Red Targaryen ☾ Daemon Targar...

By larathecult

59.5K 5K 11K

Kral Viserys I. tarafından küçük yaşta himaye altına alınan ve Rhaenyra Targaryen'in gözünde bir abla gibi bü... More

the targaryen | daemon return
the targaryen | tournament and death
the targaryen | night visitor
the targaryen | her mother's twin
the targaryen | lady and dragon
the targaryen | pleasure house
the targaryen | king's heir
the targaryen | broken mirror
the targaryen | dragon's egg
the targaryen | betrayal of a friend
the targaryen | a candle for trust
the targaryen | red lady at dusk
the targaryen | wedding night
the targaryen | knight's kiss
the targaryen | white fallow deer
the targaryen | came from across the sea
the targaryen | a victory and a lover
the targaryen | he comes at night
the targaryen | bloody wedding
the targaryen | second birth ritual
the targaryen | emotions are more important than memories
the targaryen | anyone who hurt her must be punished
the targaryen | blood of my blood
the targaryen | night devour riders, not dragons
the targaryen | king's daughters
the targaryen | reason for slander
the targaryen | first of her name
the targaryen | driftmark visit
the targaryen | forbidden lovers meet at midnight
the targaryen | dragon's wings unfold
the targaryen | at home, away from home
the targaryen | only ravens rule the shadows
the targaryen | darkness gives birth to the dragon
the targaryen | in the arms of the lilac garden and ashes of a friend
the targaryen | d(a)emon's bride
the targaryen | from a strong blood
the targaryen | raven's eyes are not considered legitimate
the targaryen | the dragon behind storm clouds
the targaryen | every night has a morning
the targaryen | living hearts and dead lovers
the targaryen | at every sunset a new dragon rises
the targaryen | blood determines the ruler
the targaryen | real enemy is always in sight
the targaryen | burn the witch
the targaryen | our house is dragonstone
the targaryen | the queen doesn't like bastards
the targaryen | princess and her knight
the targaryen | when a rider dies, a new one is born
the targaryen | lord of the harrenhal
the targaryen | wolfs and dragons
the targaryen | the knight and the groom
the targaryen | swear for the second time
the targaryen | witch's son
the targaryen | guests of the riverlands
the targaryen | desires and obligations
the targaryen | marriage is a duty
the targaryen | calm before the storm
the targaryen | true owners of the red keep
the targaryen | maegor's holdfast
the targaryen | time changes but someone always stay the same
the targaryen | mercy of the old gods
the targaryen | breaking point
the targaryen | witch of the forest
the targaryen | green council
the targaryen | black queen(s)
the targaryen | messenger of aegon the usurper
the targaryen | disappointing sons
the targaryen | the north remembers
the targaryen | downfall
the targaryen | mothers always avenge their children
the targaryen | blood of the golden prince
the targaryen | dark sister's soul
the targaryen | blood and cheese
the targaryen | a boy comes, a boy goes
the targaryen | pawn forward one square
the targaryen | black honeyholt
the targaryen | the queen who never was
the targaryen | heirs and dragonseeds
the targaryen | a duel in the stranger's name

the targaryen | dornish princess

499 44 101
By larathecult

Cannibal gece kadar karanlıktı.

Yol aldığı gökyüzünde, dolunayı gölge gibi kapatan kanatları ile rüzgâra bir sebep sayılırdı. Parlak yıldızlar onun varlığı ile sönüyor, zifiri karanlıktaki en tehlikeli yaratık oluyordu. Güneyin kumlu görüntüsü karşılarına çıkmıştı. Dorne topraklarına doğru yaklaşıyor, gizli ziyaretlerini gerçekleştirmek için gökyüzünde sessizce süzülüyorlardı.

Güneş Mızrak, gece bile tüm ihtişamı ile yükseliyordu Dorne topraklarında. Karışık sokaklarından insan seslerini duymak, yükselen meşale ateşlerinde insan gölgeleri görmek mümkündü.

Prens Daerys, eyer iplerini tutmaya devam ederek ejderhası Cannibal'ın aşağıya doğru yönelmesini sağladı ve kara yaratık ile gümüş saçlı binicisi Dorne'a inmek için hazırlandıkları esnada, yüzlerine havaya karışmakta olan kum taneleri çarpıyordu. Güneş Mızrak'ın labirent gibi görünen şehri, gökyüzünde bir gölge gibi gördükleri ejderhaya doğru başlarını kaldırmaya cesaret eden yüzlerce insanla doluydu ve yüz yıldan sonra topraklarına yine bir ejderhanın yaklaştığını görenlerin arasında bunu kötü bir alamet olarak ifade eden çokça insan vardı. Ejderha, tıpkı fetih döneminde Kalaslı Kasaba için cehennemden kopan bir saldırıya sebep olan Balerion'u anımsatıyordu. Halk, kitaplardan bilirdi kara dehşeti. Martell hanesi ise kanlarından geçen ilkeleri sayesinde o günleri hatırlardı.

Topraklarına inmek üzere olan kara ejderhayı ihtişamlı kalesinin balkonlu salonundan izleyen Qoren Martell'in sakinliği, halkında oluşan gerginliğin aksineydi. Prens Daerys Targaryen'in onları ziyaret edeceğini biliyordu ve genç adamı karşılamaları için kalenin dışına bir düzine adamını yollamıştı.

Kızıl Prenses birkaç gün önce mektup yollayarak Martell hanesine emanet ettikleri çocuğun durumunu öğrenme isteği duyduğunu yazmıştı. Bu aslında Prens Qoren Martell'in yazacağı cevap mektubu ile halledilebilirdi ama Kızıl Prenses, kendisini temsil etmesi adına büyük oğlunu Dorne'a yolluyordu ve sebebi önemli bir konuyu iletmesi idi. Mektubunda bunu belirtmişti, Prens Qoren Martell'e ise Daerys Targaryen'i evinde ağırlamak kalmıştı. Mhyris'in sözünü dinlemeyi bir kralın emri gibi gören diyardaki bazı adamlardan biri olan Qoren Martell son dönemlerdeki düşüncelerine dalıp gitmişti, Cannibal ve Prens Daerys'in inişini izlerken. Bir şans vardı önünde. Prenses Mhyris ile kurduğu dostluk, Dorne halkına refah ve batı diyarına açılan kapı olabilirdi. Yedi Krallık'ın en soyutlanmış hanesi olan Martell ailesi artık hükümdarlık içerisinde bir yer edinmeliydi. Prens Qoren Martell bunu diliyordu. Doğu diyarı ile yapılan tüm ittifaklar yine Kızıl Prenses ve Velaryon hanesinin etkisi yüzünden gelişme göstermeden sona ermişti. Prens Qoren Martell ise vârisi olan kızına, savaşla dolu yıllar yerine tanrılardan armağan aldığı o zehir aklını kullanabileceği yetkin bir saygınlık bırakmak istiyordu. Mhyris Targaryen'in dostluğu bunu sağlardı.

Martell hanesinden bir üye konseyde yerini alırsa, Dorne asla yıkılamazdı.

Güneş Mızrak'ın tepesinde bir prensin gelecek planları sürerken; Targaryen prensi ve ejderhası serin kumlara ilk kez iniyorlardı. Annesi Mhyris'in onu uyardığı gibi davrandı. Cannibal, kent duvarları dışındaki çöl bölgesine iniş yapmıştı. Ejderhalara alışkın olmayan gizli müttefiklerine rahatsızlık verme gibi bir isteği yoktu zaten. Cannibal'ın geceyi titreten kükremesi yankılandı. Binicisi sırtından inerken, kara ejder gözlerini onlara doğru yaklaşan bir düzine Dorne askerine ve yanlarında yürüyen bağlanmış boğaya çevirmişti. Burnundan sıcak nefesi hızla çıkıyor, kum tepelerindeki toz bulutu nedeni oluyordu. Daerys ise kumdan oluşan yere ayak bastığında, çizmeleri biraz batıp çıktı çöle. Alışık değildi. Ancak tuhaf bir şekilde Dorne topraklarının sahip olduğu havayı sevmişti.

"Kuralları unutma, Cann." dedi Prens Daerys. Valyria dilinde konuşuyordu. Onlara doğru yaklaşan adamlar ve bir boğa, karşılanmak için ilk seçeneğidir demek yalan olurdu. Dorne kızlarının oluşturduğu bir orduyu tercih ederdi. Bu yüzden, adamları izlemek yerine, Cannibal'ın derisinde elini gezdiriyor ve yaratığın dikkat kesilmiş gözlerine ölümden ziyade misafirlik bakışlarını koymasını istiyordu. "Kaleye yakın bir noktadan uçmak yok, anlaştık mı?"

Cannibal'ın nefesi başka bir kumdan bulut yarattı.

"Buradaki insanlar ejderhalara alışık değildir. Senin korkunç bir canavar olduğunu düşünebilirler." Daerys ve Cannibal'ın aynı anda güldüğünü tüm Dorne askerleri uzak olsa da görmüş, hayret etmişlerdi. Ejderhalar gülebilir miydi? Daerys ve Cannibal'ın bağları öyle kuvvetliydi ki, bazen yüzleri aynı ifadeye bürünürdü. Öfkeleriyle ortak yolda ilerlerdi, neşeleri bir yükselirdi.

Prens Daerys ve ejderhası Cannibal'ın arasındaki sohbet sürerken, askerler yanlarına gelip genç prensi selamladı. Daerys'in karşılığı aynı nezaketle oldu ve ejderhadan uzaklaştı. Adamların o ürkütücü bakışlı yaratığa yaklaşmak konusunda tereddüt duyduklarından emindi. Bu yüzden kumların üstünde yürüdü, elini uzattı ve kumandan ile tokalaştı. Güneyin bu kısmında Prens Daerys'in oldukça dikkat çeken birisi olduğu, yabancı askerlerin ona bakışı ile anlaşılıyordu. Ay ışığı altında genç prensin gümüş saçları adeta parlıyor, tokalaştığı kumandanın yanında teni adeta bir ölü gibi solgun duruyordu.

"Prens Qoren Martell kaleye kadar güvenle gidebilmeniz için size eşlik etmemizi istedi." diyen kumandan, biraz gerisinde bekleyen askerlerine başıyla kısa bir işaret verdi.

Boğayı tutan askerler, ejderhayı görüp korkan hayvanı zar zor sürüklemeye çalışıyordu. Cannibal için hediyeydi.

"Kent içine ejderhayı kabul edemeyiz ama siz burada kaldığınız sürece her gün ejderhanıza üç boğa sunulmasını Prens Qoren emretti."

"Cannibal'ın zevkini bilmesi beni epey şaşırttı." dedi Prens Daerys. Ejderhası boğayı görünce başını kaldırmıştı ve dikkatle takip ediyordu adamları. Beş Dorne askeri, Prens Daerys'in yardımı ile boğayı ejderhanın önüne getirdiler ve hayvanı yere devirmeye çalışanlar uğraşırken, Daerys, Cannibal'ın önüne geçip ondan beklemesini istedi. Kara ejderha sözünü dinliyordu. Zavallıcık! derdi Mhyra bu anı görse. Diyarın en tehlikeli canlısına biniyorlardı ancak kız kardeşi onların yediği hayvanlara hep çok üzülüyordu. Daerys nedense şimdiden Harrenhal'da bıraktığı ailesi için özlem duymuştu. Fakat Cannibal kükreyince dalgınlığı sona erdi. Onlar geri çekilene kadar bekledi, askerlerin uzaklaşması ile birlikte Cannibal'a bir işaret verip keyfine bakmasını söyledi ve Dorne'lu askerlerin yanına döndü.

