Buralar Karışır | askıda

By ruhdoktorunz

31.6K 3.5K 10.1K

Bir düş kocaman kanatlı, upuzun boylu, gök gözlü bir kuş getirdi penceremin önüne. Kartal dediler adına ama g... More

Buralar Karışır
1.Kısım
2.Kısım
3.Kısım
4.Kısım
5.Kısım
6.Kısım
7.Kısım
8.Kısım
9.Kısım
10.Kısım
11.Kısım
12.Kısım
13.Kısım
14.Kısım
15.Kısım
16.Kısım
17.Kısım
18.Kısım
19.Kısım
20.Kısım
21.Kısım
22.Kısım
23.Kısım
24.Kısım
25.Kısım
26.Kısım
27.Kısım
28.Kısım
29.Kısım
30.Kısım
32.Kısım
33.Kısım
34.Kısım
35.Kısım
36.Kısım
37.Kısım
38.Kısım
39.Kısım
40.Kısım
41.Kısım
42.Kısım
43.Kısım
44.Kısım
45.Kısım
46.Kısım
47.Kısım
48.Kısım
49.Kısım
50.Kısım
51.Kısım
52.Kısım
53.Kısım
54.Kısım
55.Kısım
56.Kısım
57.Kısım
58.Kısım
59.Kısım
60.Kısım
61.Kısım
62.Kısım
63.Kısım
64.Kısım
65.Kısım
66.Kısım
67.Kısım
68.Kısım
69.Kısım (Zeyd Özel)

31.Kısım

371 54 140
By ruhdoktorunz


"Söyleyeceklerim, yapacaklarım..."

Alarm sesinden çok daha önce uyanmıştım. Gökyüzü henüz siyahtan tam anlamıyla ayrılabilmiş değildi. Perdeyi sonuna kadar çektiğim için uyumadan önce, şimdi zahmete girmeden seyredebiliyordum onu. Siyahıyla arası iyi gibi görünüyordu. Yıldızları katmamıştı üzerine. Sade olmayı tercih etmiş, pek bir şık, pek bir havalıydı. Meğer yağmuru çağıracağı içinmiş bu sadelik. Damlalar usul usul pencereye çarpmaya başlamışlardı. Çok sürmeden aralık bıraktığım pencereden odama serin bir hava misafir geldi ve saniyesinde üşümeme neden oldu. Hareket etmeye üşenir bir haldeydim ama istemeye istemeye de olsa yorgana sarıldım. Başımı iyice yatağın sağına uzatmıştım ama yetmedi. Bükülüyor gibiydim. Plastik, garip bir şeydim. Belki plastik bile değildim. Plastik bir şeyin canı sıkılabilir miydi ki? Ya da böylesine yoğun bir istekle tek bir noktaya bakarak dakikalar boyunca dua edebilir miydi? Kendimi tanımlarken kelimeleri nerelerden seçmek beni eksiksiz bir tanıma götürürdü bilmiyorum. Ama şimdi... Şu aralık duran pencereden içeri koca kanatlı bir kuş girseydi, benim herhangi tanım için koşturmama gerek kalmazdı.

Kötü rüya görmediğime sevinsem de bu sevinç yüzüme hiç yansımıyordu. Kalkmış aynadaki yansımama bakıyordum da şimdi, hiç de öyle sevinç dolu gibi bir görüntüm yoktu. Aksine, yorgunluğumu göz altlarıma bağlamış gibiydim. Beni gören günlerdir doğru düzgün uyumadığımı anlamakta kesinlikle zorlanmazdı. Bir sıkıntısı var bu kızın, diye iç geçirenler de olurdu muhtemelen ama onların görebileceğinden şüphe ettiğim bir şey vardı; yabancılık... İnsan kendini bilir değil mi? Üzgün olduğu zamanların onu nasıl bir görüntüye bürüdüğünü, mutluluğunu, kızgınlıklarını, belki kırgınlıklarını. Bütün duyguların kendilerine ev yaptıkları bir ifade olurdu. Sen o evden bihaber olursun belki ama duygular inşa etmiş olurlar bile çoktan ve her defasında o evin kapılarından bakarlar dünyaya.

Şimdi benim gözlerimde açılmış kapıların hangi duygunun evine ait olduğunu anlayamıyordum. Yorgun ve hüzün bu desem, daha dediğim anda itirazı kendim getirip bırakıyordum önüme. Hasrettir diyecek olsam yine aynı sonuçla karşılaşırdım. Hepsi birden aynı anda açtılar kapıları belki de. O yüzden anlamıyordum. Hayır hayır... Bu açıklama da doğru gelmiyordu.

Dün akşamı hatırladığımda gözlerimi kapatıp yavaşça yere oturdum. Halam uyumuştu hatırladığım sesler sırasında. Annem ve babam baş başa oturuyorlardı mutfak balkonunda. Annem önce Kartal'ı sormuştu. Babam da yorgun nefesiyle anlatabildiği kadar anlatmıştı ve beş dakikaya yakın ikisinden de ses çıkmamıştı. Sonra annem iç çekerken babamın yorgun sesi değişti. Daha diri bir ses tonu kuşanmıştı ve "Aklımdan çıkmıyor Nilüfer, nasıl ağladı bir görsen" demişti.

Açık bıraktıkları kapının camına yansıyan görüntülerinden seyretmiştim onları. Annem, babamın bu sözlerinden sonra elini alnına yaslamıştı ve "Yukardakinden kurtaracağız derken.." diye mırıldanmıştı. Tam o sırada yanlarına gidip ne saçmaladıklarını soracaktım ergenlik döneminin getirdiği yüksek gerilimle ama babam bir kez daha beni ne kadar iyi anladığını belirten sözleri söyledi.

"Kurtarmak diye bir şey yok ki hayatım. Kızımız çok akıllı. Çok kendini bilen, çok çok zeki bir kız."

"Hırsız o çocuk İsmet?"

"Yapmışlar evet. Emniyetten konuştuğum arkadaş dosyaları kabarık dedi."

"Eee? Akıllı kızımız bunu bilmiyor mu? Kapıldı gitti, ne yapacağız? Sınav dönemi üstelik?"

"Yok öyle bir şey."

"İsmet..."

"Beni çiğnemez Yaren. Benim onu çiğnemeyeceğim gibi o da bana yapmaz. Üzmez beni."

"Ya sabır... Ne güzel bir adamsın sen yahu. Başka biri olsa girer içeri kafasını kırar. Sen tutmuş, çiğnemez diyorsun."

"Çiğnemez çünkü, bildiğim halde niye kızayım? Nilüfer, benim iki varlığım var bu dünyada. Biri sen. Biri de prensesim. Yok başka kimsem. Ben sizi kırdıktan sonra uyuyabilir miyim? Gitsin başkası olsun fırın erkeği, ben işin erkekliğiyle ilgilenmiyorum yahu. Ben kızımı üzemem."

"Hayatım. Üzme tabii. Ama bu kız daha çocuk. On sekizine girecek birkaç güne diye yetişkin olmuyor öyle hemen. Üzmeyeceğim derken yanlışına da destek veremezsin, olmaz."

"Dövmüşler oğlanı."

"Kim?!"

"Bilmiyorum Nilüfer ama bir görseydin. Ayakta duramadı. Bir de kurşun yemiş sırtına, sol omzunun arkasına. Meğer bu Kürşat denen adam korumak için götürmüş kendi evine oğlanı. Bilmeden adama da çattım."

"Efendiler efendiler diye de bağırmışsındır sen..."

"Hayatım yapma şunu ya..."

Annem kalkmıştı babam utançla gülümserken ve yanına oturup yanağını okşayarak, "Sen bu oğlanın adını duymaya alış derim ben İsmet Paşa" diye mırıldanmıştı. Babam hem ağlamaklı hem de tuhaf bir sevinçle gülümsemişti. Yanağını okşayan annemin elini tutup, avucunun içine üst üste öpücükler bırakmıştı ve "Duyacağım biliyorum" deyip aldığı derin bir nefes sonrası anneme dikkatle bakarak, "İstemeden üzeceğim ama kızım sonra anlayacak beni" diye eklemişti.

Ondan sonra uzun bir süre sessiz kaldıkları için ben de gizlenmeye devam etmeden odama geçmiştim ve bir uyuyup bir uyandığım uzun gecenin gündeminde hep babamın sözleri kalmıştı. Duyduklarımı unutmak istemiyormuşçasına aynı kelimeleri zihnimde çevirip durdum. Çevirdikçe babamın güvenini kaybetmek istemeyen tarafımla sarılıp ağlaşmıştık. Gözyaşı olmadan ağlamak ise, sabaha kadar yastık ıslatarak ağlamakla aynı değildi. O tuzlu şeylerin hüneri çokmuş, oradan rahatlıyormuş insan. Yanakları ıslatmadan ağlamak da sıktıkça sıkıyordu. Boğazına tonla halatı doluyorlarmış gibi boğuluyordun ama bir türlü buna son vermek gelmiyordu içinden.

Eve döndüğümüz andan şimdiye kadar devam eden yıkıcı düşüncelerim, telefonumdan yükselen titreşim sesiyle son buldu.

İki gün boyunca durmadan mesaj gönderdiğim, aradığım, ulaşamadığım halde aramaktan bir an olsun vazgeçmediğim Ozan nihayet bir yaşam belirtisi vermişti!

~

🐸 : Yaren kusura bakma telefon kapalıydı. Uyuyorsundur şimdi ama yazayım dedim. Beni merak etme😘
(05:17)

Yaren : Nerdesin? Sabah görüşelim hemen?
(05:17)

🐸 : Uyandırdım mı ya kusura bakma.
(05:17)

Yaren : Hayır ben zaten uyanmıştım. Ozan bak hemen görüşmemiz lazım çok önemli.
(05:17)

🐸 : Yaren. Ben evin altındayım. Gitmeden bi göreyim seni diye geldim. Pencere açık ama istersen sen aşağı gel, sizinkileri kızdırmayalım?
(05:18)

Yaren : Birazdan yanındayım. Manavın olduğu sokağa in😘
(05:18)

~

Üzerimde pijamalarımla odadan çıktığım gibi dış kapının önüne gidip ayakkabılarımı elime aldım. Ses çıkarmamak için neredeyse yere basmıyormuş gibi hareket ediyordum. Kapıyı açarken de bunu oldukça yavaş bir şekilde yapmıştım ve nihayet kendimi dışarı atmayı başardıktan sonra bir saniye bile oyalanmadan koşar adımlarla aşağı indim.

Manavın karşısında bekliyordu biricik kurbağam. Kaldırımda oturuyordu ama beni görünce ayağa kalktı ve o neşeli, her fırsatta gülecek bir şey bulan Ozan'dan çok farklı bir Ozan'ın gözleriyle ona doğru attığım adımlarımı seyretti. Yeşil gözlerinin beyaz kısımları bütünüyle kan toplamıştı. Yüzünün her yanından okunuyordu, hatta okumayı bilmeyene de hunharca haykırıyordu; çok ağlamıştı. Tam önünde durduğumda kendisini zorladı, gülümsemeye çalıştı ama beceremeyince gözlerini kaçırarak yaklaşmamı istemiyormuş gibi "Ben gidiyorum da..." diye mırıldandı.

"Ozan-"

"Yaren. Sen benim için çok..." nefesi yetmiyordu sanki konuşmaya, zorlanıyordu ama duraksayarak da olsa cümlesini tamamladı, "Değerlisin. Ama ben buradan gidiyorum."

"Nereye? Bir dakika... Ozan. Bak-"

"Benim elimde avucumda bir şey kalmadı."

"Ozan beni din-"

"Yok Yaren bak. Bilmediğin şeyler oldu. Sorma ama ne olur. Ben.." sesi feci halde titriyordu. Konuşmaya devam edemeden gözyaşlarına boğulduğunda ellerini dudaklarının üzerine bastırdı ve kıpkırmızı gözleriyle gözlerime bakarak yaklaşıp sıkıca sarıldı. "Kardeşim, abim... Annem, babam... Yaren ben nefes alamıyorum"

"Ozan'ım... Dinle beni. Bana bak?"

"Ben bilmiyorum. Bilmeyi de hiçbir zaman istememiştim. O olmadan nasıl olur niye öğreneyim dedim, olacak çünkü hep diye..."

"Olacak zaten!"

"Yaren..."

"Kartal yaşıyor."

"N..ne?"

"Yaşıyor diyorum yaşıyor. Şapşal seni, ağlama. Silelim şunları bi! Bana bak?!"

"Yaren?" Yanaklarını sildiğim şu anlarda öyle masum bir sesle ismimi söylemişti ki dayanamayıp parmak uçlarıma yükselerek öpmüştüm yanaklarından ve "Yaşıyor evet, o ördek seni burada bir başına bırakır mı sandın?" dedim.

"N..nerede?! Nerede yani, yani yaşıyor öyle mi? Bana.. Bir dakika ya... bana vuruldu, aldılar-"

"Evet vurulmuş ama iyi. Kendi gözlerimle gördüm. Valla bak."

Yükleniyor...

Heh!

Yüklendi!

Eski neşeli sesiyle, "Allah be!" diye bağırmıştı şapşal kurbağa ve bir anda sıska bedenimi kucakladığı gibi bir o yana bir bu yana koşmaya başladı.

"Mahalle ayağa kalkacak şimdi be dur!"

"Durmam! Durmam ulan! Hayat verdin bana nereye duruyorum kızımmm!"

"Şimdi babam çıkacak bir yerden sen o zaman göreceksin hayatı... Ozan!"

"Kartommmmm!"

"Ozan dedim!"

"Nerede! Allah aşkına hemen yanına götür beni!"

Ayaklarımı sallarken sinsi bir gülüş attığımda kollarını gevşeterek sessizce kucağından inmemi sağlamıştı kurbağam ve kan toplamış gözlerini kısarak, "Bir şey var senin aklında?" diye mırıldandı.

Vardı tabi ya! Aklımda çok güzel bir şey vardı hem de. Babama verdiğim sözü çiğnemeye niyetli değildim ama bir seferlik kuralları esnetirdi benim paşam, biliyordum. En azından böyle güzel bir sürpriz için yapardı bunu. Sonuçta insanları mutlu etme isteğim tamamen babamdan gelen bir özellikti ve beni benden daha iyi anlaması gerekirdi. Sadece iki gün vardı. İki gün sonra doğum günümdü. Normal şartlarda düğün misali kutlardım on sekizinci yaş günümü, öyle hayal etmiştim. Sevdiklerim olacaktı ve sabaha kadar eğlenecektik birlikte. Yine benzer bir plânla bakıyordum Ozan'ın meraklı gözlerine ama bu defa sevdiklerim arasında hem eksilmeler hem de değişiklikler mevcut olduğu için heyecanlanmıştım.

Ördeğimin de söylediği ilk isim Ozan olmuştu. Güçlükle ayakta durduğu o anlarda, kendi can ağrısını unutup Ozan'ın canını sormuştu ve yanıt bulamadan derin bir uykuya savrulmuştu. Benden sonra uyandığından emindim. Uyandıktan sonra yine Ozan'ı sormuştu, bundan da emindim ve kurbağama olduğu gibi, ördeğim de korkunç bir acıyla kardeşine yanmıştı. Fakat az evvel Ozan'a getirdiğim hayatı, Kartal'a da götürmek istiyordum. Hatta çok istiyordum. En sevdiğini bizzat kendi ellerimle bırakmak istiyordum önüne ve gülecek olan o gök gözlerine, gök gözlerinde saklı çocuğa şahit olmak istiyordum.

Aklımdan geçenleri anlatırken önce itiraz edecek gibi olmuştu Ozan, ördek beyimizi bir an evvel görmek istediği için bekleyemeyecek gibi bakmıştı. Ama sonra yaşanacak olan o sevinci çok görmek istediğimi fark etmiş olacak, sessizleşti. Gözlerimden kaçar gibi bir hali vardı şimdi. Sanırım o sevinci görmek için değil, söylemek isteyip de söyleyemediği bazı şeyler olduğu için sessizleşmişti. Doğum günüme dair planlarımdan bahsetmeyi bırakıp, merakla gözlerine odaklandım. Kaçırdığı bakışlarını, ellerini tutarak gözlerimde sabitledim ve "Söyle?" diye mırıldandım.

"Çok güzel... Yani anlattıkların. Yapabilsek. Güzel yani."

"Ama?"

"Ama... Yani biz pek kutlamayız."

"Anladım."

"Sen hemen şimdi yapsan bu sürprizi?"

"Cumartesi günü yapalım. Ben de öğreneyim, Kartal nerede falan, haberleşelim?"

"Tamam o zaman. Cumartesi, yarın yani?"

"Evet. Yarın ararım ben seni. Hastanedeyse hâlâ birlikte gideriz."

"Tamam. Yaren... Biliyordum ha, sen başkasın, ben bunu biliyordum."

Yeniden en sıkısından bir kucaklaşma sonrası onu geride bırakmak çok zor gelse de eve dönmüştüm. Çabucak okul üniformasını üzerime geçirdikten sonra içeriden gelecek sesleri bekledim. Annem uyanmıştı nihayet. Uyanır uyanmaz kendini mutfağa attığını duyduğum seslerden anlamıştım ve sakince yanına geçtim. Hazırlanmış olduğumu gördüğüne şaşırmıştı annem ama şaşırmakla vakit kaybetmek yerine pek alışık olmadığım şekilde yanaklarımdan öperek, "Günaydın bebeğim" diye mırıldandı. "Günaydın anne..."

Kötü geçen bir matematik sınavından sonra sınıftan birkaç arkadaşla kantinde oturmuş öğle arasını sınavı konuşarak kirletiyorduk. Birkaç soru hakkında tartışmaya başlamıştık ama durumumun iç açıcı olmadığını fark ettiğim an kalan süreyi dinleyici olarak harcamaya karar vermiştim. Ne söylesem aksini söylüyorlardı çünkü. Herhalde ben farklı bir sınava girmiştim. Sorular bile aynı değildi sanki? Yok yahu, sorular aynıydı işte ama yanıtlar kısmında ben farklı bir ülkeden gelmişim gibi davranmışım meğer...

Durumu gayet iyi olan Sena, uzun uzun tartışmaya devam ediyordu. Yanıtlarının doğru olduğundan adı kadar emindi maşallah. Kızları birer birer bastırıyordu ve her bastırılan ben gibi susup kalıyordu.

Gülcan bıkkın bir nefesle arkasına yaslandığı sırada, "Matematik dehası mübarek" diye fısıldadı. Saf saf sırıtarak omuz silktim. İleride matematik adına bir şeyler yapmak istiyor olsaydım üzülürdüm belki ama öyle bir hayalim olmadığı için umrumda değildi. İnsan her konuda yetenekli olacak diye bir şey yoktu ki, ben de kuş alemine dair yetenekliyim mesela... Aman da aman, lafı nereden nereye getireceğimi şaşırıyordum yahu. Kuş ne alaka şimdi, matematik ve kuşlar arasında bir yol yoktuysa bile an itibariyle o yolu kurmuş, gelip geçiyordum üzerinden.

"Şşş, Yaren, sen ne yaptın sabah söylediğini?"

"Dur burada konuşmayalım."

Bir anda kalktı Gülcan. Kolumdan tutmuştu kalkarken, meraklı gözlere de "Kusacağım da, Yaren de kafamdan tutsun diye götürüyorum" diye açıkladı ve kantinden çıkana kadar kolumdan çekiştirmeye devam etti.

"Düşeceğim yav!"

"Anlat hemen, haber var mı?"

"Fahrettin enişteye yazmıştım sabah, Kartal çıktı mı falan diye... Bu sabah çıkmış."

"Hadi ya... Tüh!"

"Aslında çıkmamış. Kaçmış. Çıldıracağım. Kaçmış resmen!"

"O zaman iyice boka sarar bu iş. Saklanır mı?"

"Kimden kaçtı bilmiyorum ki. Kürşat denen o adam korumak istemiş Kartal'ı, zarar vermek için değilmiş. Öyle söyledi Fahrettin enişte. Ama kuş kafalı niye kaçtı bilmiyorum."

