26. BÖLÜM: KIZ KARDEŞLER ve SEVGİLİLER

44.6K 4.4K 4.7K
                                    

Herkese merhabalar!

Ve keyifli okumalar dilerim...

Yıldızımızı parlatmayı unutmayalım lütfen^^

NP:  The Weekend, Double Fantasy

**

Çarşaflar buz gibiydi ama asıl soğuk olan bu odanın içinde dolaşan bir şeydi. Kapıyı üzerime kilitleyip morgda yatan ölü bir insan gibi uzanmamın sebebi buydu. Burada dolaşanın ne olduğunu anlamaya çalışırken her yanım ürperiyordu. Hayatta kalma arzusu. Bu odanın duvarlarında dolaşan şey buydu. Benim anlamamın imkansız olduğu şey buydu. İki ayrı parçayı birleştirmek ister gibi kasvetli odadaki eski örtülerin arasında yatıyordum. Yüzüm tavana dönük sanki geçmişin hayaletlerini seyrediyordum. Başka bir yaşamda var olduğum bu odanın içinde kendime ait bir şey, bir his arıyordum. Bir yerden, artık orada asılı olmayan rüzgar çanını işittiğimi zannediyordum.

Öğrenim yıllarımda arkeolojik bir kazı çalışmasına katılma fırsatım olmuştu. Kazı alanlarını her zaman çok mistik ve aynı oranda huzurlu buluyordum. Ama beni etkileyen asıl şey toprağın altından kazıp çıkardıklarımız olurdu. Dikkatlice eşeleyip yıllar, çok uzun yıllar önce orada yaşananların kalıntılarını belki de kanıtlarını bulurduk. Ben de toprağın altından çıkan eski yaşamıma dair şu anımla bağdaştırabileceğim kalıntıların peşindeydim. Ama beni asıl heyecanlandıran şey hep toprağın altından çıkarılan eserlerin onarım anı olmuştur. El yazmaları, seramikler, heykeller... Çoğunluklar bir yerinden kırılmış ya da aşınmış olurlardı. Onları tam anlamıyla onarmak mümkün olmazdı çünkü o zaman kullanılan malzemelere de yöntemlere de sahip olmazdık. Bu yüzden şimdiki zamanda sahip olduğumuz en uygun malzemeyle onarımını yapardık. Onarılan kısımlar her zaman rengiyle, dokusuyla ama bir şekilde yama gibi durur ve bu beni daha da etkilerdi. Yaşamlar arasına yapılan bir yama. İşte şimdi kendi ruhumu onarmanın bir yolunu arıyordum. Ruhumu yamayacak bir şey arıyordum.

"Ne yapıyorum ben ya..." Kendi kendime mırıldanarak ellerimi yüzüme bastırdım. Örtüyü üzerimden çekip yataktan çıktım. Küçük bir toz bulutu karanlığın içinde dağıldı. Ay ışığının aydınlattığı oda ve etraftaki karartı bir an daha da irkilip kollarımı etrafıma dolamama neden oldu.

Luxuria'nın böyle bir şey yaptığını hatırlamıyorum.

Güzel, çünkü ben o değilim.

Derin bir nefes aldım ve aklımı kaçırmamak için bunu birkaç kez daha tekrarladım. Küçük masanın üzerindeki gümüş suyu şişesine gitti parmaklarım ama yanmış gibi hemen geri kaçındım. Bu benimle ilgili bir şey değildi.

Dönüp pencereye yürüdüm ve bir kez daha aynı manzaraya baktım. Arazi karanlıktı ama ay ışığı bir tiyatro sahnesindeki trajik bir oyun gibi onların üzerini aydınlatıyordu. Vaha ve toprağın altına gömdüğü, birkaç saat sonra uyanması gereken Reyna. Saatlerdir orada öylece duruyordu.

Romeo ve Juliet.

Bu malikanenin her yeri kelimenin tam anlamıyla bir korku filmi sahnesine dönmüştü. Kendi odama geçip dolaptan üzerime yün bir hırka geçirdim. Sidra'nın kapısı kapalıydı, buradaysa da haberim yoktu ama içimden bir ses burada olmadığını söylüyordu. Ürpertici bir şekilde varlığını hisseden ve maalesef heyecanlanan bir yanım vardı. Aptal yarasını sardığını umarak merdivenlerden inmeye koyuldum. İlk önce mutfağa gidip canavarın özel koleksiyonundan bir viski şişesi ve iki kadeh sıkıştırdım kolumun altına. Yeniden yukarı çıkarken ayaklarıma çorap giymediğine pişman oldum ama yeniden odama çıkmayı da gözüm kesmedi. Girişteki dolaptan içi tüylü, minnion şeklindeki ev ayakkabılarımı giyinip dışarıya onlarla çıktım. Bu malikanedeki en garip şey bu olamazdı sonuçta...

CANAVARIN DA KALBİ VARMIŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin