. Şimdi her şeyin sonunda noktalı virgül var. Hep aslında, diye devam ediyor öykü. Aslında o böyle bir kızdı. Aslında onu sandığından daha çok seviyordu. Aslında bütün bunları yapmak istememişti. Aslında Luxuria da Luzia'nın istediklerini istiyordu. İstemese o kadar çok okur muydu?

Şimdi mutlu hissediyorum, bir zamanlar çok arzu ettiğim kitapların arasında yaşayabildiğim için. Ne çok hayat yaşamak istemiştin, istemiştik o kitapları okurken.

İki hayat yaşadık biz ve bir adamı sevdik her defasında.

Şimdi bu masanın başında düşünüyorum; bu bir şans mı yoksa bir hata mı ders almam gereken? Bu yarım kalan bir hikayenin tamamlanma fırsatı mı yoksa sonu kötü biteceğini bildiğim bir kaderden kaçma şansım mı? Çünkü bana dediler ki insan ders çıkarana kadar aynı hataları tekrar eder durur. Ta ki bir gün etmeyene kadar.

Şimdi kırık kalbimle bu masanın önünde oturuyor ve benden özür dilemesini istiyorum. Bizden özür dilemesini istiyorum. Çünkü iki yaşam boyunca yaptığı hiçbir şey, o hançer bile kalbimi inanmadığını gördüğüm zamanki kadar kırmadı. Çünkü ilk defa yan yana uyuduğumuzda bana bize ihanet etmekle şeyler anlattı. Ve asıl ihanet edenin kendisi olduğundan bir haberdi.

Defteri kapatıp kirpiğime takılan yaşı sildim. Uykum yoktu ve müze de kapalı olduğu için ne yapacağımı bilmiyordum. Bir şeylerle oyalanabilmek adına temizlik yapmaya karar verdim. Masamın üzerindekileri toplayıp yatağın üzerine bıraktım. Banyodan temizlik malzemelerini aldım ve her yeri silmeye koyuldum. Masayla işim bitince bütün malzemelerimi de tozunu alarak geri yerleştirdim. Çekmecede rastgele atılmış çöpleri ayıkladım. Yatağın çarşaflarını ve kılıfları yenileriyle değiştirdim. Kıyafet dolabımdaki her şeyi yere yığıp teker teker hepsini düzenledim. Odayı her köşesine kadar süpürdüm ve canım çıkana kadar sildim.

Saat gece yarısını geçmişti ve başım dönmeye başlamıştı. Temizlik malzemelerini kaldırıp banyoya girdim. Sıcak duşun altında başım dönmeye başlayınca çok uzun tutmadan çıkıp bir havluya sarındım. Yeniden odamın kapısını açtığımda yatağın üzerinde gördüğüm şey bir süre olduğum yerde kalmama neden oldu.

Güzel bir paketin içinde sarı laleler duruyordu.

"Ama mesela diyelim ki bana çiçek aldın ve çiçekler de sarı ve ben sana dedim ki ben sarı çiçeklerden hiç hoşlanmam..."

"Öncelikle sana neden çiçek alıyorum ve sen neden çiçeklerden hoşlanmıyorsun?"

"Bilmem belki yaptıkların için özür dilemek istersin."

"Sana hiçbir şey yapmadım henüz."

"Hah!" dedim alay ederek kendimi gülmeye zorladım. "Kalbime sapladığın hançer-"

"Onun sen olmadığını iddia ediyorsun."

"O hançer yüzünden şimdiki hayatıma taşınan korkunç bir ağrı."

"Daha iyi bir doktor bulmalısın."

"Beni kandırmak için tinder hesabı oluşturmuşsun!"

"İsteyen herkes tinder hesabı oluşturabilir ve sonuçta sen istediğin bir eşleşme gerçekleşti."

"Kelimeleri iyi kullanıyor olman kabalığını ve yalanlarını aklayamaz."

"Aslında aklayabilir ama konumuza dönecek olursak neden sarı çiçeklerden hoşlanmıyorsun?"

"Hoşlanıyorum ama sen aldığın için hoşlanmadığımı söyleyeceğim, bu da yalan oluyor mu?"

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.

Aradan çok uzun zaman geçmiş gibi gelmişti. Yalan söylememem için benimle anlaşma yaptığı zaman aramızda geçen ve aslında hiçbir anlamı olmayan o konuşma. O konuşmadan daha da anlamsız olan, rastgele söylenmiş bir çiçek demeti. Bir çiçek rengi.

Belki de fazla anlam yüklüyordum.

Belki de çiçekler ondan bile değildi.

Belki de her şey rastgeleydi.

Yine de kapıyı arkamdan kapatıp çiçekleri elime aldım ve içgüdüsel şekilde burnuma götürdüm. Hoştu. Çok hoştu... Ama üzerinde hiçbir şey yoktu. Bir kart, bir not, herhangi bir işaret... Hiçbiri yoktu.

Ondan başka kim malikaneye girip benim odama sessizce, tıpkı bir hayalet gibi bu çiçekleri bırakabilirdi ki...

Ne yapmaya çalışıyor?

Çiçekleri yatağın üzerine bırakıp üzerimi giyinmeye koyuldum. Tekrar gözlerim kararınca elime gelen ilk kot şortu ve tişörtü üzerime üstün körü geçirdim. Havluyu iyice saçlarıma sarıp mutfağa gitmek üzere odadan çıktım. Artık bir şeyler yemek zorundaydım, saat çok geç olmuştu ama açlıktan bayılmak istemezdim. Ki artık Mera olmadığı ve Reyna'da bir süre kendisinden başka bir şeyle ilgilenmeyeceği için öylece bir yerde düşme riskini almak istemezdim. Hele ki o kont bozuntusuna muhtaç kalmayı kesinlikle istemezdim.

Mutfağa indiğimde onu da orada görmek çok da şaşırtıcı değildi. Neticede bu saatler onun saatleriydi. Bu saatler benim malikanede dolaşmamın yasak olduğu saatlerdi. Bir keresinde sırf bu yüzden beni kapının önünde bile bekletmişti.

"Uyku tutmadı mı?" diye sordu. Hala o cam kaseden o sorbeyi yiyordu. Bunu neden yaptığını hiç anlamamıştım.

Tuhaf davranmamaya karar verip buzdolabına gittim, kapağını açıp ne yiyeceğimi düşünmeye koyulurken "İşlerimi hallettim, yemek yedikten sonra uyuyacağım," diye yanıtladım. Onun yüzünden uykusuzluk çektiğimi düşünmesini istemezdim.

"Kollarımın arasından acil temizlik yapmak için mi hayalet gibi çıkıp gittin?" Kaşığı bir süre ağzında tutarken gülümsediğini duyabiliyordum. Belli ki sandığım kadar sessiz hareket edememiştim ya da belli ki uyuduğunu sandığımda aslında uyumuyordu.

"Hayır, kollarının arası bir hayli rahatsız olduğu için."

Makarna yapmaya karar verip buzdolabını kapattım. Kuru gıdaları tutuğum alt taraftaki büyük çekmeceyi açıp bir paket makarna çıkardım. Eskiden bunların hepsi daha düzenli bir şekilde cam kavanozlarda olurdu. Ama hayatıma girdiği gün bütün düzenimi altüst etmişti.

"Uyurken oldukça rahat görünüyordun," diye konuşmaya devam etti. Bir süreliğine içim geçmiş olabilirdi... Ama o sürede onun da uyuyor olması gerekiyordu...

"Kalp atışlarımdan sonra nefesimi dinlemeye mi başladın?" diye mırıldandım. Tencereye biraz su koyup büyük ocağı çalıştırdım. Oyalanmak için yanına salata yapmaya karar verdim yoksa ona dönmek ve yüzüne bakmak zorunda kalacaktım ki bunu yapmasam iyi olurdu. Yüzüne bakarken o kadar kolay yalan söyleyemiyordum.

"Evet," dedi. "Bu benim yeni favori eğlence anlayışım oldu." Metal kaşığın dişlerinin arasında oynaşması bir an omuzlarımı hareket ettirme isteğine yol açtı. Şu kahrolası şeyi neden bitirememişti ki!

"Tabii," dedim yeniden buzdolabını açıp salata malzemelerini tezgahın üzerine çıkarırken. "Uzun, çok uzun bir süre ölü olduğum için yeniden nefesimi duymak senin için yeni bir eğlence anlayışı doğurmuştur."

"Ah," dedi. Tekrar metalik ses. "Bu neredeyse acıttı."

"Acıtmak istersem acıtırım, Kont." Kesme tahtasının üzerinde bir şeyleri doğramak ona olan ve sürekli dürtüp durduğu öfkemi dizginlememe yardımcı oluyordu en azından.

"Ona ne şüphe?" Buzların kırılma sesi kulağıma kadar geldi. Gerçekten o kadar lezzetli mi diye sorgulamaya başlayacaktım.

"Neden o saatler arasında burada dolaşmama izin vermiyordun?" diye sordum doğradığım malzemeleri büyük bir kaseye aktarırken.

"Anlamadın mı?" Ses tonu ciddi gibi görünüyordu ama ona sırtım dönük olduğu için yüzünde ne olduğunu bilmiyordum.

"Kafanın çalışma şekli büyük bir bilinmezlik," diye mırıldandım.

"Başka bir hayatta iyileştiğini görmek istedim," dedi bıçağı sıkıca tutmama neden olacak sesiyle. Ve biraz derinleşti. Neredeyse içli bir şekilde devam etti. "Uyuduğunu bilmek istedim. Korkmadığını. Aklını yitirmediğini. Bu duvarların nihayet senin için güvenli olduğunu."

Yavaş yavaş ağzımdan nefes alıp vermeye başladım.

"Şimdi yeniden ben mi oldum, Luzia... Luxuria..."

"Senin sen olduğunu biliyorum." Ne zaman ayaklandığını, ne zaman tam arkama yanaştığını anlamamıştım bile. Sadece bir anda ensemdeki buz gibi soluğunu hissetmiştim. Tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. "Bir daha bunu yitirmeni istemiyorum. Bir kez daha o ateşin nasıl ağır ağır söndüğünü izlemek istemiyorum." Şu an hissettiğim tek ateş ensemden omurgamdan aşağı doğru süzülen buz gibi soluğuydu. Soğuk yanmasıyla ilgili bir şeyler okumuştum.

"Bana söyleyecek başka bir şeyin yok mu?" Af dilemek gibi, özür dilemek gibi, bağışlanmayı istemek gibi. Çünkü sadece istersen seni bağışlayabileceğimi biliyorum. Çünkü bağışlanmak istemeni istiyorum.

"Üzgünüm," dedi. Ve bir umut çiçeği filizlendi içimde. "Seni kurtaramadığım için," dedi ve çiçeğin yaprakları kendine doğru kapandı. "İki yaşamında da."

"Başka?" diye sordum zorlukla.

"O hançer..." Duraksadı. "İsteseydin bana engel olabilirdin, engel olabileceğini biliyorum, sen de biliyorsun. Ama istemedin. Çünkü başka bir yolu olmadığını sen de biliyordun."

Kaşlarımı kaldırarak ona doğru hızla döndüm. Elimdeki bıçak da benimle birlikte ama refleksle ona doğru dönmüştü. Bıçağın hemen ucundaydı. "Beni öldürmekten başka bir yol bulamadın," dedim gülümseyerek. "Peki ölümsüz yapmayı hiç düşünmedin mi?"

Simsiyah gözleri benimkilere kilitlendi. Bir saniye sonra ona doğrulttuğum bıçağı dikizledi ve başını hafifçe sabır dilenir gibi yana eğdi. Bıçağı elimden alıp dudaklarını birbirine bastırarak tezgahın üzerine fırlattı. Üzerime doğru eğilip, kollarını iki yanımdan tezgaha yasladı. Şimdi sinirli görünüyordu. Söylediğim bir şey onu rahatsız etmişti.

"Beni mi suçluyorsun?" diye sordu hiddetli ama kısık sesle. Gözleri hayal kırıklığına uğramış gibiydi. "Tüm olanların suçlusu ben miyim? Gerçekten ben hiç acı çekmedim mi Luxuria?"

İşte yeniden; Luxuria.

"Yine de hayattaydın değil mi?" Yorgun bir şekilde güldüm.

"Ben çok uzun zamandır hayatta değilim." Kelimeleri sanki anlamam için her defasında vurgulayarak dile getirdi. Bacakları dizlerime dokunduğunda sırtımdaki kasların gerildiğini hissettim. Ruhum ne kadar kaçınmak istiyorsa bedenim ona doğru çekiliyordu.

"Bu sorumun cevabı değil!"

"Seni ölümsüz yapsaydım eğer bu laneti bozmazdı. Sana daha sınırsız bir güç vermiş olurdum ve daha azılı bir ölümsüz katile dönüşürdün. Kana susamış bir ölümsüz avcısı. Bu zehrin neler yaptığını biliyorsun, iki yaşamında da bunun tadına baktın. İçindeki her arzuyu daha şiddetli hale getirir. Senin içinde bir lanet vardı. Bir lanete ölümsüzlük vermek bir seçenek değildir." Doğrulup geriye çekildi ama dik bakışlarını gözlerimden ayırmadı. Bir anlığına kabul etmem gerekirse bunu düşünmemiştim.

Fokurdamaya başlayan suya döndüm ve tencereye makarna paketini boşalttım. Verecek uygun bir cevap arıyordum ama bulamadım. "Ben senin tanıdığın herkesi öldürdüm ve sen de karşılığında beni öldürdün. Belki de adil görünüyordur. Belki de gerçekten hak etmişimdir." Aynı anda yaşadığım bu duygu karmaşası bağımlılığımı daha da zorluyordu. Yoksunluk krizim onunla bu tür tartışmalara girdiğimde histerik bir hal alıyordu. Ama benim sağduyuma ve mantığıma ihtiyacım vardı çünkü kahretsin ki biraz bile mantıklı davranmadığımın bilincindeydim.