"Ozan'ı merak ediyor bence."

"Ediyor evet..."

"Eeee, ne olacak şimdi? Nerede bulacaksın onu? Karavanlar gitti. Evde de kimse yok. Koca İstanbul sonuçta?"

"Benim adım Yaren."

Gülerek çatmıştı kaşlarını Gülcan, "Memnun oldum?"

"Halledeceğim. İlla vardır onun gideceği belli bir yer. Ozan söyler."

Kaşlarının çatıklığı gitmişti. Şimdi yalnızca gülümseyerek bakıyordu yüzüme. Kararlı ve umutlu yanımı görmüştü sanırım, gurur duyar gibi bir iç çekişle sarılmıştı boynuma ve "Sen yeter ki bir şeyi böyle iste, mutlaka halledersin" dedi. Şımarıklık mıydı şu gönlümü gıdıklayan şey emin değildim ama gıdıklanıyordu. Her yanım gıdıklanıyordu. Kocaman kahkahalar atmak istiyordum. Her kahkahamı başka birine sarılarak sonlandırıp, sonra bir yenisini daha patlatmak istiyorum ve okulu koca bir kahkaha yumağı haline getirmek istiyordum. Neşelenmek, mutluluk güzeldi. İnsan aldığı nefesi bir başka seviyordu mutlu olduğu zaman. Görmeye alıştığı renkler daha bir canlanıyorlardı. Sonsuzluğu hissedebiliyordun mesela. Belki de bu tehlikeli bir duyguydu bir noktadan sonra. Çünkü mutlaka bir gün gideceğimizin kesin olduğu bir yeri kalıcı bir sevgiyle sarmak isteyebiliyorduk. Bu öyle sarhoş eden bir duyguydu ama yine de ne güzeldi.

Kötü geçen günleri hafifletmek adına minik bir sürprizle karşılaşmıştım eve döndüğümde. Halam ve annem, hazırladıkları kurabiyeleri plastik kaplara koymuşlardı ve kurabiyelere dolu kutulara bazı oyuncaklarla dolu poşetler eşlik ediyordu. Bunca oyuncağı bana almadıklarını biliyordum. Kime aldıklarından da emindim. Bu yüzden ne yana neşeleneceğimi bilemez halde annemin üzerine atlamıştım ve çabucak paketlerle evden çıkıp, mahallemize yakın olan çocuk yuvasına doğru yola koyulduk. Yuva müdürünü çok eskilerden tanıyordu annemler. Bu yüzden anlaşmak ve bazı programlar yapmak zor olmuyordu. Adam hemen kabul etmişti getirdiğimiz hediyeleri. Çocukları yuvanın geniş salonuna çağırmıştı ve hepsiyle kucaklaşarak oyuncakların olduğu poşetleri açmaya başlamıştık.

Sert kadınım ve çiçeği burnun gelinim, benden daha heyecanlı çıkmışlardı. Çocuklarla oldukça samimi bir şekilde oturuyorlardı ve oyuncaklar hakkında konuşuyorlardı. Birkaç saniye onları ve heyecanlarını seyrettikten sonra ayağa kalkıp yuva müdürünün yanına geçtim. Adam teşekkür etmekten yorulmuyordu. Her fırsatta teşekkür ediyordu ama bir şey söylemek istediğimi fark edince nihayet susup, dikkat kesildi.

"Doğum günleri hakkında konuşmak istiyordum aslında sizinle. Kutlamalar oluyor mu?"

"Oluyor tabi. Eksiklik hissetmemeleri için elimizden geleni yapıyoruz."

"Peki tarihler? Yani gerçek tarihler mi kutlanan tarihler?"

Dudaklarını hüzünle bükmüştü adam ve başını sağa sola sallayarak, "Kimliksiz bulunanlar için durum biraz farklı" diye mırıldandı.

"Nasıl?"

"Çok küçük yaşta ve üzerinde herhangi bir şey olmadan bulunup yuvaya getirilen çocuklar için bulundukları yerin yetkilileri, nüfus müdürlüğü devreye giriyor. Ana baba belli değilse, maalesef ki bunu da yetkililer belirliyorlar, isim olarak demek istiyorum, kimliklerdeki. Doğum tarihleri de resmî sağlık kuruluşlarında tespit ediliyor."

"Yaş aralığı tespit ediliyor yani.. Anladım."

"Bazen akrabalar çıkıyor devreye ama güvenmek zor. Maalesef ki, yurtta büyüyen çocukları kullanan aile bireyleri de var. Bu çocuklar yurtta kalmaya devam ettikten sonra memurluk hakları var. Bunun için yurtlara bırakılan çocuklar var... Çok acı."

"Devlet memuru olsun diye çocuklarını yuvaya mı bırakıyorlar?!"

"Evet. Bunlar da tespit ediliyor ama önüne geçilebiliyor mu? Pek değil. Sonuçta bakmadıkları çocukları onlara vermek, pek akıllıca bir tercih olmayacak. Çocukları kaybetmemek için de burada kalmalarını sağlıyoruz. Ve bu çocuklar maalesef ki aile hasretiyle büyümeye devam ediyorlar. Evlat edinmek isteyenlere de engel oluyor çünkü böyleleri."