Cannibal'ın boğaya doğru üflediği ateş güney çölünü adeta aydınlatmıştı. Bir anda ejderha alevi içinde kalan boğa çabucak kızarmış, Cannibal onu iştah ile yemeye başlamıştı.

"Çölden ayrılma!" diyerek Cannibal'a Valyria dilinde seslendi Daerys. Kara ejderhası ona sakin bir kükreme ile karşılık verince, genç prens de Dorne askerleri ile birlikte Güneş Mızrak'a gitmek için yola koyuldu. Kentin çölle aynı renkte olan duvarlarına yürüdü, insan sesleri ve meşale ateşleri geceye karışıyordu. Çölde yüzlerce adım attı. Dorne askerlerinin arasında çok fazla dikkat çekiyordu. Bu yüzden şehirde devam edecek yollarına başlamadan önce, kumandan ona bir pelerin verdi ve prens bir Targaryen olduğunu gizli tutmak için saçlarını ve yüzünü bezin ardına saklamıştı. Kentin kapısındaki atlar onlar içindi. Askerler ve Daerys o atlara bindiler ve genç prens ilk kez bir Dorne şehrini keşfetmeye başladı.

Martell hanesinin kalesine varmadan önce uzunca bir yolda geçmelilerdi ve bu yol şehrin ortasındaydı. Tabi gece vakti olduğundan dolayı Prens Daerys şehri olduğu haliyle göremiyordu pek. Baharat pazarları kapalıydı. Ama tüm sokaklar gündür gibi doluydu. Gösteri yapan bir grup vardı. Atın üzerindeki Daerys, sallana sallana aştıkları uzun yol boyunca güneyli insanları izledi. Müstehcen bir tiyatro oyununa delice gülen insanlar ya da yuhalayan birkaç adam vardı. Çocuklar etrafta koşarak yetişkinlerin cebinden para çalıyordu. Daerys'in atının etrafında da gezenler olmuştu ama ona eşlik eden askelerin müdahalesi ile hemen uzaklaşmışlar, hırsızlığa başka yerde devam etmişler ve yol kenarında sızmış bir adamdan yana şanslarını denemişlerdi. Genelev sokağı doluydu. Güneyli fahişeler atın üzerindeki askerlere el sallıyor ancak kumandan uzak durmalarını emredip onları uyarınca başka müşterilerden yana şanslarını deniyorlardı. Daerys'i merak ederek kim olduğunu anlamayı amaçlayan birkaç fahişe olmuştu ama yüzünün yarısı kapalı olan genç prens onlara sadece el sallamıştı.

"En çok bu sokağı sevdim." diyerek hemen ardından gelen kumandana seslendi Prens Daerys.

Diğer askerler gülüyordu.

"Burası sıradan adamlar için prensim. Henüz Güneş Mızrak'ı bilmiyorsunuz. Prens Qoren izin verirse, yarın sizinle şehri gezebiliriz."

Kumandanın teklifini sevmişti. Prens Daerys yarın mutlaka şehri görmenin isteğine kapılmıştı bile. Atın üzerinde süren yolculukları kaleye yaklaştıkça, Daerys havanın değiştiğini hissetmişti ve şehrin gürültülü, basık havasından çıktılar. Çöldeki bir şehirden karanlık gökyüzünü izlemek inanılmazdı. Ayın ve yıldızların parlaklığı, bir anlığına, sanki hiç görmemiş gibi Daerys'i mest etmişti. Kalenin bahçesine girdikleri esnada Daerys gözlerini gökyüzünden çekip önüne baktı. Martell hanesinin evindeydi.

Geniş, beyaz taşlarla döşenmiş bir yol önlerinde uzuyordu. Meşaleler yolun ışığı olmuş, yükselen ağaçlar ve çiçek dolu bahçeler kalenin etrafını sarmış, kurak çölün ortasından bir ormanın kucağına düşmüştü Daerys. Atlarıyla kalenin kapısına kadar gittiler. Qoren Martell'in baş hizmetlisi olan adam ve beraberindeki diğer hizmetçiler Prens Daerys'i bekliyordu. Prensi selamladı hepsi. Daerys attan indikten sonra bez ile örtülü yüzünü açtı ve atalarından sonra Güneş Mızrak'a savaş için değil ittifak için gelen ilk Targaryen olmuş, Martell hanesinin evine dostça tavrı ile girmişti.

Dorne'u sevdiğini biliyordu.

Daerys henüz keşfetmemişti ancak güneyin bu kısmından etkilenmişti.

Prens Qoren Martell'in baş hizmetlisi olan adamı takip ediyordu. Kaledeki geniş bir koridordalardı. Rhoynar'ın çeşit çeşit sanat eserleri ile süslenmiş kalenin duvarlarını izliyordu meraklı bir ifadeyle. Okuduğu tarih kitapları onun ilk aşkını edinmesini sağlamıştı henüz çocukken. Düşman tarafındaki bir kadın olsa da Daerys umursamaz, her okuduğunda ondan etkilenirdi ve bu kişi Dorne'a hayat vermiş olan bir prensesdi. Nymeria hakkında bilinen tüm hikayeleri okumuştu ve Daerys'in ona aşık olması çabuk gerçekleşmişti. Kadınları severdi, güçlü kadınlara ise hayran kalırdı. Nymeria'yı öğrendiği günden beri Dorne, merak ettiklerini not ettiği listede vardı. Nihayet burayı görme şansı bulmuştu. Altından köşe heykelleri, tablolardaki Nymeria'dan kalan hikaye tasvirleri ve hoş bir bitki kokusu tüm kaleyi sarmıştı. Hizmetli onu Prens Qoren'in beklediği salona götürdü.

Altın işlemeli süslemelerle donatılmış kapıdan içeriye giren Prens Daerys'in gözleri ilk olarak taht benzeri turuncu bir koltukta oturan Prens Qoren'i fark etmişti. Sonra ise gözleri daha geride bekleyen birine döndü. Salonun arka tarafında sırtı kapıya dönük bir kadın vardı. Uzun kahverengi saçları beline kadar iniyordu ve elbisesine bakılırsa bir hizmetli değildi. Köşede şarapları dolduruyor, tül perdelerin dalgalanıp rüzgarın etkisine göre hareket edişine elbisesinin hafif eteği eşlik ediyordu. Salonun etrafı balkonla çevriliydi ve bir yanından şehir, diğer yanından ise güney denizi izleniyordu. Daerys onu selamlayan Qoren Martell'in önünde durduğunda, iki prens tokalaştı. İçten bir karşılamaydı.

"Güneş Mızrak'a hoşgeldiniz, Prens Daerys."

"Daha önceden gelmeliydim." diyen Prens Daerys sayesinde Prens Qoren Martell kahkaha atmıştı.

"Burada misafirimsiniz. İstediğiniz kadar kalıp Dorne'u görebilirsiniz."

"Teklifinizi geri çeviremem. Anneme yaptığım her şeyi haber vermezseniz eğer burada çok iyi anlaşacağımızdan eminim." Daerys'in ses tonu kurnazlık ve bolca ima içeriyordu.

"Babana benzemene rağmen seni çok sevdim!"

Qoren Martell'in kahkahasına güneye has dostluğu eklenince, Prens Daerys için rahat edebileceği bir misafirliğin temeli atılmıştı. Prens Qoren ona özel hazırlatılan odadan bahsederken, baş hizmetlisinin onunla ilgilenmesi için en iyi şartları sağlayacağını söylemişti ve ekledi. "Vakit epey geç oldu. Sohbet etmek için yorgun olmalısın. Bu gece dinlen."

"Politika için her zaman yorgunum aslında." dedi Prens Daerys. O sırada salondaki kadına doğru baktı. Kısaca anlık olmalıydı bu bakışı. Ancak onun artık kırmızı elbisesi ile sarılı sırtını değil, yüzünü görebiliyordu. Gözlerini genç kızdan alamadı.

Dorne Prensesi genç Aliandra Martell, elindeki iki kadeh şarap ile babasına ve konukları Daerys Targaryen'e adım adım yaklaşıyordu. Genç prensin alık alık bakan lavanta gözlerine karşılık tebessüm etti. Kızın omuzlarını saran gür saçlarına, parlak ela gözleri eşlik ediyordu. Zarif bir vücudu vardı. Ona ilgiyle bakan her adama umut veren gülüşü aslında aldatıcıydı. Kadehleri iki prense veren Aliandra Martell; çapkın bir ruha, etkileyici güzelliğe ve tehlikeli bir zihne sahipti. On altıncı yaşında, babasının vârisi olarak, gücü çoğu prensese göre epey fazlaydı. Ona kalacaktı Dorne. Yüzünde, atası olan cesur Nymeria'nın ifadesi vardı.

"Dostluğumuza, Prens Daerys." dedi Prenses Aliandra. Babası ile Daerys kadehleri kaldırırken, genç prensin aklını okuyabiliyor gibi bakıyordu.

Tahmini doğruydu.

Daerys Targaryen için çölün güneşi kadar sıcak bir etkiye sebep olmuştu.

*

"Hile yapıyorsun, Maerys!"

"Yeniliyorsun diye ağlayacak mısın? Artık büyük bir oğlan olduğunu sen söylememiş miydin?" diye sormuştu Prens Maerys. Alay eder gibi gülüyor, karşısında oturan Lucerys'i kızdırıp duruyordu. Satranç tahtasının üstünü yeniden dizmeye başlamıştı. Ahşaptan oyulma taşları yerlerine koyuyor ama bunu yaparken Luke ile alay etmeye devam ediyordu. "Yoksa o gördüğüm şey gözyaşların mı?"

"Görmeyeli baya komik biri olmana çok şaşırdım, Erys!"

"İster istemez babamdan aldığım bazı yönlerim var tabi." Maerys son taşları dizerken yalandan derin nefes almıştı. Luke'a baktı. "Satranç zekâsı gibi."

Lucerys sinirle masaya vurdu.

"Taşları dağıtacaksın ahmak!"

"Sen satranç öğrenirken ben de kılıç sallıyordum seni kibirli budala!" dedi Prens Lucerys. Kendi tarafındaki tüm taşları bozdu ve inadına kendisi yine düzeltmeye başladı. Sevimli yüzünde, masadaki mumdan yansıyan ateşin ışığı dalgalanıyordu. Kaşları çatılmış, çenesi gerilmişti.

"Taşı yanlış koydun." dedi Maerys.

Lucerys bir kendi önündeki taşlara bir de Maerys'in önündeki taşlara göz gezdirdi. Yerlerinde farklılık vardı.

"Senin doğru dizebildigini nereden bileceğim?"