"Hak etmedin," dedi hızlıca. "Hak etmedik. Ama yaşandı ve engel olamadık."

"Evet," dedim. "Yaşandı ve engel olamadık."

"Bunu istediğin kadar tartışabiliriz," dedi. "Ya da geride bırakıp önümüze bakabiliriz."

"Hayır." Başımı iki yana salladım. "Daha fazla bunu tartışmak istemiyorum."

"Buna memnun oldum çünkü bunu ben de istemiyorum."

"Ama şunu anlamalısın ki, senin tüm bunları sindirmek için daha fazla zamanın vardı." İnanamıyor gibi güldüm. "Tüm ömrün boyunca şahit olduğun şeyleri muhtemelen ben hayal dahi edemem. Savaşlar, ölümler, kaç yüzyıl... Benim böyle bir şansım yok Sidra, ben bunları yeni öğrendim ve şimdi hepsiyle baş etmem gerekiyor. O yüzden üzerime gelme. Çünkü ne yapacağımı bilmiyorum." Ellerimi şakaklarıma bastırdım, makarnaların kaynama sesi kulaklarımda rahatsız edici bir hal almaya devam etti. Biraz sonra ya ellerim uyuşacak ya da soğuk soğuk terlemeye başlayacaktım.

"Ne yapıyorsan onu yapmaya devam edeceksin Luzia."

Yani; Luzia ol.

"Kapsama alanı dışında," diye yapay bir şekilde güldüm. "Ve aptal çiçeklerin bir şeyi değiştirmez." Dilimin ucundaki bakla nihayet çıkmıştı. Ben de ne zaman konuyu sarı lalelere getireceğimizi merak ediyordum.

Derin ve bıkkın bir şekilde iç çekti.

"Vampirlerden uzak dur tamam mı?" dedi uyarıcı bir şekilde. "Onlarla savaşma, onları tetikleme ve en önemlisi onları öldürme." Parmakları hafifçe yanaklarımı sıktı. Küçük bir çocuk gibi dudağımı sarkıtmamak için onları ısırdım.

"Lanetin tekrar edeceğini mi düşünüyorsun?" Bu tamamıyla ödümü koparmıştı çünkü bunu bir kez daha yaşayamazdım. Bunu bir kez daha kaldıramazdım. Ben. Ben yapamazdım.

"Bilmiyorum," derken samimi ve düşüncelere dalmış görünüyordu. "Ama bunu riske atmayacağım."

"Burada vampirleri öldürmek için bir nedenim yok," dedim ikimize de cevaben. "Benden uzak durdukları sürece onlara bir şey yapmam." Ve tek dileğim benden uzak durmaları.

"Hayır," dedi daha sertçe çıkışarak. "Onlara ne halt olduğu umurumda değil. Kahrolası birini öldürmek istiyorsan bana söyle ben öldürürüm. Sen hiçbirine hiçbir şey yapmayacaksın."

Bakışları o kadar deliciydi ki geri çekilmem gerektiğini hissettim.

"İyi," dedim biraz daha gülümseyerek. "Neden bir hançer kapıp kalbine saplamıyorsun?" Tatlı tatlı gülümsedim. Yeniden tencereye döndüm ve makarnaların yeterince haşlandığına karar verip ocağı kapattım.

Sessiz kaldığını görünce gülümsemem büyüdü. Etrafı toparlayıp ihtiyacım olan her şeyi aldıktan sonra, kocaman bir makarna tabağıyla masaya oturdum. Hala orada durması hiç garip değilmiş gibi cep telefonumu çıkardım ve son haberleri öğrenmek için canlı yayınlardan birini açıp yemeğimi yemeye koyuldum. Bir süredir yaşadığımız dünyada neler olduğunu bilmiyordum. Kendi dünyamda o kadar köşeye sıkışmıştım ki dışarıda neler döndüğünden bir haberdim.

"Sokağa çıkma yasağı devam ediyor," dedim makarnamı yerken. "Bunun sonu nereye varacak?" Henüz tüm dünyaya tam anlamıyla yayılmasa da resmi olarak insanlar ve vampirler arasında bir kargaşa yaşanıyordu. Ki en büyük kargaşa bu malikanenin içinde bir vampir ve bir insan arasında yaşanıyordu.

"Sanırım bir tarafın pes etmesi gerekiyor," dedi sahte bir gülümsemeyle.

"Vampirler dünyayı ele geçirecek ve insanları köle olarak mı kullanacak?"

"Hayır, eşit haklar istiyorlar. Kendileri için yasalar istiyorlar."

"İnsan değiller, insan hakları istemelerinin mantığı yok."

"Böyle düşünmediğini sanıyordum."

"Bu görüntülerden sonra vampirlere sempati besleyen çok fazla insanın kaldığını sanmıyorum," dedim. Vampirlerin insanlardan üstün olan yetenekleri ile yaptıkları kabul edilir gibi değildi. Dükkanları yağmalıyor, telkin ediyor ve insanları hırpalıyorlardı. Şimdiden dişlerinin insanların boğazında olduğu bir sürü video yayılmıştı.

"Medya her zaman insanlar tarafından ne bilinmesi isteniyorsa onu göstermek için kullanılmıştır," dedi ellerini masanın üzerinde birbirine kenetleyerek. "Şu anda insan teknolojisi vampirleri etkisiz hale getirebilecek noktada. Bunu kontrol altına alabilirler ama almamayı tercih ediyorlar."

Kaşlarımı çatıp bir süre sadece lokmamı bitirmeyi bekledim. "Yani, bilerek bunu durdurmadıklarını mı ima ediyorsun."

"İma etmiyorum bir tanem, tam olarak böyle yaptıklarını söylüyorum."

"Neden ki?"

"Çünkü vampir yasalarını destekleyen insan oranı çoğalıyordu ve bunu istemiyorlar. Korku en basit caydırma yöntemidir."

"Sonuçta bunlar yine de yaşanıyor," diye dudak büktüm. "İnsanlara korkmaları için epey sebep verdiler."

"Evet," dedi beni taklit ederek dudağını büküp. "Çünkü insanlar normalde çok iyi anlaşan, hiçbir savaşın ya da vahşetin içinde bulunmayan canlılardır. Yüz yıllardır savaşlar da kendi kendine başlıyor. Irkçılık ve yolsuzluk sadece hayal ürünü."

"Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye yeniledim sorumu. "Herakles buna devam ederse sonu iyi bitmeyecek."

"Akil'in bana yaptıklarından sonra hala insanları mı savunacaksın?"

"Kimseyi savunmuyorum ama bu iyi görünmüyor." Kaşlarımla telefonun ekranındaki haberleri işaret ettim. Herkes yaşamayı daha zor hale getirmek için birbiriyle yarışmaya başlamıştı sanki. Bu neyin arzusuydu anlam veremiyordum. Bir arada yaşamak ve yaşam hakkına saygı duymak bu kadar zor olmamalıydı.

"Yakında son verirler," dedi gülerek. "Önce korku salacak sonra da merak etmeyin, onların üstesinden geldik diye güven çağrısı yapacaklar. İnsanların çoğu da buna inanacak."

Anladığımı belli edercesine başımı salladım. Ne olursa olsun bu kargaşanın bir an önce sona ermesini umut ediyordum. Tüm bunlar olmadan da hepimizin yeterince derdi vardı. Dünyayı yaşanmaz hale getirdiğimiz yetmiyor gibi bir de gerçekten yaşamayı beceremiyorduk.

"Vampirler neyden korkar?" diye sordum öylesine. Yemeğim tamamıyla bitmişti ve artık başımın dönmediğini fark ettim. Belki de onunla tartışmayı kesmek histeri krizimi dindirmişti.

Parlak bir şekilde gülümseyip burnunu kırıştırarak "Benden," dedi.

"Ne hoş," dedim. "Bir zamanlar sadece benden korktuklarını anımsıyorum." Bu söylediğim yüzündeki gülümsemenin silinmesi için yeterli oldu. Peçeteyle ağzımı temizleyip tabağımı kaldırdım ve ona iyi geceler diledikten sonra uyumak için nihayet odamın yolunu tuttum.

***

Ertesi sabaha uyandığımda yataktan çıkmak için tek bir sebebim bile yoktu. Sokağa çıkma yasağı vardı. Müze kapalıydı. Reyna gündüzleri artık ulaşılabilir değildi. Ve işte bu kadar, yapacak başka bir şeyim yoktu. Öğleden sonraya kadar yatağın için film seyrederek miskinlik yapmak için kendime izin verdim. Bir şeyler yemek için kalktığımda, kapının önünde ayağıma bir paket takıldı. Etrafıma bakındım ama kimse yoktu. Hediye paketine sarılmıştı ve ön yüzünde kocaman bir kurdele vardı. Elime alınca ağırlığı beni şaşırtan paketle birlikte yeniden içeri döndüm. Yatağın üzerinde dikkatlice paketi açmaya koyuldum ve içindekine birkaç kez kirpiklerimi kırpıştırmam gerekti.

Ayakkabılarım!

Ayakkabılarım!

Güzel ayakkabılarım!

İki elimi de çığlık atmamak için ağzımın üzerine bastırdım. Neredeyse nabzım bile hızlanmıştı. Buna inanamıyordum. Bir tekini elime alıp burnuma yaklaştırdım, balık gibi kokmuyordu. Yepyeni ve çok güzel kokuyordu. Yerimde birkaç kez küçük küçük zıplayıp diğer tekini de elime aldım. Güzel ayakkabılarım, canım ayakkabılarım, bir tanecik ayakkabılarım!

Reyna ile Vaha'yı basmak için tersaneye gittiğimizde ilk önce balık kokusu sinen canım ayakkabılarımı daha sonra Sidra yüzünden ki elbette Sidra yüzünden, ormanda bırakmak zorunda kalmıştık. Ve o ayakkabılarla birlikte ruhumun bir kısmı da o ormanda kalmıştı.

Buna inanamıyordum. Resmen ayakkabılarım! Hemen yatağa oturup terliklerimden kurtularak üzerimde pijama olmasına aldırmadan onları ayağıma geçirdim. Benim numaram. Tam olmuştu. Ayağa kalkıp odanın içinde bir o yana bir bu yana çapraz bir şekilde yürümeye koyuldum. Muhteşemlerdi.

Önce çiçekler, şimdi de ayakkabılar... Demek bu şekilde oynayacaktın Sevgili Bay Sidra. Ama beni biraz hafife alıyorsun.

Yine de canım, kıymetli ayakkabılarım!

İlk önce onlara nazik davranarak ayağımdan çıkardım, sonra dolabımın önüne geçtim ve elbiseler arasından siyah dantel detayları olan bir tanesini seçtim. Üzerimi değiştirip, ayakkabıları da elbisenin altına giyindim. Aynadaki yansıma beni yeterince tatmin ettiğinde saçlarımı açıp hafifçe makyaj yaptım. Topuklu ayakkabıların sesini kasıtlı bir şekilde çıkararak kapıya yürüdüm, dışarıya çıktım ve mutfağa gitmek için merdivenlerden inmek üzereyken onun kapısının açıldığını duydum.

"Luzia," diye seslendi keyifli bir şekilde. Nadiren ismimi söylerken ve gerçekten nadiren kullandığı, harfleri yuvarlandığı çok eski bir aksanla. Karnımı kımıl kımıl ediyordu bu tonlaması.

Tırabzandan tutunarak zarifçe ona doğru döndüm. Kapı eşiğine yaslanmış çarpıtıcı bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Kara gözleri ayakkabılarımda fazla oyalanarak baştan aşağı beni süzdü.

"Cömert hediyeniz için teşekkür ederim, Kont." Tatlı tatlı gülümsedim.

"Hoşuna gideceğini düşündüm." Gözler yeniden benim gözlerime döndü.

"Elbette," dedim başımı eğip ayakkabılara bakarak. "Bunlara uyumlu bir çift eldivenimin olmaması çok yazık! Modaya düşkünlüğümü bilirsin, daima, sadece benim için, nadide parçalar." Başımı kaldırıp imayla ona daha büyük bir gülümseme bahşettim ki bu onun gülümsemesini yerle yeksan etmeye yetti. İçeriye girdi ve ayağıyla kapıyı sanıyorum ki suratıma çarptı.

Aferin, Luzia!

Daha keyifli bir gülümsemeyle elimi tırabzanın üzerinden kaydırarak mutfağa gittim. Bu kadar çabuk teslim olacağımı düşünmesi neredeyse gururumu incitecekti. Bir çiçek ve bir çift ayakkabıyla çözülemeyecek kadar büyük bir mesele vardı aramızda. Ki ben henüz çözülüp çözülemeyeceğini bile bilmiyordum.

Öğleden sonramı kütüphanede geçirdim. Bu döngüye daha ne kadar katlanabilirdim bilmiyorum. Uzun zamandır ihmal ettiğim ailemle telefon görüşmesi yapmak her zamankinden daha zordu ama yine de seslerini duymak her şeyden iyi gelmişti. Onları ne kadar özlediğimi fark etmek beni yine uzun yolculuklarla ilgili düşüncelere daldırdı.

Akşam, nihayet hava karardığında Reyna ile umduğumdan daha kısa bir telefon görüşmesi yaptık. Sesi hasta olduğu zamanlardaki gibi durgundu. Alışmaya çalıştığını ve Vaha'nın onu bir süre için kasabadan uzaklaştırmak istediğini, bunun iyi bir fikir olduğunu söyledi. Telefonu kapattığımda kaçmak istediğim uzun yolculukla ilgili düşüncelerime geri döndüm. Açıkçası burada ne yapacağımı bilmiyordum.

Akşam saat 20.00 sularında malikanenin zilinin çaldığını duymak beni hayrete düşürmüştü. Kahve bardağımı okuduğum kitapla birlikte sehpanın üzerine bırakarak ayağa kalktım. Merdivenleri inerken gelebilecek kişiler listesini aklımdan geçiriyordum ama aklıma mantıklı kimse gelmiyordu. Uzanıp dürbünden kapının arkasında kimin olduğunu kontrol ettim, arkası dönük olsa da onu tanımış ve gördüğüme epey şaşırmıştım. Bir an başımı çevirip Sidra'ya haber versem mi diye düşündüm ama zaten kulağının sürekli üzerimde olduğunu biliyordum ve kapının arkasındaki kişiye aslında bir şeyler borçlu olduğumu da biliyordum. Bu yüzden açtım ve yüzüme bir gülümseme yerleştirmek için uğraşmadım.

"Arthur," diye selamladığımda bana doğru döndü ve rahatlamış gibi nefesini verdi.

Arthur, sarışın vampir. Önceki yaşamımda da beni tanıyor ve kim olduğumu biliyordu. Elbette biliyordu, o Victoriam ailesinin vampir tutsaklarından biriydi. Bana şiirler yazar ve balolarda benimle dans etmek isterdi. Bir gece onu zincirli tutulduğu hücrede ziyaret etmiş ve aslında onlarca vampirin ölümüne neden olan sırrı ondan öğrenmiştim. Gümüş suyu... Daha sonra sözümü tutup gerçekten onu o zindandan kurtarmış ve bir daha da görmemiştim.

Bir sonraki yaşamıma kadar. Bir sonraki yaşamımda kanına bağımlı olduğum bir vampir olarak çıkmıştı karşıma. Bir süreliğine en azından. Şimdi merak ediyordum, gerçekten onun kanının olması tesadüf müydü yoksa beni tanıdığı için o da bir düzmece mi planlamıştı, çünkü beni gördüğünde ne şaşırmış ne de Luxuria'dan bahsetmişti.

"Luzia," dedi. "Seni gördüğüme sevindim. Buralardaydım ve iyi misin diye bakmak istedim."

Baştan aşağı onu süzdüm. Vampirler her zaman iyi görünürdü ama Arthur ekstra iyi görünenlerden biriydi. Yine de onu süzmemin sebebi ciddi olup olmadığını anlamaya çalışmaktı. Kötücül birine benzemiyordu ama hangimiz benziyorduk ki? Benim en güçlü silahım tatlı gülümsemelerimdi.

"Çok incesin," diye gülümsedim. "Oldukça iyiyim. Yasak olmasına rağmen buralarda ne yapıyordun?" Kapı eşiğini geçmedim ve onun da geçmesine izin vermemek için kollarımı göğsümde bağladım.

"Yasak insanlar için," diye güldü. "Ama çok can sıkıcı. Bu kargaşanın içinde olmak istemiyorum." Biraz yüzü asıldı. "Kaç asır geçerse geçsin insanlar ve vampirler savaşmaya devam ediyor."

"Daha önce de böyle bir savaşta bulunmuş muydun?" Tuzak sorumun yanıtını merakla beklemeye koyuldum ama sorduğum soru bu defa onun gözlerinde bir şüpheye yer açtı. Bana daha dikkatli bakmaya başladı.

"Bulundum," dedi başını sallayarak. "Bir keresinde avcıların tutsağı olmuştum. Sana çok benzeyen bir melek tarafından kurtulana dek."

Kendimi topladım ve başımı salladım. "Demek sen de Luxuria'yı tanıyordun, üzgünüm, ben o değilim, sadece görüntü-"

"O olmadığını biliyorum." Lafımı bu kadar kararlı bir şekilde kesmesi kaşlarımı çatmama neden oldu.

"Nasıl biliyorsun?"

"Luxuria..." dedi ve duraksayarak gökyüzüne baktı. "Korkusunu gülümsemeleriyle saklardı ama dans ederken, ellerinin titrediğini hissederdim. Sende öyle bir korku yok. Sen şu an biraz sinirli görünsen de genelde tatlı ve nazik bakarsın. Bazen de şaşkın." Tekrar içtenlikle gülümsedi.

Ne tuhaf, beni iyi tanıyor gibi görünüyordu.

"İçeri girmek ister misin?" diye sordum kapının eşiğinden çekilip. "Dolapta biraz yapay kan bulunduruyorum."

"Nazik davetin için teşekkür ederim," dedi. "Ama belki başka bir zaman. Ben gerçekten geçerken bir kontrol etmek istedim."

"Sanırım daha çok Luxuria anısına."

"Çok mu belli ettim?"

"Sorun değil," diye gülümsedim. "Ona değer veren bir kişi olduğunu bilmek eminim onu memnun ederdi."

"Herkes Luxuria'ya değer veriyordu," diye omuz silkti.

"Çok azının onda dikkat ettiğin şeylerden haberi olduğuna eminim."

"O halde... Sonra görüşür müyüz?"

"Ne zaman istersen."

Elini kaldırıp olabildiğince insanca selam vererek uzaklaştı. Birden yok oldu demek vampirler için daha doğru bir kullanım alanıydı. Kapıyı kapatmadan önce dışarıya çıktım ve basamaklara oturup çenemi avucuma yasladım.

***

Sidra gerçekten haklı çıkmıştı. Birkaç gün sonra saldırıların sona erdiği daha doğrusu güvenlik güçleri tarafından kontrol altına alındığı haberleri geçmeye başladı. Denetimler sıkılaştırılmış ve vampirler olan haklarının da birçoğunu kaybetmişlerdi. Kayıtlı olmayan vampirlerin öylece ortalıkta dolanması ve seyahat etmesi hoş karşılanmıyordu. Sokağa çıkma yasağı insanlar için sona ermiş ama vampirler için bazı kısıtlamalar gelmişti. Haberleri seyrederken Sidra yine yanımdaydı ve bu habere neredeyse kahkaha atmıştı. Vampirler insanları istedikleri gibi telkin edebilirken insanların koydukları bu kurallar onlara anlamsız geliyordu.

Bende ise durumlar daha karmaşık hale gelmişti. Gece yarısı pencerenin önünden yine o açıklığı seyrediyordum ve Luxuria daha çok bir zehir gibi kanıma girmeye başlıyordu. Korkuları ve yalnızlığı. Çünkü yine bu malikanenin içinde kimsesiz kalmıştım. Çalışanlar yıllık izinlerini kullanmak istemişti, korktukları için onları suçlayamazdım. Reyna yoktu. Vaha yoktu. Sidra ile her şey ince bir ipin ucundaydı. Ve ben her geçen gün kendimi daha da yalnız hissetmeye başlıyordum. Söyledikleri gibi yalnızlık beni ele geçirmesin diye şimdi yeniden elimde küçük bir bavulla, beni havaalanına götürecek aracın gelmesini bekliyordum. 