"Korkunç..."

"Maalesef."

Ekranı bir türlü beklediğim mesajın bildirimi ile parlamayan telefonuma baktım. Hastaneden kaçtığını öğrendikten sonra Kartal'a yazmıştım. Merak etsin diye epeyce telaşlı cümleler kurmuştum ama mesajlar bir türlü gök gözler tarafından görülmüyordu. Yeni bir mesaj daha göndermeye niyetlendim, sonra yazdığım üç harfi silip boş boş ekrana bakmaya devam ettim. Cumartesiyi pazara bağlayan gece gelseydi en azından... Bir anda çıksa karşıma ve ona vereceğim müjde sonrası yüzüne konacak gülümsemesiyle sarılsaydık ne güzel olurdu.

Çocuk yuvasından sonra amcamların evine geçmiştik annemlerle birlikte. Buse ısrarla davet ettiğinden onu kıramamıştım ve annemleri de sürüklemiştim peşimde. Bizi kendi elleriyle yaptığı pastayla karşılayan Buse abartılı sevinciyle zıplarken, pastanın üzerindeki mumları üfleyip gülümsemekte yetindim. Yengem elinde bir poşetle yanıma geldi. Kuru kuru öptü yanaklarımdan ve "On sekiz oldun he" deyip kıkırdadı.

İstemsizce anneme bakmıştım. Sert kadınımın imalı bakışlarına gülmek istemiştim ama kendimi tuttum ve "Öyle oldu galiba yenge ya" diyerek geçiştirdim.

Bir arada olma nedenimiz bendim ama Buse beni bir hışımla kaçırmıştı kalabalık oturma salonundan. Odasına geçtiğimiz gibi kapıyı heyecanla kapatmıştı ve yüzüne kondurduğu imalı bir gülücükle, "Metehan ne planlıyordur sence?" diye sordu. "Metehan mı?"

"Evet! Ya hani hep diyordu ya on sekizinci yaş günün çok başka olacak diye? Unuttun mu? Ben unutmadım valla, günlerdir düşünüyorum ne yapar diye ama bulamadım bir şey."

"Doğru... Söylemişti böyle bir şey."

Heyecandan tamamen uzak bir tepkiyle yatağın ucuna oturup, gözlerimin içine hayretle bakan Buse'ye "Ne?" diye mırıldandım. Önüme çömelmişti, sonra yere oturdu ve hafifçe çattığı kaşlarının altından gülümsemeye devam ederek, "Merak etmiyorsun" dedi.

"Ediyorum"

"Etmiyorsun Yaren, kör müyüm?"

"Ya kesin sahaya falan gideriz, pasta hediye... Ne olsun başka."

"Bence itiraf edecek."

"Buse!"

"Göreceğiz, sen çemkir böyle ama haklı çıktığımda ben çemkirmek yerine hayvan gibi güleceğim."

"Bi sokamadın şunu kafana yav, arkadaşız biz arkadaş. Dostum o benim. Kardeşim. Bu hiç değişmeyecek."

Omuz silkti, sonra aklına bir şey gelmiş gibi kaldırdı gözlerini ve "Sende durumlar değişti tabi aslında, doğru" diye mırıldandı.

"Ben içeri geçiyorum."

"Kartal'dan haber var mı?"

"Yok. Buse, imalı konuşmaları sevmediğimi bil-"
"Doğrudan söyleyince de kızıyorsun ama?"

"O zaman ne ima et, ne de doğrudan söyle. Nasıl fikir?"

Gözlerini devirirken sessiz kalmayı seçmişti ama içinden bir yığın sevimsiz sözcükleri dilinin üzerine topladığını tahmin edebiliyordum. Şimdi, şu sessiz halimin ise onun imalı sözcükleriyle bir ilgisi yoktu. Bana unuttuğum bir ayrıntıyı hatırlatmıştı Buse sadece. Yıllar önceydi, liseye ilk başladığımız seneydi belki de emin değilim. Metehan, bir anda karşıma geçmişti o yılki doğum günümde ve on sekize geldiğimizde bambaşka bir kutlama yapacağımızı söylemişti. O zamanlar aklıma hep saçma sapan ama eğlence dolu şeyler gelmişti. Şimdi de kimsesiz çocuklara dair bir şeyler yapar diye tahmin ediyordum ama bunu geçen yıl yapmıştık. Beni mutlu etmek isteyen ve iyi tanıyan herkesin aklına zaten ilk bu fikir gelirdi, bu yüzden bambaşka kelimesinin altına bu fikri yerleştiremiyordum. Yerleşmedikçe de huzursuz bir duygunun yanına çekiliyordum.

Neşeli bir şekilde başlayan akşam, halamın düğünü ve düğün sonrası yaşananlardan konuşulmaya başlanıldığı an neşesini anında tüketmişti. Halam ve Salim amcam tartışınca da babam eve dönmek istemişti ve kimsenin tek bir laf etmediği bir veda ile amcamların evinden çıkmıştık. Söylemek istediklerini on dakikadır içinde tutan annem, arabaya bindiğimiz gibi başlamıştı verip veriştirmeye. Bir yengeme, bir amcama sallıyordu ve ses tonundaki belirgin öfke nedeniyle babam konuşmaya cesaret edemiyordu. Halam ise arka koltuktan öylece dışarıyı seyrediyordu. Belki de duymuyordu bile annemin söylediklerini. Ama güzel yüzü çok şey anlatıyordu. Yarım kalan mutluluğuna içinden ağlıyordu. Ağlamıyor muydu yoksa? Kim bilir, Fahrettin enişteye öfke duyuyor da olabilirdi. Çünkü bu yaşananlardan sonra herkesle birlikte öğrenmişti halam bazı detayları ve bu, Fahrettin enişteye dair güvenini yıkmış olabilirdi.

Arabadan inip apartmana girdiğimizde de söylenmeye devam eden anneme, "Yahu insanlar uyuyor, sülalemin geri kalanını sabaha sakla hayatım rica edeceğim!" diye uyardı babam.

Bir iki daha homurdanıp sustu sert kadınım. Eve girer girmez de kendini odasına attı ve kapısını kapattı. Annemin ardından ellerini iki yana açan babam, "Hadi bana dua edin" diye fısıldadı ve ellerini indirip başını iki yana sallayarak annemin yanına geçti.

"Hala, uyuyacak mısın?"

"Uyuyayım. Başım patlıyor. Reyhan'ın sesi uyumadan gitmez."

"Sıkma canını ne olur, Reyhan karısı işte. İlla bir fikri oluyor ve söylemeden duramıyor."

"Neyse neyse. Sen de uyu, düşünme bizi. Her şey olacağına varır."

Yorgun yorgun bakmıyor olsaydı yanına kıvrılmayı ve biraz muhabbet etmeyi teklif edecektim ama bir kelime daha edecek takati yoktu, farkındaydım. Sessizce sarıldım. Yanaklarına kocaman öpücükler kondururken saf saf sırıtmıştım ve iyi geceler dileyip odamın kapısına doğru ilerledim. Kapıyı açarken bir taraftan da telefonumu elime alıp Kartal'ı kime sorarım, nerede bulabilirim diye düşünmeye başlamıştım. O, hayal ettiğim çiçekli evin sahibi ise Ozan da o eve giden süslü merdivenlerdi. Ev sahibi gözlerini açınca evinin merdivenlerini görmek istemişti belki ve ne kadar istediyse de görememişti. Peki ya sonra? Gözlerini çevireceği ikinci yer neresi olurdu? Merdivenini, daha doğrusu merdivenin sahibi olan bir tanecik kardeşini aramak için elbette bakacağı çok yer vardı ama bulamayacaktı. Tam orada, bulamayacağı bütün yerlerden sonra oluşturacağı yeni rotanın ilk hedefinde neresi veya kim olacaktı? İç sesim atılıyordu bile; sen sen diye... Bu zavallı bir istekten başka bir şey değildi. O rotanın hedefleri arasında olabilir miydim bile emin olamıyordum. Hem... Bana gelip ne bulmayı umacaktı ki? Bildiklerimden habersizdi. Bu yüzden de yanıma gelmesi için hiçbir nedeni yoktu.

Pijamalarımı giyindikten sonra yatağa oturup sırtımı duvara yasladım. İçeriden hiç ses gelmiyordu artık. Belli ki, annem ve babam uzun süren tartışmaları sonrası yorgun düşmüşlerdi ve uyumaya karar vermişlerdi. Gözlerim aralık tuttuğum penceremin üzerindeydi şimdi. Hava buz gibiydi. Bir gece daha şu pencere açık uyursam eğer, sabaha hasta olmuş şekilde uyanacaktım muhtemelen ama kapatmak istemiyordum. Umut işte, gelmesi için bir nedeni olmadığını bildiğim halde camı kapatmak gelmiyordu içimden.

Bilmem kaçıncı mesajı göndermiş, kaçıncı defa aramayı denemiş ve hüsranla sonuçlanmıştım. Mutsuz ifademle telefonu bırakacağım sırada, Metehan'dan bir mesaj aldım. Yarın beni bir yere götüreceğini ve soru sormadan hazır bir şekilde beklememi yazmıştı. Bir süre ne yazacağımı bilemeden öylece telefon ekranına bakıp durdum. İçimdeki boşluk gülümsetmişti. Şaşıyordum kendime, çok şaşıyordum hem de! Bu mesaj normal şartlarda beni uyutmazdı. Belki üst kata koşar ve sürprizi öğrenmek için Metehan'ın beynini kemirir dururdum ama şimdi bunları yapmak hiç gelmiyordu içimden.

İç çekerek, peki yazdım ve telefonu yatağımın ucundaki komidinin üzerine bıraktım. Aynı anda bir ses ilişti kulaklarıma. Gözlerim müthiş bir heyecanla büyüdüler. Anında pencereye bakmıştım ve havaya süzülen perdenin altında beliren karartıya dikkat kesildim.

"K..Kartal?!"