"Çünkü sen kılıç sallarken ben bunu oynuyordum." Prens Maerys gülmeye başladı. Elini uzatıp Lucerys'in taşları doğru dizmesine yardım etmek istedi. Ama Lucerys izin vermedi. "Çocukluk etmeyi keser misin?"

"Kendim dizerim."

Maerys onun dizmesini beklemekten yana sabırsızdı. Lucerys itiraz etse de ellerini geri çekmemişti ve masanın üzerinde kavgaya tutuştular. İkisinin de elleri satranç tahtasında buluştuğu an birbirlerinin kollarına yapışıp ani bir rekabete tutuşmuşlardı. Arkadaş kavgaları hararetli ama zararsız olur, öfke geçene kadar devam ederdi. Luke ve Erys'in de öyleydi. Bu öğlen vaktini Lucerys bir kızın peşinde dolaşmakla geçirmişti. Ama kız Prens Maerys'den ilgi bekliyordu. Erkeklerin arasındaki gerginliğin sebebi buydu. Gençlikteki olağan durumlardı. Maerys'in saçına yapışan Lucerys ona tokat atıp bağırdı ama Maerys onun burnuna vurduğu zaman sandalyesine geri düşecek gibi olmuştu. Kıyafetlerini çekiştirerek bir it dalaşı sergiliyorlardı. Bulundukları odada onlara eşlik eden diğer iki kişi, iki prens yüzünden sıkıntıyla nefesini üfledi. İçlerinden birisi Mhyra'ydı.

"Hemen durmazsanız birinizi ahıra, diğerini de domuz çamuruna atarım!"

Masanın dibinde beliren Mhyra'nın hızlı müdahalesi gecikmemişti. İkiz kardeşi Maerys'i yakasından tuttuğu gibi sandalyesine yapıştırdı. Luke'un da göğsünden itmişti ve ikisi de artık yerlerinde oturuyordu. Masadaki taş havuzu gözle görülüyor, Prenses'in ne sebeple kızdığı anlaşılamıyordu. Fakat genç Mhyra ateş saçan iki farklı renk gözleri ile prenslerin hareket etmesini dahi engellemişti.

"Bir kız için kavga etmeye başladınız yani. Harika!"

"O başlattı!" diye bağırdı Maerys.

"Hayır, asıl sen başlattın!" dedi Luke.

Şöminenin önünde uzanan Jacaerys, kardeşine ve kuzenine gülüyordu.

"Eğer sesinizi duyacak olursam geri kalan hayatınıza yüzünüzde benim armağan ettiğim çiziklerle devam etmek zorunda kalırsınız." diyerek bağırdı Mhyra. Bir ayağını da zemine vurmuştu. Kızın tepkisi iki prensi de ürküttü. "Oyuna geri dönün hemen!"

Maerys ve Lucerys anında sakinleşti. Masanın üzerinden tokalaştılar ve hiç vakit kaybetmeden satranç taşlarını dizmeye başladılar. Mhyra yanlarında durduğu sürece sessiz kaldılar ancak kız şömine başındaki yerine dönerken iki prens kavgalarını unutup prenses ile fısıldayarak dalga geçmeye devam ettiler. Kıkır kıkır gülüyorlardı.

Harrenhal'da gece yarısıydı. Strong evindeki misafirlikleri bir haftadır devam eden Targaryen ailesi, akşam yemeği sonrasında kendi köşelerine çekilmişti. Lord Harwin Strong, Tully ve Blackwood hanelerine yapacağı ziyaretler için yola yemekten sonra çıkmıştı. Prens Daemon Targaryen ve büyük kızı Prenses Daena Targaryen adama eşlik ediyorlardı. Eşleri kaleyi terk eden Prenses Rhaenyra ve Mhyris Targaryen yeni yapılan salondalardı. Onlara bebek Iris eşlik ediyordu. İki kadının sohbetleri koyuyken, haylaz çocukları Prens Jacaerys'in odasında vakit geçiriyordu.

Yeniden şömine başına dönen Mhyra, geceliğinin eteğini tutup yerdeki kaba kaba yastıkların üzerine uzandı. Yine Jacaerys ile okudukları kitaba bakmış, ablası gibi henüz kadınsı bir tarafının olmaması yönünde sıkıntısına devam etmişti. Az önceki siniri biraz bundan dolayıydı. Harrenhal'da geçirdiği bir hafta boyunca prenslerin hepsi genç kızların peşinde dolanmıştı. Mhyra'yı ise peşlerine gölge olan sinir bozucu bir tavşan gibi görmüşlerdi. Prenses bu yüzden kızgındı. Ama Jacaerys'in kitap okuma teklifini geri çevirmedi. Ona kendi çantasından Eski Valyria'ya ait bir hikaye kitabı getirmişti. Kedisi Leydi Pearl, Jacaerys'in yatağında yer edinmişti ve onları izliyordu.

"Ateş büyücüleri kısmında kaldım." dedi Mhyra. Yüzüstü uzanıp kitabın sayfasını çevirdi. Valyria dilini çok iyi biliyordu. Babası onun doğuştan bir yeteneğe sahip olduğunu söylerdi hep.

"Telaffuzum hâlâ berbat." dedi Jace. Taş duvara yaslı duran demir sopayı alıp şöminedeki odunları düzeltti ve ateşin düzgün yanmasını sağladı. Ne zaman üstadlardan ders alsa, kendini yetersiz hissederdi. Çenesini ellerine yasladı ve Mhyra'nın çevirdiği sayfaya baktı. "Ama sen güzel okuyorsun."

"Her gün çalışman lazım."

"Sanırım kılıçları tercih ediyorum."

"Aklın olmadan kılıç kullanmak bir işe yaramaz, Jace. Okumalısın." dedi Mhyra. Kitabı onun önüne itti. "Hadi! Gelecekte kral olacaksın. Jaehaerys'in yolunda olursan işin kolaylaşır. Biraz okumalısın."

Jacaerys itiraz etmeden anlamlarını tam olarak bilmediği Valyria dilindeki hikâyeyi okumaya başladı. Mhyra onu dinliyordu, tatlı bir tebessümle. Bir eli çenesinin altındaydı. Şömineden ateş ışığı yüzüne vuruyor, gözleri iki farklı renkte parlıyordu. Gümüş saçlarında bukle bukle tutamlar vardı. Jacaerys'i izlerken kalbi tatlı tatlı atıyordu. Ama bu hâlini belli etmemeye çalışmaktan yana baskın bir tarafı da vardı. Nasıl davranacağını şaşırıyordu. Eğer ona karşı gelişen ilgisi açığa çıkarsa Jace'i babasının elinden alamazdı. Ama onu çok kıskanıyordu. Daha bu sabah bir kıza kötü kötü bakmaktan yana kendi hislerine engel olamamıştı.

"Sence nasıl bir kral olurum?"

"Ne?" Mhyra dalgınlığına son verdi.

"Annemden sonra diyorum. Demir Taht beni kabul eder mi?" diye sordu Jacaerys. Sayfanın köşesi ile oynuyor, arada bir çekingen bakışları Mhyra'yı buluyordu.

"Neden etmesin ki? Vârisi sensin."

"Bazı kralları öldürmüş hani. Bazen uygun olup olmadığımı düşünürken buluyorum kendimi."

"Maegor'u öldürmüş, evet. Ama onu nasıl tanıyoruz?"

"Zalim olarak."

"O kötü bir adamdı. Haksız yere bir sürü insanı katletti. Demir Taht onu öldürmekte haklıydı yoksa hiçbirimiz bugün burada olamazdık, değil mi?"

Jacaerys, kızın yetişkin gibi yanıt vermesini izlerken gülümsüyordu. Onaylar gibi başını salladı ve kitap sayfasını değiştirdi.

"Senin zalim olacağını sanmıyorum." dedi Mhyra. "İyi bir kalbin var."

"Kızıl Kale'de yaşıyorken, Aegon bir kere bana aptal bir kral olacaksın, çünkü aptallık edecek kadar iyisin demişti." Jace hoşnutsuz bir ifadeyle konuşmuştu. Gözleri Mhyra'yı buldu. Kızın kaşlarını çattığını fark etmişti.

"O ilk önce içmekten büyüyen götüne baksın!" diyerek aniden parladı genç kız. Prens Jacaerys kahkaha atmıştı.

"Sakinleş, vahşi tavşan!"

"Bana bir daha tavşan dersen seni de şu ikisi gibi..." derken masada oturan kardeşini ve Luke'u göstermişti. "...bir ahıra kilitlerim, Jace!"

"Ama tavşanlar sevimli olur. Sana o yüzden tavşan diyoruz." diyen Jace, kendini Mhyra'nın tokatlarından en hızlı şekilde korumaya çalışırken sırt üstü düşmüştü ve kızın ellerini tutup durdurmaya çalışıyordu. Ama Mhyra dizlerinin üzerine kalkmış, ona birkaç tane daha geçirmek için ellerini bir o yana bir bu yana savurmuştu.

"Tavşanlar avlanır, seni salak! Beni kimse avlayamaz."

Şöminenin önünde Mhyra'dan hem korunmaya hem de onu tekrar öfke içinde bırakmaya çalışan ve bundan bir hayli keyif duyan Jace'in seslerine, masadaki oyunlarını bırakmış Luke ile Maerys'in tezahüratı karışmıştı ve ikisi de Mhyra'yı tutuyordu. Gürültü ettiklerini biliyorlardı. Luke masaya vuruyor, Maerys satranç taşlarını peş peşe birbirine vuruyor, yataktaki kedi miyavlıyor ve Mhyra her fırsatta ona vuruyordu.

Çocukların sesi koridora kadar ulaştı. O sırada kucağında Iris ile birlikte oda kapısına varmış olan Prenses Mhyris, oğlanların sesinden dolayı Mhyra'nın yine bir şeyler yaptığını anlamıştı ve muhafızlar ona hemen kapıyı açtılar. Kızıl Prenses hiç şaşırmamıştı. Mhyra yerdeki Jacaerys'e vurmaya son verdi ve annesine bakarak sırıttı. Jacaerys de hemen oturur şekle gelmişti. Masa oyunu oynayan ikili ise az önce onlar bağırmıyormuş gibi önlerine dönük oturuyordu. Sadece Leydi Pearl'ün bir şikayeti vardı. Yataktan yere atlamıştı ve Mhyris'in ayakları dibine gelerek ona miyavladı. Muhtemelen çocukları şikayet ediyordu.

"Kavganız bitti mi?"

"Jacaerys'e kendisini savunmasını öğretiyordum, anne." dedi Mhyra. Geceliğinin omzunu düzeltip yerden kalktı ve Jace ile birbirlerine yandan bir bakış attılar. İkisi de gülüyordu.

"Eminim öyledir." dedi Mhyris. Kızı yanına koştu ve yerdeki kedisini aldı. Mhyra'nın kucağındaki Leydi Pearl ile Mhyris'in kucağındaki uykulu Iris'in anlamsız iletişimi gözlerden kaçmıştı.

"Hepiniz yataklara, hadi!"

"Anne hayır!" Maerys biraz daha masa oyunu oynamak için Lucerys ile Kızıl Prenses'e yalvarıyordu.

"Onlara ben göz kulak olurum." dedi Jacaerys. "Uslu olurlar. Zaten burada uyuruz."