Hava henüz kararmamıştı ama kapalıydı. Araçtan önce gelmesini beklemediğim için onu karşımda görmek can sıkıcı bir sürpriz oldu. Bir bana bir ayaklarımın ucunda duran bavula baktı.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu.

"Bir süreliğine uzaklaşıyorum."

"Anlamadım."

"Bir süreliğine uzaklaşmam gerekiyor," diye tekrar ettim. "Lütfen." Çünkü yeterince acı çekiyor ve kendimi kötü hissediyorum. Ve şimdi bana seni terk ediyormuşum gibi bakıyorsun.

"Luzia," diye seslendi.

Başımı iki yana salladım.

"Ne zaman döneceksin, nereye gideceksin ki?"

"Şimdilik ailemin yanına."

Başını diğer tarafa çevirip bir süre boşluğu seyretti.

"Gitme," dedi.

"Burada kalmak bana iyi gelmiyor. Burada hiçbir şeyin içinden çıkamıyorum. Uzaklaşırsam daha iyi düşünebilirim. Burada ne yapacağımı bilmiyorum."

"Müze var," dedi. "Müzeyi de mi bırakacaksın? Sana yeni çalışanlar bulabilirim. Daha iyilerini bulabilirim. Yarın işe başlarlar. Ve Reyna'yı geri getiririm."

"Sidra-"

"Luzia, Vaha'yı istiyorsan onu zorla bu çatıya sokarım. Yaparım."

"İstediğim tek şey biraz uzaklaşmak."

"Beni görmek istemiyorsan gelmem," dedi.

Lütfen, lütfen artık kalbimi kırma.

"Sorun bu değil."

"O halde ben de geleyim," dedi. "Nereye gitmek istiyorsan birlikte gidelim."

Ellerimi yüzüme bastırdım ve derin bir nefes aldım. Bunun bu kadar zor olmasını beklemiyordum ama ağlamamak için tüm gücümü kullandım.

"Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum," diye fısıldadım. "Sadece düşünmeye ihtiyacım var."

"Luxuria beni asla terk etmedi!"

"Etmeliydi," diye başımı salladım. "Etseydi hayatta kalırdı." Bu belki de onun kalbine bir hançer saplamaktan daha şiddetli oldu; gözlerimin önünde bir dağ gibi titrediğini gördüm. Bir şey söylemek için hareketlendi ama hepsini yuttu. Etrafına bakındı ve sanki buna engel olabilecek bir şey aradı.

Ve gözleri onda takılı kaldı. Başımı iki yana salladım. Dişlerini sıktı, bir saniye sonra boyu neredeyse beline kadar uzanan ağacın yanındaydı.

"O halde bunun da senin için bir önemi kalmadı," dedi. "Luzia değilsen bu ağacın da bir önemi yok değil mi?" Gözleri çıldırmış gibiydi. Eli ağacın gövdesini kolayca kavradı.

"Hayır!" diye bağırdım. "Hayır, dokunma. O Luzia'nın ağacı." Yanına gitmem günler sürmüş gibiydi. Elini ağacın üzerinden çektim. "Benim!" dedim. "Sadece benim olan tek şey bu. Sadece bana ait olan tek şey!"

"O zaman onu bırakıp gitme!"

"Sadece bir süreliğine!" dedim artık gözyaşlarımı tutamadan. "Ne kadar zorlanıyorum görmüyor musun? Buna devam edemem Sidra. Bu şekilde edemem. Ne olduğumu, kim olduğumu, ne yapacağımı bilmiyorum. Bulmam lazım. Burada bulamam. Burada olmaz. Senin bu kadar yakınındayken olmaz."

"Tehlikedesin sen," diye fısıldadı bu defa karşıma dikilip. "Burada kimse sana yaklaşamaz ama uzaklaşırsan-"

Duruşumu dikleştirip gözyaşlarımı sildim. "Vampirlerden kendimi koruyabilirim." Ama senden koruyabileceğime artık emin değilim.

Kolumdan tuttu, ona dönmem için hafifçe kıpırdandı. Baygın gözlerle ona doğru döndüğümde yüzünde şaşırmama neden olan bir endişe vardı. Kaşlarını çattı ve bir saniyeliğine yere baktı. Yüzümü ellerinin arasına alıp simsiyah gözlerini gözlerime kilitledi. "Lütfen," dedi. "Bana sonsuza kadar kızgın kalabilirsin; eğer istediğin buysa. Benimle sonsuza kadar tartışabilirsin; eğer istediğin buysa. Ve istediğin kalbime bir hançer saplamaksa bunu da yapabilirsin. Ama bir kez daha buna bulaşma. Bu kez savaşma, Luxuria."

"Gerçekten önemsiyor musun ki?" diye sordum onun gibi kaşlarımı çatıp. "Yardım etmek için çabaladın ama gerçekten önemsiyor musun? Yoksa bu da sadece seninle ilgili bir şey mi? Ne söylediğinin farkında mısın? 'Bana bir kez daha izletme.' Bana olan bir şeyden değil, sana olan bir şeyden bahseder gibisin." Ellerini yüzümden çekip onunla arama mesafe koydum. "Ben ölmüşüm gibi değil de sen beni kaybetmişsin gibi konuşuyorsun." Ve işte bu her anlamda ve yerde kalbimi kırıyor. "Ve şimdi sanki kaybettiğin oyuncağı bulmuş gibi davranıyorsun. Kırılan oyuncağını tamir etmişler. Eskisinden daha iyi gibi."

"Seni iki yaşam boyunca önemsedim!" dedi. "Bunu nasıl düşünebilirsin?"

"Önemsesen inanmazdın!" diye bağırdım sonunda dayanamayarak. "Önemsesen kanmazdın. Önemsesen ihanet ettiğimi düşünmezdin. Önemsesen başka bir yaşamda karşına çıktığımda dizlerime çöküp af dilerdin. Seninse tek yaptığın şey başına gelenlerden yakınıp durmak oldu. Senin kurtaramayışın, senin değerlerin, sana yapılan ihanet. Şimdi bile karşıma geçmiş endişelenmekten bahsediyorsun. Sen sadece tekrar köşeye sıkışmak istemiyorsun. Senin benim ne hissettiğimle zerre ilgin yok." Bakışlarımı başka bir yere çevirip kendi kendime gülümsedim. "Çünkü sen her şeyi, bir kalbi bile; sadece kendini kanıtlamak için bir saniye bile düşünmeden bir aynayı parçaladığın gibi kırabilirsin."     