Maerys ve Lucerys uslu olacaklarına dair söz veriyorlardı. Mhyris onların keyfini bozmak istemediği için çabuk pes etmişti.

"Pekâlâ, gürültü yapmayın ama."

Kızları ve sessiz kedileri ile odadan ayrılan Mhyris sözünün dinlenmeme olasılığını biliyordu. Nitekim haklıydı. Oğlanlar o gece epey gürültü yapmıştı. Yorgunluktan uyuyakalana kadar hiç dikkatli olmadan güreş tutmuşlar, oda içindeki birkaç heykeli kırmışlardı ve kazanan genelde Jacaerys olmuştu. O da çenesindeki morlukla galibiyetini alabilmişti.

****

Dorne topraklarındaki Kalaslı Kasaba, içinde yetim çocukların barındığı bir mülk saklıyordu. Gerçek bir şehre en yakın yer burasıydı. Güneş Mızrak'ın eteklerinde, Essos diyarından ticaret için gelen gemilere açılan genişçe bir limana sahip olan bu kent; Dorne'daki en kalabalık yerleşim yeriydi. İçindeki insanların yarısı Dorne'lu ise bir diğer yarısı da ticaret için gelen Essos'lu her çeşitten insandı. Baharat pazarları ve diyarın geri kalanında çok nadir elde edilen egzotik birçok meyvenin satılıp alındığı tezgahları vardı. Duvar halısı, boyalar, çeşit çeşit süs eşyaları ve her kadının gözlerini kamaştıran takılara da buradan ulaşılabiliyordu.

Westeros'un geri kalanından çok daha farklı bir yerdi Dorne. Prens Daerys'in yola çıktığından beri hem yedi inancı için kurulmuş septleri hem de kırmızı tapınakları görmesi onu şaşırtmıştı ve bu çöl insanlarının arasında, ejderha kanından dolayı ona karşı düşmanca hisler besleyecek binlerce insan olsa da, Daerys garip bir şekilde keyifliydi. Westeros'u her zaman sıkıcı bulmuştu ve nereye gitse, aynı bağnaz fikirlerin etkin oluşu onu bunaltırdı. Ancak bu bölge; güneyin en uç noktası ve diyar için bir düşman olan Dorne toprakları aslında bir ejderhanın ini kadar sıcak ve hayat doluydu. Güneşte yanmamış beyaz teni pelerinin altında saklı kalıp korunurken, Prens Daerys Targaryen, ona yol gösteren prensesi izliyordu.

"Çölü nasıl buldunuz, Prens Daerys?"

"Sıcak." dedi Daerys.

Dorne'un gündüz güneşi, Daerys'in yanında yürüyen Prenses Aliandra kadar kavurucuydu. Gece geldiği için güneyin sıcağını tam olarak keşfetme şansını bulamamıştı ancak gündüzün keskin ışığı tepede görüldüğünde ve Prens Daerys dışarıya adım attığında, Cannibal'ın sanki tüm bu topraklara nefesiyle cehennemi yaşattığını bile sanmıştı. Nefes almak başta inanılmaz zordu. Sürekli su içiyor, serin havaya alışkın teni kavruluyordu. Ejderhalar ile bir bütün olsalar da, Eski Valyria'lı ataları volkanik dağların yamacında yaşamış olsa da; yeni Targaryen'lerin alışkın olduğu hava, daha kuzey-batı sıcaklığına aitti. Dorne ise ejderhanın boğazında yaşamak gibiydi.

"Biraz daha su ister misiniz?" diye soran Prenses Aliandra, bakışlarını yoldan ayırmıyor olsa da dikkatini Prens Daerys'in üzerinde tutuyordu. Onlara eşlik eden askerler peşlerinde yürüyor, onları Aliandra Martell'in keyfi yönlendiriyordu. Genç kız her defasında yalnız başına buraya gelir, halktan biri gibi kılık değiştirerek her deliğe girerdi. Özgürlüğü önemliydi. Fakat bugün misafirlerini gezdirmek için peşindeki askerlere katlanıyordu.

"Hepsini içmedim mi zaten?" Prens Daerys'in dudakları kurumuştu daha şimdiden. Prenses'in ise henüz suya ihtiyacı bile olmamıştı. "Yürüdüğüm her adım için bir matara su bitirdim."

Aliandra gülüyordu.

"Sizce ne kadar sürede çöle alışırım?"

"Alışık olmamanız tuhaf. Ejderhaya binen birisi için çok sızlanıyorsunuz. Sıcağa alışkın olduğunuzu sanmıştım ama görüyorum ki değilsiniz."

"Çünkü ateşin tadına hep başkaları bakıyor, prenses."

"Ama yöneten sizsiniz." dedi Aliandra.

Beyaz örtüsü kahverengi saçlarında ve esmer teninde parlayan prensese bakıyordu Daerys. Birbirlerine ufak bir imayla gülümsediler. Sonra yola geri döndüler. Kalaslı Kasaba'nın fetih dönemlerinde, Fatih Aegon ve Kara Kız Kardeşi Visenya tarafından ateşle cezalandırılmasının üzerinden yüz yıldan fazla geçmişti ancak Daerys gibiler burada hâlâ düşmandı. Prens'i saçlarını gizli tutması için uyardıktan sonra Prenses Aliandra Martell onun önüne geçti ve öksüzler evine doğru çok yaklaştıklarını söyledi. Septin yanındaki mülkü işaret etmişti. Çocuk sesleriyle dolu çevrelenmiş bir alanı vardı.

"Ona burada çok iyi bakılıyor. Bizzat babam her hafta kontrol edilmesi için bir adamını buraya yolluyor." diyerek önlerindeki kalabalığı yarıp geçmeye devam ediyordu Prenses Aliandra.

Prens Daerys pazarın ortasından zar zor geçtikleri ve güneş tepede keskin ışığı ile parladığı için bunalmıştı. Ama kaybolmasın diye Aliandra ona elini uzattı. Genç kızın geriye uzattığı elini vakit kaybetmeden tutan Daerys, yol boyunca onu takip etmekte artık hiç zorlanmıyordu. Aliandra'nın nazik parmakları ile kenetlenmişti. Tenleri çöl kadar sıcak, siyah ve beyaz örtü altındaki gözleri birbirlerine alışkın olmaya hazırdı. İkisi de birbirleri için oldukça farklıydı. Aliandra'nın gözleri ilk kez Daerys kadar parlak bir adam görüyordu. Onun kurnaz bakışlarını ve sessiz yakınlığını sevmişti. Daerys ise Dorne kızının etkisine kapılmıştı. Kalabalık pazarın ortasından onunla sürüklenirken bile Dorne'da geçirmek için daha çok vakit istiyordu. Nedeni, Prenses Aliandra Martell idi.

"Onu tehdit etmek için kullanacak mısınız?"

Birçok çocuğun koşturduğu mülkün önüne gelmişlerdi. Askerleri gören septalar, kapıları hemen açmıştı ve Prenses Aliandra ve Prens Daerys'in içeriye girmesine izin verdiler. Kıza selam veren septalar yüzünün yarısı örtülü olan kişiyi tanımadıkları için işlerinin başına geri dönerek onları yalnız bıraktılar. Aliandra ve Daerys, çocukların oynadığı bahçeden mülke doğru yürüyordu.

"Muhtemelen." dedi Daerys. Gözleri etrafı dikkatle inceliyordu. Yerdeki çocuklar taş oyunları oynuyor, bazı çocuklar ise septaları delirtiyordu.

"Zarar görür mü peki? Çok sevimli bir çocuk. Canının yanmasını istemem."

"Çocuklara zarar vermem, prenses."

"Asla mı?" Prenses Aliandra tek kaşını kaldırdı. Daerys ise omuzlarını hafifçe oynatıp yanıt verdi.

"Benden büyüdükleri zamana kadar korkmalarına gerek yok. Ama ilerisi için söz veremem."

Aliandra etkilenmemişti. "Kimden çaldın çocuğu peki?"

"Onu söyleyemem."

"Prens Daemon'un piçi mi yoksa? Annen kızdığı için çocuğu buraya mı yolladınız?" diye soran genç kız, alay ederek gülüyordu. Daerys ona eşlik etti.

"Korkunç bir tahmin."

"Neden? Baban sadakatsizlik etmez mi hiç?"

"Anneme mi? Düşünemiyorum bile." dedi Prens Daerys. Onları düşününce komik bir fıkra gibi geliyordu. Sahip oldukları şimdiki hâlleri göz önünde bulundurulursa tabi. Babasının eski hayatına dair de çok öğrenmişti.

"Duyumlarım doğruysa, akıllılık eder. Annene dair çok laf işittim. Cesur ve inanılmaz güzel bir kadınmış, doğru mu?"

"Göz kamaştırıcıdır."

"Sakın Prens Daemon'a söyleme ama babam, Prenses Mhyris ile tanıştıktan sonra bir süre sadece onu düşündü."

"Şaşırmadım." Daerys de en az babası Daemon kadar kıskanç olsa da annesi için duyulan hayranlığa alışkındı.

"Kendisiyle tanışmayı çok isterim."

"İstersen, seni Cannibal'ın sırtında gizlice Ejderha Kayası'na götürürüm. Dorne Prensesi ile tanışmak onu çok mutlu eder."

"Ejderhaya binmek mi?"

"Ben izin vermediğim sürece endişe etmene gerek yok, seni yemez." dedi Prens Daerys. Kahkaha attı. Aliandra onun koluna sertçe vurunca sızlandı.

"Tarih kitaplarını daha dikkatli oku. Sence endişe eder miyim?" Aliandra onun çocuk gibi kolunu tutmasına hiç aldırış etmeden mülke girdi, septaya çocuğun odasını sordu ve Daerys'den daha hızlı yürüyerek ilerledi. Prens onu yakalamak için koşmak zorunda kalmıştı.

Kraliçe Alicent'ın, yeminli muhafızı Criston Cole'dan olma piç oğlu aylar önce iki gölge adam tarafından Dorne topraklarına getirilmişti. Çocuğun adı Bryndon idi. Eski Şehir'de ailesi belli olmayan bir çocuk gibi yetiştirilmesi için septalara emanet edilmişti ve piç olduğundan Bryndon Flower ismini almıştı. Ancak çocuk Criston Cole'a öyle benziyordu ki, Dorne insanlarına kolayca uyum sağlamıştı. Ona burada Bryndon Sand deniliyordu artık.

Prens Daerys ve Prenses Aliandra üst kata çıkıp çocuğun odasını buldular. Küçük yaştaki çocuklar, genç septalar ile birlikteydi. Prenses'i gördükleri an hangisi için geldiklerini anlamışlardı ve Bryndon'u hemen oynadığı yerden alıp onlara götürdüler. Küçük çocuğu tutan septa, Prens Daerys'in sorduğu her soruyu teker teker yanıtladı.

"Oldukça sağlıklı bir oğlan. Hasta bile olmadı." dedi genç septa. Bryndon'un elini uzattığı adama doğru ilerledi ve Daerys başını açıp çocuğa kendisini gösterdi. Septa, gümüş saçlı birini ilk kez burada görüyordu. Şaşırdı.

"Annesinden uzak olduğu için çok iyi bir çocuk olacak." dedi Prens Daerys. Bryndon'u kucağına alıp bir süre onu etrafta gezdirdi. Küçük çocuk, Daerys onu Eski Şehir'den aldığından beridir oldukça mutlu bir ruh haline sahipti. Gümüş saçlı prensi de tanıyordu. Onu dinliyor, henüz konuşamasa bile ona teşekkür eder gibi sarılıyordu. Çünkü Eski Şehir'de ilgiyle bakılan bir çocuk değildi. Hatta Otto Hightower'ın gizli emri ile ona oldukça soğuk tavırlarla bakılırdı. Fakat Dorne'daki septaların sıcak ilgisi bir bebeği bile yumuşatırdı ve Daerys, küçük Bryndon'u anlardı.

Kendisi de Dorne Prensesi sayesinde sıcak bir ilgiye sahipti. Oldukça keyif alıyordu bu durumdan.

Küçük Bryndon'u septalara geri verdi. Daerys çocukla ilgilenirken, Aliandra ortalıktan kaybolmuştu. Prens onun nerede olduğunu bulmak için mülkün tüm katını gezdi ama her girdiği oda ona başka çocukları ve septaları verip aradığını bulmasını engellemişti. Bir septa yoluna çıkıp prensesin alt kata indiğini söyleyene kadar Prens Daerys onun gittiğini bile düşünmüştü. Fakat merdivenlerden indiğinde Aliandra'yı bir grup çocukla oynarken buldu. Kız onları kovalıyor, çocuklar kaçıyordu. Daerys de onlara katıldı. Onun katılışı ile yetimhanenin giriş katında çocuk çığlıkları duyulmaya başladı. Çünkü Daerys yakaladığı her çocuğu havaya kaldırıp ejderhası olduğunu söylüyor ve onları korkutuyordu.

"Beni yiyecek!" diye bağırarak kaçtı bir erkek çocuğu. Koşup Aliandra'nın arkasına saklanmıştı. Prenses, çocuğa, gümüş saçlı kişinin boş konuşan bir sahtekar olduğunu söylerken eğlendi.

Daerys alınmış gibi davrandı.

"Hepiniz onu kovalarsanız sizden çok korkar." dedi Prenses Aliandra. Etrafı çocuklarla çevrili iken hepsini Daerys Targaryen'in üzerine salmaya hazırdı. "Beyaz adamı yakalayan ilk kişiye bir kese dolusu altın vereceğim." diyerek yetimhanenin içinde avı başlattı. Bir düzine çocuk, Daerys'i kovalama işine kapılarak prensin peşine düşmüştü.

Prens Daerys oyuna uyum sağlayarak kaçmaya başladı. Prenses Aliandra ise onlara gülüyordu. Çığlıklar yükseldi.

Daerys kaçarken oradan oraya zıpladı ve çocukları yormaktan ziyade oyunu durdurmak için bağıran septaları çok uğraştırmıştı. Odalara giriyor, etrafın dağılmasını sağlıyor, sonra da ellerine geçmemek için çocukları merdivenler boyunca çıkmasınlar diye zorluyordu. Uzun zamandır böyle eğlenmemişti ve merdiven boşluğuna zıplarken, onun peşinden isyan eder gibi bağıran tüm çocuklara meydan okumaya devam ediyordu. Merdivenlerin yarısındaki çocuklar aşağıya yeniden inmek için birbirlerini iterken, Daerys saklanma derdine düşmüştü. Önüne çıkan genç septaya çarpmaktan kıl payı kurtuldu. Onu geride bırakıp bahçeye koşmuştu ki, kuytu köşeden çıkan bir el Daerys'i tuttu, hızlıca çekerek odaya aldı, kapı kapandı ve bağıran çocuklar prensin nerede olduğunu bulmak için bahçe kapısından çıktılar.

Pencerenin kenarındaki duvara sırtı çarpan Prens Daerys, kapıyı kilitleyen Aliandra Martell'e gülümserken nefes nefese bir haldeydi. Koşmaktan dolayı saçları alnına yapışmıştı. Düzeltti.

"Küçük yaratıkları önce üzerime salıp sonra da beni kurtarıyor musun?"

Aliandra ona döndü. "Eğlenceliydi."

"Tabi, bir de bana sor." dedi Daerys. Pencerenin yanındaki soluklanırken, göz ucuyla dışarıya bakıp çocukların nerede olduğunu anlamaya çalışmıştı. Hepsi dışarıda onu arıyordu. Prensin saklanma isteği onu pencereden biraz uzaklaştırmıştı. Kapının yakınındaki duvara yaslı duran Prenses Aliandra onu izlerken, Daerys kıza yaklaştı ve karşısında durdu. "Ne zaman kaleye geri döneceğiz?"

"Benden hemen sıkıldın mı?" diye sordu prenses. Saçlarını örten beyaz tül omuzlarını kapatıyordu. Aliandra örtüyü yavaşça yüzünün yarısını gizli tutmak için kullandı. Sürmeli gözleri Daerys'i ilgiyle izliyordu.

"Daha önce senden sıkıldığını dile getiren bir adam oldu mu?"

Aliandra başını iki yana salladı.

"Bir kişi bile mi?"

"Dorne erkekleri cesurdur ancak bir prensesi görünce cesaretlerini hemen unuturlar."

"Herhangi bir prensesi mi?"

"Sadece beni." dedi Aliandra. Gizlenen yüzünün güldüğü belliydi. Örtüsünün altındaki dudaklarından firar etmeye hevesli nefesi yüzünden tül hareket ediyordu. Üzerine doğru gelen Prens Daerys'e karşı tavrını hiç bozmadı ve onu bekledi. Daerys ne zaman ki ona ulaşmak için son adımını attı, prenses ellerini prensin göğsüne koyarak daha fazla yaklaşmasını engelledi. Cazibesi, güneş kadar sıcaktı. "Tekrar sorayım. Sana eşlik etmemden sıkılmış olabilir misin, Daerys?"

Daerys, prensesin çizdiği ufak sınıra uymuştu ancak ellerini Aliandra'nın iki yanına uzattı ve duvara yaslayarak onu kollarının arasına aldı. "Resmilik aramızdan çekildiyse eğer hayır." dedi prens. Burnuna, Aliandra'ya ait yoğun bir çiçek kokusu gelmişti, yada meyve bahçesi boyunca koşmuş gibi bir koku idi. Tatmaya yeni fırsat bulduğu kan kırmızısı Dorne şarabı kadar tatlı ama bir o kadar da sertti.

"Genç leydilerin seni çok sevdiğini duydum."

"Kulakların her yeri duyuyor demek ki." Prens gülümsüyordu. Aliandra'nın tül peçesi altındaki dudaklarının hafif bir titreme ile aralanışını izlemişti ve onu taklit etti. "Sence haklılar mı?"

"Westeros'un batısı zevksizdir." dedi Prenses Aliandra. İnce parmaklarını yavaş yavaş Daerys'in boynuna doğru yönlendirdi. "Ama ilk kez onlara hak veriyorum sanırım."

Daerys'in duvardaki ellerinden biri prensesin omuzlarına indi. Genç kızın pelerini ile örtülü çıplak omzunda bir süre parmağını gezdirdi.

"Lannister kızlarının altın saçları için çok sayıda şövalyeyi öldürdüğünden eminim."

"Lannister kızlarına katlanamıyorum aslında." Daerys onun gözlerinde ufak bir kıskançlık kırıntısı aradı ama genç kız sakindi. Ela gözlerinde sadece çöl güneşinin etkisi, parlaklığı ve sıcaklığı vardı. Daerys'in mest oluşu her geçen saniye artıyordu.

"Neden?"

"Kolay tahmin edilebilirler çünkü."

Aliandra bu cevabı çok sevmişti ve parmakları Daerys'in boynunda bir süre dolaştı. Sonra çenesinde bekledi. "Benim hakkımda bir tahmin yapmak ister misin?" diye sorarken parmağını Daerys'in dudağında yavaşça gezdirdi.

"Benim öldürme ihtimalin var, değil mi?"

Aliandra'nın göz kenarları kırıştı ve gülümsemesi, tülden peçesi altında hiç olmadığı kadar belirdi. "Demek ki ben de kolay tahmin edilebiliyorum."

"Ya da ben şanslıyım." dedi Daerys. Hâlâ dudaklarının üzerinde gezen Aliandra'nın parmağına ani bir ısırık bırakarak kızın kahkaha atmasına sebep oldu.

"Seni öldüreceğim için mi?"

"Birazdan beni öpeceğin için."

Aliandra'nın gülüşü dağılmadı ancak dingin bir sessizlik çökmüştü üzerine. Genç prense dikkatlice bakıyordu ve kısık bir sesle konuştu. "Hayır, bunu sen yapacaksın."

"Yapabilir miyim?"

"Yeterince cesursan." dedi prenses.

Daerys Targaryen henüz Dorne kızını tanımadığı için cesaretini her yerde gösterebileceğini sanıyordu ve yaptı. Ellerini duvardan çekti. Son adımını Aliandra'ya doğru attı ve genç kızın yüzünü örten tül parçayı yavaşça açtı. Prensesin dolgun dudakları nemliydi, hafifçe aralık duruyor ve nefesindeki düzensizliği yansıtıyordu. Gözlerinde ise meydan okuma vardı. İstiyordu ve Daerys'e biraz daha cesaret vermekle ilgili oldukça cömertti. Göğsü, prensin göğsüne yaslandı. Dudaklarını sundu.

Öpüşmeleri, yetimhanede yaşanması sakıncalı bir tutkuyla doluydu. Eğer bir septa onları yakalasaydı, mutlaka zinayla suçlanırlardı.

*

Etrafındaki onlarca yetişkin adamın kahkahaları ve kaba sohbetleri Daena Targaryen için artık katlanılamazdı.

Babası Prens Daemon ve Lord Harwin Strong ile birlikte buraya gelmektense abisi Daerys ile Dorne'a gitmeyi daha yeni yeni çekici bulmaya başlamıştı. Merakı yanlış karar vermesine neden olmuştu ve şimdi de cezasını çekmeye mecburdu. Oturduğu köşede rahatsız bir ifadeyle kıpırdandı ve soğuk içkiyi yudumlamaya devam etti. Blackwood ve Tully hanesinin ortak düzenlediği domuz avındalardı. Harrenhal lordu olduğu için Harwin Strong'u da davet etmişlerdi ve Harwin, misafirlerinden Prens Daemon'a gitmeyi teklif etmişti. Blackwood hanesini duyan Daena da babasına yalvarıp onlara katılmıştı ve şimdi de ormanın ortasında bağırarak konuşan nehirli adamları dinliyordu.

"Bu diyarda nice krallar gelir, geçer. Ama hiçbiri Blackwood hanesinden Bracken nefretini alamaz." dedi Lord Grover Tully. Kahkahası gür, saçları kahverengimsi ve kızıl bir adamdı. Elindeki sürahiden içtiği birasının yarısı toprağa dökülüyordu. Çadırın önündeki koltuğunda yayılmıştı.