"Ben yine sana geldim," dedi. "Sen yine beni inandırdın. Sen olmadığına inandırdın. Kendini de seni hiç sevmediğime inandırdın. Ama ben seni sevdiğim için, başka bir yaşamdaki benzerine bile dokunmaktan kaçındım! Sırf sen değilsin diye." Hem sitemkar hem yaralanmış gibiydi şimdi. "Senin nasıl hissettiğin umurumda değil mi? En son ne zaman ayakkabı dolabını açtın? Orada senin için alınmış güzel ayakkabıların vardı. Ormanda bıraktığımız için kızdığın. Ertesi sabah dolabına bırakmıştım yenilerini ama hiç oraya bakmadın. En son ne zaman bodruma indin, orada sana ait bir piyano var, sadece o piyanoya aşık olduğunu ama ona sahip olmadığını söylediğin için. O kahrolası aynayı tamir edip başucundaki çekmecene bıraktım. O gün bütün gün temizlik yaptın ama aynanın orada olmadığını fark etmedin mi?" Resmen burnundan soluyordu. "Bu kahrolası yer hala senin için ayakta duruyor! Bir gün dönersin diye. Belki ruhun bir yerlerde dolaşıyordur diye. Her şeyi çıkarıp içini kitaplarla doldurdum, hala bu duvarların arasındaysan yalnız kalma diye. Sen artık yalnız kalma diye."

Ağlamaya başladım. Gözümden yaşlar süzülmeye başladı. Hızlı hızlı nefes almaya başladım. Kalp atışlarım göğsümü zorlamaya başladı. Nihayet, onca zamanın sonunda göğsümden bir hıçkırık çıktı. Kendimi bıraktığım an, o yakaladı. Göğsüne yaslandığımda daha çok, sesli bir şekilde ağlamaya başladım.

"Üzgünüm," dedi çok ama çok yorgun bir sesle. "Her şey için üzgünüm."

"Ne yapacağımı bilmiyorum," diye itiraf ettim gözyaşlarımın arasından. "Ne hissedeceğimi bilmiyorum. Kafam çok karışık. Hislerim çok karışık. Bütün bunlar çok fazla." Başını saçlarımın üzerine yasladı. "Biliyorum," diye mırıldandı. "Bu yüzden artık savaşmanı istemiyorum." Saçlarımın üzerinden öptü. "Sen herkesi yendin, dışarıdaki düşmanlarla mücadele etmek kolaydı." Tekrar öptü. "Ama içindeki düşmanla mücadelende yenildin." Daha çok ağlamaya başladım. Yaşadığım her şey, hissettiğim her şey, bir savaşın sonuymuş gibi gafil avladı beni.

"Ben seni herkesten korurum, bu defa kendinden de korurum." Daha sıkı sarıldı. "Lütfen, lütfen artık buna direnme."

Beni havaalanına götürecek araç malikanenin önüne doğru yanaştı. Kafamın içindeki her şey daha karmaşık hale geldi. Hem deli gibi ağlamak hem gülmek istiyordum. İkimiz de içinden çıkamadığımız bir acı çekiyorduk. İkimiz de birbirimize baktığımızda en kötü anlarımızı görüyorduk. İkimiz de artık sadece birbirimizi teselli edebiliyorduk.

Yavaşça geriye çekildim. Gözlerimi tekrar sildim. Yanı başında durduğumuz ağaca baktım. Yeniden ona baktım.

"Özür dilerim," diye fısıldadım. "Gitmem gerekiyor. Özür dilerim. Sadece bir süreliğine gitmem gerekiyor. Sadece bir süreliğine." Yanından geçerken yanağımı ısırdım ve yüzüne bakamadım. Merdiven basamaklarında duran küçük bavulumu aldım. Araca doğru giderken göz ucuyla onun hala orada durduğunu gördüm. Kımıldamıyordu. Şoför inip bavulumu aldı ve benim için kapıyı açtı. Bir kez daha ona baktım ama yapmam gereken buymuş gibi arabanın içine bindim. Kapı üzerime kapandı. Şoför yerine geçene kadar hiçbir şey olmadı. Araba çalıştı ve her saniyede biraz daha ikimizin arasını açarak yolda ilerlemeye koyuldu.

Ellerimi gözlerime bastırarak ağlamaya devam ettim. Kendimi berbat hissediyordum ama sürekli böyle hissetmektense şimdi hissetmemin daha iyi olduğunu biliyordum. Burada kaldığım sürece hiçbir şeyle gerçekten yüzleşemeyecektim. Sürekli aynı şeyleri tartışmaya devam edecektik. Ben ikimizi de affedemeyecektim. O ikimizi de affedemeyecekti. Oyun oynar gibi oradan oraya savrulup duracaktık. Biraz ara vermeli ve neler olduğunu görmeliydik. Biraz ara vermek birbirimizi daha iyi anlamamıza yardımcı olurdu. Düşüncelerimi toplamama. Artık bildiğim ve hissettiğim tüm bu şeylerle ne yapacağımı anlamama yardımcı olurdu.

Araba durduğunda irkilerek doğruldum. Zamanın bu kadar hızlı geçtiğini fark etmemiştim bile. Kapı açıldığında artık kararan hava ile görüş alanım iyice zorlanmıştı. Havaalanı neden karanlık olsun ki?

"Neler oluyor?" diye sordum başımı uzatarak. Şoför sinirli bir ifadeyle bana doğru uzandı, kolumu yakaladı ve sağa sola çarpmamı umursamadan beni arabanın dışına çekti. Birden geriye doğru savurduğunda dengemi sağlayamayıp yere düştüm.

"İşte burada," diye tiksintiyle mırıldandı. "Vampir sevici fahişelerden biri."

"O büyük evde yaşayan kız mı?" diye sordu bir başkası. Adamın benimle değil arkamdaki bir başkasıyla konuştuğunu o an fark ettim. Hızla ellerimle destek alıp ayağa kalkmaya çalıştım ama yüzünü göremeden kollarımı sıkı sıkı arkamdan kavradı.

"Evet," dedi şoför. "Hem yaşlı hem ölü sevici. İnsanlar senin için yeterli değil mi?" İçinde biriktirdiği bütün öfkeyle suratıma doğru bir tokat attı. O kadar şiddetli sarsıldım ki bir süre ne düşünebildim ne de konuşabildim. Kulağım çınlıyor ve çenemdeki kemikler kırılmış gibi hissediyordum.

"Onun işinde çalışıyor, bahse girerim onun yatağına girmekle kalmıyor, onu besliyor." Boynumu tutup sıktığında refleksle çığlık atmaya çalıştım. Diğeri saçımdan tutup çekiştirerek beni yana doğru savurdu. "Senin gibi fahişler yüzünden dünyanın çivisi çıktı!" Yüzüme aldığım başka bir darbe bu defa yüz üstü yere düşmeme neden oldu. Kendimi tutamadığım için burnumu doğrudan zemine çarptım ve kuvvetli bir acıyla daha inledim.

Daha konuşmaya, kendimi savunmaya ya da kendimi korumaya bile zaman bulamadan tekme atmaya başladılar. Ne olduğunu anlamak için bile zamanım olmamıştı. Dizlerimi karnıma çekmeye çalıştığımda geç kalmıştım. Ağzımdan kan tükürerek öksürmeye ve nefes almaya çalıştım. Yardım çığlıkları atmak istedim ama bedenim bir un çuvalı gibi darbelerin ardından serilmişti. Hiçbir yerimi hissedemiyordum.

"Kanının değeri yoksa biz de onu seve seve akıtabilirdik." Bir tekme daha savurdu.

"Bırak," dedi diğeri onu geriye çekerek. "Bitik vaziyette. İşini domuzlar ya da yılanlar bitirir. Hadi gidelim."

Öksürmek değil nefes almak bile zor hale geldi. Elimi kaldırıp ağzımdaki ve burnumdaki kanı temizlemek istedim ama parmaklarım kırılmış olmalıydı. Eklemlerimi hissedemiyordum. Bacaklarımı hissedemiyordum. Karnımda feci bir ağrı dışında hiçbir şey hissedemiyordum. Arabanın uzaklaşan sesini duydum. Farlar da gidince tamamıyla zifiri karanlığın altında kaldım. Dudaklarımı oynatmak için tüm gücümü kullanmaya çalıştım ama yapabildiğim tek şey acıyla inlemek oldu.

Sidra'nın beni hissedeceğini umuyordum, kan paylaşımı yaptığımız için beni hissedebilirdi ama aklıma gümüş zehirlenmesi yaşadığı geldi. Kanı benim için bile yeterince güçlü değildi ve o zamandan sonra hiç kan takas etmemiştik. Kahretsin. Cep telefonum, cep telefonuma ulaşmalı ve yardım çağırmalıydım. Belki dakikalar sonra inleyerek parmaklarımı oynatabildim. Elim ceplerime gitti ama telefon üzerimde değildi. Telefonumu nereye koyduğumu da nerede olduğunu da hatırlamıyordum. Belki düşmüştü belki onu da alıp gitmişlerdi. Biraz daha zorlanarak bağırmaya çalıştım ama burada bağırsam da kimsenin beni duymayacağını biliyordum.

Sonunda pes ettim. Başımı tamamen zemine bırakıp kendi kanımda boğularak ölmeyi beklemeye koyuldum. Ağlamaya başladım. Sıcak gözyaşları hissedebildiğim tek şey oldu. Canım çok yanıyordu. Daha önce fiziksel olarak böylesi bir acı yaşadığımı hatırlamıyordum. Ve bu aynı anda beni öfkelendiriyordu. Burada ölüp gitsem de birilerinin bana bunu yapanlara cezasını vermesini istiyordum. Onları öldürmelerini ama önce işkence yapmalarını istiyordum. Hayatta kalabilsem bunu benim de yapabileceğimi hissetmek daha çok ağlamama neden oldu.

"Zavallı, küçük şey."

Sesin bir yanılsama olduğunu sandım ama ağlamayı bıraktığımda çam iğnelerinin üzerindeki çıtırtıları ve ayak seslerini işitebiliyordum. Diğer yanıma dönmek için bedenimi zorladım ama gerek kalmadı. Bir saniye sonra hemen başımdaydı ve çok parlak gözleriyle bana bakıyordu.

"Seni gerçekten fena hırpalamışlar," dedi.

Herakles.

"Şşş..." diye fısıldadı elini saçlarımın altından geçirip beni hafifçe doğrulturken. "Nabzın öyle yavaş ki öldüğüne emindim." Kendi bileğine uzanıp uzun dişlerini çıkardı. Bileğini ısırıp kan akan iki deliğin açılmasına neden oldu. Bileğini bana doğru uzattı.

Başımı iki yana salladım. Bir vampirin kanını içmek onunla aranızda bir bağ oluşmasına neden oluyordu. Kafamın içine girebilir, beni kolayca yönlendirebilir ve hissettiğim her şeyi hissederdi. Onunla böyle bir bağ kurmak istemiyordum.

"Ya da ölürsün," diye gülümsedi şeytani bir şekilde.

Kim olduğumu biliyor. Elbette biliyor. Ve elbette bunu bana karşı kullanacak. Kimseyi aramayacak. Bana başka bir şekilde yardım etmeyecek. Ya ölmeyi ya da onun olmayı kabul etmem gerekecek.

"Neredeyse bir vampir kadar soğudun," dedi dakikalar sonra ben artık nefes almakta bile zorluk çekmeye başladığımda. Tekrar öksürmeye çalıştım, bu defa başımı kaldırdığı için rahatlıkla kan kusmayı başarmıştım.

"İç kanama," diye yüzünü ekşitti. "En beteridir. Saatlerce bu şekilde devam edeceksin. Hızlı olmayacak ama çok acılı olacak."

Lütfen diye mırıldanmaya çalışarak daha çok ağladım. Gözyaşları nefes almamı daha güç hale getiriyordu. Gözlerim bana yardım edecek başka bir arayışın içindeydi.

"Madem istemiyorsun." Başımı en azından dikkat ederek yeniden yere bıraktı. "Ölüm seyrinden keyif aldığım bir veda olmamıştır," dedi. Gitmek üzere yeltendiğini ya da blöf yaptığını düşündüm. Belki de ölmeme izin vermez başka bir şekilde yardım eder diye düşünüyordum ama vampir kumarı oynayacak sadece birkaç saniyem vardı. Bilincimi yitirdiğimi anlayabiliyordum. Son anda yapabildiğim kadar güçle kolunu sıktım. Gözleri yeniden bana döndü. Karanlığın içinde güzel bir şeytan gibi duruyordu. İyileştiği için bileğinde yeniden küçük delikler açtı ve dudaklarıma iliştirdi. Muhtemelen bu yaptığım en yanlış şeydi ama dudaklarımı araladım ve bir vampir şeytanın içime girmesine izin verdim.

|Bölüm sonu!

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpücükler!

Instagram: ngkabal

Twitter: ngkabal

#canavarındakalbivarmış #cdkv

Editlerinize beni etiketlemeyi unutmayın ama bu etiketlere de sürekli bakıyorum.

;;

Continue Reading

You'll Also Like

23.5M 1.4M 77
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
2.4K 245 28
İnsanları denek olan kullanan bilim adamı yanlış adamı esir almıştır. Kendi eliyle bir canavar yaratmıştır. Bir mafya bu canavarı esir alıp aşık olmu...
855K 35.6K 33
Maral orman yolunda kaza yapar, ve gözleriyle görmese inanamayacağı şeyler yaşar. Artık doğaüstü bir varlığın tutsağıdır... Bu varlık onu zorla tutup...
17.3K 96 11
bir gün telefonla uğraşırken bir mesaj gelir "selam bebeğim"...