Daena, adamların kahkahasına eşlik eder gibi göründü ama sadece ufacık bir tebessüm vardı yüzünde. Babası Daemon'un koluna yaslandı ve içinde bulundukları ormanı izlerken kulağı adamların gür sohbetlerini dinlemeye devam ediyordu.

"Benimle uğraşma gününde misiniz, Lord Grover?" diye soran Blackwood hanesinin başı Lord Samwell, bıkkın bir ifadeye sahipti. Harwin Strong ile yan yana oturuyorlardı. Bu tuhaftı bir bakıma. Çünkü Samwell Blackwood, uzun yıllar önce Prenses Rhaenyra Targaryen için talip olan şu çocuk yaştaki adaydı. O gün bir Bracken'ı öldürerek evine geri dönmüştü.

"Toprak kavganız bizi meşgul ediyor çünkü, lordum."

"Balık hafızalı olduğunu sanıyordum. Kavgaları hatırlamak için fazla yaşlı değil misin?" Lord Samwell'in tepkisi, Prenses Daena için her an başlamaya hazırlanan bir kavganın giriş gibiydi. Fakat adamlar onu şaşırtmıştı. Hepsi, özelliklede Tully hanesinin yaşlı lordu kahkaha krizine girmişti. Adamların her biri Lord Grover'in yaşlı oluşu ile ilgili espri yapmaya başladı.

Daena şaşkınca kaşlarını kaldırdı ve babasına doğru fısıldadı. "Çok garip. Neden birbirlerinin kafalarını kırmak için kavgaya tutuşmadılar?"

"Nehir adamları kaba esprileri sever. Yeterince bira içmişlerse, onlara ağır sakalları ile ilgili hakaret etmeye bile fırsat bulabilirsin. " dedi Daemon. Ve kızının başına öpücük bırakıp sohbeti izlemeye geri döndü. Elleri avladıkları domuzlardan dolayı çamur içindeydi.

Genç kızın ilgisi sohbete karşı artmış, çadırların gerisinde toplanan Tully ve Blackwood hanesinin kadınlarını da fark etmişti. Onlara doğru baktı kısa bir anlığına. Ateşin üzerine kocaman bir kazan koyuyorlardı ve içlerinden bazıları Daena'ya doğru arada sırada bakıyor, sonra kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Prenses utangaç değildi ama henüz aralarına karışmak istemiyordu. Çamur olmuş pantolonu ile ilgilenirken adamları dinledi.

"Ben gereken ara buluculuğu yaptım." diyordu Lord Harwin Strong. Onunla aynı anda Daemon Targaryen ve Lord Grover Tully de onaylamıştı. "Cregan Stark rica etti ve sizinle tanıştırdım."

"Keşke sadece bizimle tanıştırsaydın, Harwin." dedi Lord Samwell. "O uyuz Bracken'lar her yerde laf ediyorlar."

"Demek ki en güzel kızınız değilmiş, Samwell. Şansına küs!" Lord Grover Tully'nin yaşlı çenesi durmuyordu ve Samwell Blackwood'u sinirlendirdi.

"Cregan'ın kuzeni yan çizdi!"

"Siyaha bürünebileceğini duydum. Bu yüzden evlenmek istememiştir." deyip gerilen ortamı yumuşatmaya çalışan Lord Harwin Strong, Prens Daemon'a kaş göz işareti yapıp destek istedi ama Daemon Targaryen dürüst adamdı.

"Muhtemelen kızı beğenmedi." dedi.

Lord Grover'ın kahkahası civardaki tüm kuşları kaçırmıştı. Oğlu ve dört torunu da ona eşlik ediyordu, bir de Daemon.

Prenses Daena'nın gözleri ise yeniden uzaktaki kadınlara doğru döndü, ona kötü kötü bakan biriyle göz göze geldi. Kahverengi saçlı kız yüzünü acele ile başka yöne çevirmişti ama Daena'dan kaçamamıştı. Adı Marianne idi. Genç prensese bakışının bir sebebi vardı ve Daena o sebebi biliyordu. Brandon'du.

Buraya gelişindeki merak, Marianne Blackwood'u yakından görmekti. Bir çeşit kıskançlık vardı işin içinde. Ama Daena Targaryen bunu kabul etmezdi. Sör Brandon Stark'ın evlenmeyi kabul etmediği kızı görmek istemişti. Neden olduğunu merak ediyordu ama kime sorabilirdi ki? Brandon'a mı? Onunla aylardır hiç karşılaşmamıştı ve zaten istemiyordu. Ya da öyle olduğundan çok emindi. Daena Targaryen'in yaşı, ne istediğini bilmediği bir döngüdeydi ve sıkıştığı yerden tecrübesi olmadan çıkamayacaktı.

Ama sohbetten kurtulabilirdi.

Lord Grover ile Lord Samwell'in laf dalaşına tutuldukları sırada, Daena babasına haber verip yerinden kalktı ve ateş başındaki kadınların yanına doğru yürümeye başladı. Öğle havası Nehirova'da serindi. Binici giysilerini biraz daha kalın giyinmeyi istemişti. Dal parçasına bastığı sırada, onu fark eden bazı leydiler yerden kalktılar ve selam verdiler. Daena kibarca karşılık veriyordu. Yardımcı olmak istediğini söyleyince, başta prenses olduğu için kendisini yormamasını isteyen birkaç Tully leydisi olmuştu. Fakat Daena çok ısrarcı davrandı. "Beni Kraliçe Alicent ile karıştırmayın. Ellerimi kirletmeyi severim." demişti. Genç prensesin bu samimi tavrı çoğu leydiyi yumuşattı ve çok geçmeden Daena Targaryen'in dostu gibi onunla dedikodu yaparak, kazandaki yahniyi karıştırarak ve ne kadar süredir ejderha binicisi olduğu hakkında sorular sorarak kızı meşgul etmişlerdi. Daena çabucak kaynaşırdı. Şimdiden birkaç Tully leydisi ile dost olmuştu. Fakat ateşin başında vakit geçirdiği sırada, Marianne Blackwood karşısında duruyordu. İki kızın bakışı arada bir buluşuyor, selam verdikten sonra başka yöne bakmayı seçmekten yana davranıyorlardı.

"Nişanlınız var mı, prenses?" diye soran, Lord Grover Tully'nin genç kızıydı. Babasının av sırasında epey yırtılan ceketini dikiyordu bir köşede.

"Uzun bir süre olmamasını umarım."

Kızlar gülüyordu.

"Bence uzaktan daha yakışıklılar." diyerek devam etti Daena. Kazanda kaynayan yahniyi karıştırmak için genç leydiden kepçeyi aldı. Ağır işleri seviyordu. "Sizlerin var mı?"

"Geçen ay evlendim." dedi Blackwood hanesinden bir kız. Örgü ören leydiye yardım ediyordu. "Haklısınız, prenses. Uzaktan daha yakışıklıydı ama şimdi çekilmez bir adam oldu."

Ona hak veren mırıltılar duyuldu.

"Beni korkutmayın!" dedi bir başka leydi. Kumral saçları beline kadardı. "Daha yeni nişanlandım. Evlilikten korkmak istemiyorum."

"Ama korkmalısın." Yanıt ağaçların dibinde tembellik eden bir kızdan gelmişti. Ona hemen bir başkası dahil oldu.

"Bekaretimi isteyen bir şövalye henüz çıkmadı. Çok şanslıyım kızlar."

Hep bir ağızdan kahkaha attılar.

Taşıdığı dal parçaları ile uzun boylu Alysanne Blackwood, ateşin yanına gelerek hepsini yere bıraktı. Kızların sohbetine dahil olmuştu. Bir yandan ateşe yeni dal parçaları atıyor, diğer yandan konuşuyordu.

"Sizi bilmem ama ben bekaretimi çoktan kaybettim." dedi. Leydilerin şaşkın uğultuları yükselirken, Daena merakla ilk kez karşılaştığı genç kıza bakıyordu. Alysanne Blackwood son dal parçasını da atıp ayağa kalktı ve kiminle sorusu soran kızlara cevabını verdi. "At binerken, sizi aptallar!"

Kızlar ona laf ederek işlerine devam ediyorlardı. Sadece Daena, Alysanne'e epey gülmüştü. Yan yana durdular ve sohbete başladılar.

"Bir prenses için fazla kirlisin."

"Bu temiz hâlim aslında." dedi Daena.

"O halde Nehirova'yı daha sık ziyaret etmelisin. Burada her gün at bineriz. Tabi, ejderha kadar heyecanlı değildir ama idare ediyoruz."

"Kuzgunağaç kalesine davet edersen neden olmasın."

Leydi Alysanne Blackwood istekliydi. Mutlaka gelmesini istedi ve Daena'nın sözünü aldı. Prensesten her anlamda büyük biriydi. Boyu uzun, bedeni çok zarif bir incelikteydi. Siyah saçlarına yakışan bukleleri vardı. At binicisiydi. Çok iyi ok kullanırdı. Daena'ya ilgisini anlatınca daha iyi anlaştılar. İkisinin de ok ile yay en yakın dostlarıydı ve benzer fikirlere sahiplerdi. Kara Aly lakaplı Alysanne ve Prenses Daena; bekaretlerini yatakta değil, savaşta at binerken kaybetmeyi tercih ederlerdi. Ortak yanları onları yakınlaştırmıştı. Laf lafı açtı. Sonunda Stark hanesine geldi. Leydilerden uzaklaşmışlardı ve etrafta dolaşıyorlardı.

"Marianne çok heveslenmişti." dedi Leydi Alysanne. Kız kardeşinin hayal kırıklığına uğraması onu kızdırırdı. Nehir adamları ne güne duruyordu? "Brandon Stark'ı görünce hepten aklı uçtu gitti. Kuzeye gitmeye istekli bile değildir normalde. Ancak adamı baya beğenmişti."

Daena sessizce dinliyordu.

"Kaleye nişan ziyaretine geldiler ve her şey iyi gidiyordu, Brandon Stark hariç tabi. Fazlasıyla ilgisizdi. Lord Cregan Stark konuşan taraftı. Akşam yemeği yenildi, nişan planları yapıldı ama sabah olduğunda Brandon Stark gitmeye hazırlanıyordu. Avluda Lord Cregan ile epey kavga ettiler. Hatta bir ara askerlerimiz aralarına girmişti."

"Birden mi vazgeçti yani?" diye soran Daena, parmakları ile oynuyordu. Ne yanıt alırsa iyi hissederdi acaba?

"Bence nişanı hiç istememişti."

"Öyle mi diyorsun?"

"Lord Cregan ile kavga ettiği sırada duyduk. Kalbinde başkası varmış." Leydi Alysanne'in bakışları, imayla prensese bakıyordu. Daena gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.

"Gece Nöbetçileri'ne katılmak için evlenmediğini duymuştum. Abim ile yakın arkadaşlar. O söylemişti." diye bir şeyler geveledi Daena. Ama yanıtı biliyordu, o da Alysanne de.

"Senin adını duyduk hepimiz."

"Ne?"

"Brandon Stark, lord ile kavga ettiği sırada senin adını söyledi. Evlenmek istememiş olmasının sebebi sensin."

Daena duraksayınca, Alysanne ona döndü ve gülümsedi.

"Marianne bu yüzden sana kötü kötü bakıyor. Ama aldırma. Kabul etmesi gerekiyor, değil mi?"

"Engel olacak hiçbir şey yapmadım, Aly. Yemin ederim." Daena tuhaf bir heyecanla dolmuştu. Suçluluk muydu bu yoksa başka bir şey mi?

"İnsanların kimi seveceğine karışmak tanrıların işine burnunu sokmaktır, prenses. Bu yüzden Brandon Stark'a neden kızalım ki? Sözler bile henüz verilmemişti. Aksine, ona minnettar kaldım. Evlenip kız kardeşimi mutsuz edebilirdi. Böyle yapsaydı onu yavaş yavaş öldürmem gerekirdi."

Daena onun sözlerine içten bir gülüş ile karşılık vermişti.

"Sen de onunla aynı mısın peki?"

"Bilmiyorum." dedi Daena.

Alysanne başını salladı. Prenses ona ulaşınca yeniden yan yana yürümeye devam ettiler. "Henüz gençsin. Daha karşına çok adam çıkar."

"Sayıları arttıkça sorun oluyor ama."

"Değil mi!?" Alysanne'in kahkahası ormanda yankılandı. "Haklısın. Ne kadar az, o kadar huzur."

Bir prenses, iki talip.

Daena'nın durumu tam olarak buydu.

Kabul etmiyordu henüz ama ikisini de düşünüyordu.

*

Güneş yerini ay ışığına bıraktığında, Güneş Mızrak'ın yemek salonu Prens Daerys Targaryen'in misafirliği adına hazırlanmıştı. Dorne'un meşhur kan kırmızısı şarabı kadehlerdeydi. Türlü türlü egzotik meyveler, kokusu salon boyunca yayılan et dolu tabaklar ve masada Qoren Martell'in çocuklarıyla birlikte sevgilisi de onlara eşlik edip sohbetlerine katılıyorlardı.

Prenses Aliandra Martell, giyindiği kırmızı elbisesi ile Daerys'in hemen karşısındaki yerini almıştı. Gözlerini arada sırada prense kaçamak bakışlar atmak için çeviriyor, daha bu öğlen öpmesine izin verdiği dudaklarındaki şarabı nazikçe siliyordu. Her hareketi Daerys Targaryen için bir zaafiyet idi. Onu büyülemişti. Tabağına biraz daha yiyecek alan Prens Daerys'in de kıza bakmaktan usanmayan gözleri vardı. Aralarındaki mum ışıkları, onlar için var olan ateşin yansıması gibi parlak ve canlıydı.

"Çocukla ilgilendiğiniz için teşekkür etmek istiyorum, Prens Qoren." dedi Daerys. Daima dağınık olan saçlarını taramıştı, siyah giysileri ve babasına ait olan yüzüğü ile Martell hanesinin masasına oturmayı başaran ilk gümüş saçlı prensti.

"Emir büyük yerden gelmişti."

Kızıl Prenses'ten bahsettiği için ailesi ve Daerys, Prens Qoren'in lafına epey gülmüştü. Masanın etrafında hizmetli kadınlar dolaşıyordu, konuk prensin kadehini tazeleyip asıl prenslerinden yana bir köşeye geçip beklediler.

"Ama Dorne'lu bir çocuğun ne işinize yaradığını hâlâ bilmiyorum."

"Aslında yarı Dorne'lu." dedi Daerys. Onu dikkatle izleyen Qoren Martell'in tek oğluna, Prens Qyle'a kısaca bakıp yeniden adama döndü. "Annesi, sizin pek sevmediğiniz Hightower hanesine mensup."

Masadaki Martell ailesinin ve Qoren Martell'in sevgilisi Delonne Sand'in yüzünden belirgin bir tatsızlık ifadesi belirmişti. Daerys bunu fark ettiğinde, keyifle sırıtmaya başladı.

"Ben de neden buraya çabuk uyum sağladığımı düşünüp duruyordum. Meğersem ortak düşmanımızla alakalı bir durummuş."

"Bağnaz Hightower'lara tahammül edemiyorum." diyerek fikrini belirtti Delonne Sand. Prens Qoren'e yakındı yaşı. Siyah ve gür saçları, cazibeli bir tavrı vardı. Fakat belli ki Aliandra onu pek sevmiyordu ve Daerys anlamıştı. Kadın konuşunca, Prenses Aliandra sessizce söylenerek şarabını içiyordu.

"Fırtına Burnu ile savaşıyor olabiliriz ama Hightower ve civar haneler bazı zamanlar daha can sıkıcı oluyor." diye durumu açıkladı Prens Qoren Martell. Savaşı hem fiziksel hem de geleneksel yollarla yapıyordu. Diyarın yarısı için Dorne haneleri sapkın ve günahkardı. 

"Alicent Hightower ile yıllarca aynı kalede yaşadım, Prens Qoren. Nasıl olduklarını çok iyi bilirim."

"Gerçekten herkesi yargılıyorlar mı, Prens Daerys?" diye sordu Prens Qyle. Küçük çocuk ayaklarını sallıyor, yan yana oturduğu misafirlerine merakla birşeyler sormak için hevesleniyordu.

"Hem de nasıl! Ailemin dedikodusunu yapmaya bayılırlar."

Prens Qyle ve Prenses Coryanne, iki küçük çocuk olarak, masada en çok kahkaha atan üyelerdi.

"Neden onları ejderhanın önüne atmadın peki?" diye sordu Prenses Coryanne Martell. Ablasının küçük hali gibiydi. Fakat daha şimdiden koluna engerek işlemeli altından bir takı takıyordu.

"Annem izin vermiyor." dedi Daerys.

"Mhyris Targaryen diyorsa mutlaka yapmalısın." Prens Qoren, ders verir gibi çocuklara söylemişti. Ya da biraz hayranlıktı. Daerys şaşırmadı. Hatta alaya almıştı.

"Bir gün babamla kavga edeceksiniz, Prens Qoren. Erkenden uyarıyorum."

"Yıllar önce Basamaktaşı savaşında neredeyse burun buruna gelecektik. Kazanmasaydı eğer belki şansımız olabilirdi."

"Evet, artık kavga edemezsiniz." dedi Prenses Aliandra. Zarif bir ses tonuyla emretmişti. "Çünkü yaşlandınız. Yaşlı adamlar çenesini yorar, bileğini değil. Haksız mıyım, Prens Daerys?"

"Katılıyorum." Daerys, tabağındaki eti keserken başını sallamıştı. Aliandra'ya bakarken gözleri alev alır diye endişe ettiği bir an olmuştu. Baskılama işini deniyordu. Belki ona bakmaz ise alev almazdı. Yemek masasında zordu bu. Hele ki karşılıklı oturunca. Daerys'in gözleri ister istemez onu bulurdu ve yine öyle oldu. Kadehine uzandığı an mor gözleri, genç kızın ela gözleriyle buluştu. Çarpık tebessümleri vardı. Prenses konuşmaya devam ediyordu.

"Prens Daerys bugün çocuklar ile epey vakit geçirdi. Neredeyse bana bir kese altına mal olacaktı."

"Adil olmayan bir kovalamacaydı."

"Ama kaçmayı başardınız."

"Yardım aldığım için." deyip düzeltti Daerys. Nasıl yardım aldığını da dile getirebilirdi. Aliandra ile bakışlarında sessiz itiraflar vardı.

"İsterseniz yarın yine gideriz."

Dorne Prensesi ile Targaryen Prensi arasındaki kısa sohbeti izleyen Qoren Martell, sevgilisi ile kısaca bakıştı ve sordu "Burada kalmaya devam edecek misiniz, Prens Daerys?"

"Beni kovmazsanız, birkaç gün daha kalmayı düşünüyorum. Limanları ve gölge şehri henüz gezemedim." 

"Bana çok sayıda boğaya mal olacak gibi duruyor."

Daerys gülüyordu. "Ödemesi için iyi bir anlaşma sağlayabilirim size."

Mhyris'in oğlunu göndermekteki asıl amacı daha yeni masaya uğruyordu. Prens Qoren Martell meraklandı. Kızı ve vârisi olan Aliandra Martell'in de kulakları kabarmıştı. Daerys tekliften bahsetti.

"Annem ile görüştüğünüzde, Dorne'u hükümdara bağlamayı reddettiğinizi açıklamışsınız. Sizden bunu istemek için beni yollamadı. Ama müttefikliği konusunda destek bekliyor. Şimdilik değil, Rhaenyra Targaryen'in ilanıyla birlikte diyarın duymasından yana."

"Kraliçe'ye desteğimizi duyurmamızı istiyor. Doğru mu anladım?"

"Evet." dedi Prens Daerys. Konuşmaya devam edeceği esnada aniden boğazı yanmıştı. Öksürmüştü ve devam etti. "Bildiğiniz gibi Kral Viserys'in büyük bir oğlu var. Diyarın yarısı Aegon'un vâris olmasından yana ve Rhaenyra tacı taksa bile isyanlar yaşamamızın ihtimali çok yüksek."

"Diyarın erkekleri kadından emir almayı sevmez." diyerek söylendi Prenses Aliandra. Parmağındaki iki yüzüğü düzeltiyordu. "Kral Viserys'in cesareti beni çok şaşırttı. Hâlâ kızını destekliyor demek."

Prens Qoren Martell ekledi. "Açıkçası Demir Taht'a bir kadının oturduğunu görürsem diyara karşı kötü fikirlerim değişmeye başlar."

"Aynı umudu taşıyoruz."

"Anneniz neden vâris değil, prensim?" diye sordu Delonne Sand. "En büyük çocuk o değil mi?"

"Sanırım gelecekte diyar benim elime geçmesin diye kendi hakkından yana fedakarlıkta bulundu."

Prens Daerys'in alay dolu lafı masada yeniden yükselen kahkahalara sebep olmuştu. Martell ailesine eşlik etmeye devam ederken yine öksürdü. Garipti. Hasta hissetmiyordu ama boğazında tuhaf bir yanma vardı. Şarabından bir yudum aldı ve devam etti.

"Abartmam bir yana, sanırım annem daha özgür bir yaşamı tercih ediyor. Hem kendisi hem de bizim için. Ama Prenses Rhaenyra için sorunsuz bir dönem olması için de yakından çaba sarf etmekte."

"Sonuçta bu bir aile meselesi." diyen Prens Qoren, Kızıl Prenses'in endişe ettiği şeyi anladığını dile getirmişti.

"Hükümdarın el değiştirmesi halinde, Dorne üzerindeki baskıların ve diyar için kanun haline gelmiş düşmanlığın sonunu getirmek istiyoruz. Dediğimiz şu; vakti gelince Rhaenyra Targaryen'i desteklediğinizi diyara duyurursanız, bu hem çevrenizdeki hanelerin gergin bir ruha bürünmesini sağlar hem de Fırtına Burnu ile yaptığınız savaşlara müdahale etmesi için Kraliçe'ye sebep verir. Durdurmak istiyoruz. Daha çok iç savaş görmek bu diyarı zedeler."

Aliandra merakla babasına baktı.

"Yani Kraliçe'ye yemin etmeliyiz."

"Demir Taht'a yemin etmekten ziyade Kraliçe Rhaenyra ile dost olarak özerk bölgenizi korursunuz." dedi Daerys.

"Fırtına Burnu'ndaki savaşın bitmesi beni mutlu eder. Boşuna paramızı ve askerimizi kaybediyoruz. Ama başka bir isteğim var."

"Dinliyorum."

"Konseyde ailemden birinin görev almasını talep edeceğim." dedi Prens Qoren Martell. Genç prensin tepkisini bekledi ve Daerys daha iyi bir teklifte bulundu.

"Güneyin sancaktarı olun."

Prenses Aliandra'nın tek kaşı kalktı.

"Nasıl?" diye sordu Qoren Martell.

"Annemin teklifi bu. Yedi Krallık'ın bir parçası olun ve Kızıl Dağların ardında bulunan haneler size yemin etsin."

"Güney yakasındaki tüm haneler mi?" Prenses Aliandra merakla sormuştu.

"Eski Şehir'e kadar. Bir çoğu Prenses Rhaenyra Targaryen'e karşı duracak düşüncelere sahipler. Güneyde onları baskı altında tutacak bir el gerekiyor. Çıkan isyanları bastıracağınız şüphe duyulmayacak bir gerçek. Hem dost hem de müttefik olmanızı istiyoruz."

Prens Qoren, aldığı mükemmel teklif sonrası, arkasına yaslanmak zorunda hissetti. "Çok cömert bir teklif." dedi. İlk tanıştıklarında kafalarının uyduğu gerçeğini zaten biliyordu. Mhyris'den gelen bu teklif elmas değerindeydi.

"Annemi lanetlediler ve eski tanrılar onlara yanıt verdi. Böyle düşünün."

"Tanrılar sizinle yanıt veriyor, Prens Daerys." Aliandra, Dorne'un gelecek sahibi olduğundan, babasından sonra tüm gücü alarak Kraliçe Rhaenyra'yı daha iyi anlayan bir destek olurdu.

"Seve seve intikamını alırız." diyen Prens Qoren, kadehini Daerys'e uzattı. "Lütfen bu teklifin gerçek olması için uğraşın."

"Daha çok iş yapacağız, Prens Qoren." dedi Daerys. Kadehlerini tokuşturdu.

Akşam yemeğinden sonra Daerys'in yolu doğruca odasına yöneldi. Gece için fazla halsiz hissediyordu. Yemek boyunca öksürüğü devam etmişti ve artık daha belirgin sayılırdı. Prens'in odasına girer girmez yaptığı ilk şey su içmek oldu. Daralan nefesine karşılık susuyordu. Sürahideki suyu bitirince yalancı bir rahatlık hissetmişti. Odayı dolaşarak üzerini çıkartmaya başladı. Siyah ceketini sandalyeye bıraktı. Ona dar gibi gelen gömleğinin yakasını da hızlıca çözüyordu. Denizi gören odası açık pencereler sayesinde ferah hava ile doluydu. Derin bir nefes aldı.

Tuhaf giden bir şeyler vardı.

Terliyordu.

Yakasını çözdüğü gömleği sayesinde neredeyse tüm göğsü ortadaydı ve bir anlığına kalbine elini koydu. Çok hızlı atıyordu. Yatağına doğru giden adımı tökezledi. Masaya tutunmak zorunda kalmıştı. Terliyor, midesi bulanıyor ve nefesi daralıyordu. Ters giden durum tek bir açıklamaya sahipti.

Zehirlenmişti.

Bedenindeki zehrin tadını alan Prens Daerys'in aklına gelen çıkış yolu onu kurtaracak tek yardımdı. Annesi her zaman ona cam bir şişe verirdi. Yara aldığı ya da şimdiki gibi zehirlendiği anlarda içmesi için az miktardaki ve bulanık beyaz rengindeki bir iksirdi. Çantasında saklıyordu. Prens Daerys, dönmeye başlayan başı yüzünden pek rahat olamasa da yatağının yanındaki çantasına doğru yürüdü. Bir yandan da ona bunu kimin yaptığını düşünüp sorguluyordu? Yemekten miydi ya da içtiği şaraptan? Qoren Martell neden onu zehirlerdi ki? Daerys'in her şeyin öncesinde yeniden düzelmesi gerekti. Yatağına ulaşarak yerdeki çantayı aldı ve içini karıştırmaya başladı.

"Bunu mu arıyorsun?"

Prenses Aliandra'nın sesi, odadaki en karanlık köşeden gelmişti. Elinde cam bir şişe ile mumların aydınlattığı orta alana çıktığında, yüzünde tebessümü vardı. Daerys'i izliyordu.

"Sen mi yaptın?" Prens nefes almak için çaba harcıyordu. Derken burnu kanamaya başladı. Elindeki çantayı yere bırakıp burnunu tuttu. Damla damla kan geliyordu.

"Orada yaptığın tahmin doğruydu. İnsanları okuyabiliyorsun." diyerek prense doğru yaklaşan Aliandra'nın elindeki cam şişe yere düşerek kırıldı, içindeki sıvı taş zemine dağıldı. "Seni öldürmek için bir damla bile yeterli."

"Nasıl yaptın?" diye soran Daerys'in yüzünde, bulunduğu duruma oldukça zıt bir gülümseme belirdi. Burnundan akan kanın renklendirdiği dudakları gerilmişti.

Prenses Aliandra yavaşça dudaklarını yaladı. "Uzun Gece." dedi. "Dudağıma bir damlasını sürmem yetti. Öpeceğin hakiki bir gerçekti."

Daerys avlandığını söyleyerek tebrik etmişti kızı. Burnundan akan kanını silmekten elleri kırmızı renk olmuştu. Bayılacak gibi hissetti. Nefesi sesli bir hâl alıyordu.

"Asshai'den çok güzel zehirler satın aldım. Ama favorim bu." dedi genç prenses. Daerys'in önünde durarak onun çenesini tuttu ve başını kaldırıp göz göze gelmelerini sağladı.

Uzun gece, tesiri ismi gibi uzun süren ölümcül bir zehirdi. Bir damlasından tenine bulaştıran kimse, panzehirden yana şanslı değilse kan ve nefessizlik içinde ölürdü. Aliandra'nın kolyesine asılı duran panzehir şişesi patlamıştı.

"Beni, şehrimin zehri ile öldürmeyi başarmak üzeresin." Daerys öksürdü.

"Seni neden öldüreyim ki? Sadece tanışma aşamasındayız."

"Herkesi zehirli dudakların ile mi..." Prens'in öksürüğü sıklaştı ve burnu kanamaya devam etti. "...tanırsın?"

"Normalde kadehlerine sürerim ama sana ayrıcalık tanıdım." Aliandra onu yavaşça yatağa uzandırdı. Halsiz olan Prens Daerys'in karşı koyma halinde bile değildi. Uzandı. Göğsü sertçe inip kalkarken, üzerine çıkan prenses ile göz gözelerdi. Aliandra Martell'in tül eteği sıyrılmış, açığa çıkan bacakları Daerys'in iki yanına açılmıştı. Prense yakından bakmak için üzerine eğildi.

"

Önüne gelen her kızı öpmemelisin, Daerys. Yoksa bazıları benim gibi bir çöl engereği çıkabilir."

"Yine de öperdim." dedi prens. Kanına bulanmış dudakları, yabancı ile karşı karşıya gelmek üzereyken bile arsız bir edayla sırıtıyordu.

"Emin misin?"

"Dahasını yapacağımı bile söylerdim ama görüyorsun ki ölmek üzereyim."

Aliandra Martell gülümsüyordu. Biraz geri çekilip boynundaki panzehir ile dolu ufak şişeyi ortaya çıkardı ve onu Daerys'e gösterdi. Şeffaf mavi bir sıvı ile doluydu içi. İyileştiriciydi.

"Benimle tanışmaktan memnun kaldın mı, Daerys?"

"Cevabı bildiğini sanmıştım." dedi Prens Daerys. Panzehiri almak için hamle bile yapmıyordu. Ama kızın elbisesini tuttu ve üzerine geri çekti. Aliandra ona doğru yeniden eğilerek Daerys'in ellerini beline koymasını sağladı ve panzehirin kapağını açtı.

"Bütün bir hafta boyunca benim olursan seni iyileştiririm." diyerek şişedeki panzehiri içti Aliandra. İki dudağı sıkıca kapanmış, boş şişeyi bir köşeye atmıştı. Öksüren Daerys'in yüzünü tutuyordu.

"Daha uzun bir zamanı tercih ederim, prenses."

Aliandra Martell yavaşça Targaryen prensinin ağzını açmasını sağladı ve dudaklarını ona yaklaştırdı. Dolgun dudakları aralandı ve Prens Daerys'in ihtiyaç duyduğu panzehir, yine onu zehirleyen dudaklardan geldi. Kanlı diline panzehirin tadının karışması bir olmuştu. Daerys, genç prensesin dudaklarını öperken göğsü yavaşlıyor ve sakinleşiyordu nefesi. Aliandra'nın hem zehri vardı dudaklarında hem de panzehiri. Engereğin zehri acı, meyve tadına sahip dudakları ise tatlıydı.

Temiz bir bezi kasedeki suya batırıp ıslattı ve sonra da sıktı. Aliandra bez ile yatağa geri döndüğünde, Daerys oturacak kadar iyiydi artık. Aliandra Martell onun yüzüne bulanan kanını silmeye başladı. Daerys'in kızı izleyen gözleri ise ateşle parlıyordu. Çünkü o, aradığını bulduğunu hissediyordu ve karanlık tarafında bir ateş yanmıştı.

Bir süre daha Dorne'da kalacağına dair ailesine mektup yolladı o gece.

Aşık olduğundan ise bahsetmemişti.

🐉

Bölümü yazarken Martell hanesinin tema müziğini dinliyordum, acayip gaza getiriyor bitanelerim😎

Aliandra Martell'in belirli bir temsili hâlini koymadım. Sadece sahnelere uygun görseller ekleyeceğim.

Daerys ve Aliandra'nın hikayesini daha çocuklar doğmadan önce hazırlamıştım. Nihayet yazma hızım planlarıma yetişebildi, acayip mutluyum!

Veee hazır Dorne bölgesine yolculuk ettik, duyurayım. Aşkım Oberyn Martell için bir hikâye yayınladım. İsmi Poisonous. Profilimde bulabilirsiniz. Bakacak olanlara şimdiden teşekkür ederim🫶🏻

Öptüm!

Continue Reading

You'll Also Like

376 65 4
A blok ve B blok'un birbirine olan düşmanlığı Hate love Sahipler Minsung Chanchang Seungin Hyunlix © Tüm hakları saklıdır.
26.9K 2.1K 31
*** **5 901: Hey neredesin? Hastanedeyim. *** **5 901: Tanrım! Ne işin var orada? Canım sıkılmıştı ben de gideyim dedim.
1.8K 892 24
Fantastik bir evren ve bu evreni yöneten bir krallık varmış. Bu evrende elementler ve güçler çok gelişmiş ancak dört büyük elementin dört büyük tanrı...
9.1K 354 29
"Avrupalıların korkulu rüyası bir padişah: Kanunî Sultan Süleyman. İktidar oyunlarıyla oğullarının geleceğini garanti altına almak isteyen hırslı bir...