İnanmak çok zordu. Karşımda duruyordu! Odama gelmişti yahu! Buradaydı! Belirlenen yeni rotanın ilk adresi bendim, bendim işte, buradaydı!

Morlukları yerli yerindeydi. İyi hissetmediği yüzünün yer köşesine yansıyordu ama bakışları bir tuhaftı. Onu ilk defa bu anlamı taşıyan bakışlarla görüyordum. Bu anlam, huzursuzluğu temsil ettiği kadar kıyıları da utançla dolu gibiydi. Kaçırıyordu gözlerini. Kendi ayaklarıyla değil de başkasınınkilerle gelmişti ve bunun rahatsızlığını yaşıyor gibi bir hali vardı. Gök gözlerini kaldırıp odama baktığında, getirildiği yeri anlamaya çalışır gibi kıvrılmıştı ifadesi ve başını yeniden eğdiğinde dönüp pencereye yanaştı. "Kartal, dur nereye?"

Koluna dokunduğumdan kendim bile emin değildim. O kadar hafif bir dokunuştu ama onu durdurmama yetmişti. Omzunun üzerinden bakar gibi usulca bana doğru çevirmişti başını ama bakmadan, "Bilmiyorum" dedi.

"İyi görünmüyorsun" dönüp kapıyı kilitledim, "Beklesene, otur şöyle?"

"Yok. Gideyim. Ben zaten..." bir kez daha baktı odamın her köşesine. Uzun sürdü bu defaki bakışları, her köşeyi ince ince gezdi ve düşüncesi her ne ise iyice güçlenmiş şekilde yeniden pencereye yöneldi.

"Kartal dursana, bu şekilde inme şimdi oradan" karşısındaydım artık.

Sol elini kaldırıp saçlarına belli belirsiz dokunurken, "Karavanlar" deyip duraksadı ve "Yanmış" diye ekledi. Yanıt vermedim. Bir damla yaş sağ yanağına süzülmüştü çünkü ve bildiklerimi ezmiş, dilimi felç etmişti bu yaş. Konuşamıyordum.

"Evde de kimse yok" yine duraksadı. Bağıra çağıra söylemek istiyor gibiydi bu sözleri ama yapamıyor gibiydi de aynı zamanda. "Her yere baktım... Ö.. Öldü demişler benim için. Öldü sanıyor."

"Kartal... Oturalım mı şöyle? Gel?"

Dokunacaktım bu defa koluna ama müsaade etmedi. Usulca çekildi geriye ve başını sağa sola sallayıp, "Yok ben gideyim" dedi.

"Gidemezsin. Otur şuraya!"

Her iki yanağına süzülen yaşları görünce katı çıkmaya zorladığım ses tonumdan geriye bir şey kalmadı. Sıcacıktım. Beni derin ve içi kaynar su ile dolu bir fıçıya atmışlar gibi yanıyordum.

"Niye buradayım bilmiyorum ben."

Koca dünyaya küsmüş meğer o çocuk. Zamanında çok el uzatmıştı belki de ve uzattığı o minik elleri havada kaldıkça bir kendini bilmiş sığınabileceği. Gerisi tanıdık olmuş, anlık olmuş, kardeş olmuş ama hiç ev olmamış belli; sığınmamış kimselere. Ondandı bu utançla kaçırdığı gözleri. Bu yüzden gitmek istiyordu. Bir kez daha havada bırakmaya feda edeceği elleri yoktu.

Bana ne elinden, der gibi kaldırdım başımı. Elin yetmez ki ne yapayım elini, der gibi bakan gözlerimle bir adım geri çekildim ve uzun boyuna erişememe ihtimaliyle yatağa çıktım.

Kaşlarını hafifçe çattı. Ne yapmaya çalıştığımı anlamak için uğraştığı açıktı ve daha fazla uğraşmaması için "Gelsene şöyle önüme" diye mırıldandım.

"Bakma öyle, gel."

"Yaren?"

"Gel dedim."

Yanaklarını silerek önüme geldiğinde, gözlerine sakladığı çocuğun bütün bedenini ele geçirmiş olduğunu görmek gülümsememe neden olmuştu. Tebessümle kaldırmıştım kollarımı ve sıkıca omuzlarının üzerinden sarılarak, yüzümü saçlarına doğru yasladım. Işığını fısıldayacaktım daha fazla acı çekmemesi için ama omzuma gömdüğü başı sonrası, "Bu geceyi bana hiç hatırlatmayacaksın, anlaştık mı?" diye sorunca iyice gülümsemeye başladım.

"Ben de senin yanında ağlamıştım. Ödeşiyoruz diye düşünelim..."

"Hatırlatmak yok?"

"Tamam, sabaha her şey sıfırlanır" kollarım hâlâ omuzlarının üzerindeyken başımı hafifçe geri çekerek yüzüne baktım, "Sen de sıfırlayacak mısın?"

Omzumun üzerinden duvara doğru bakıyordu. Sanki göz göze gelmeyince yüzünü göremiyormuşum gibi kendine böyle bir çözüm bulmuştu ve o kadar şirin görünüyordu ki şu anda, bu geceyi asla ama asla sıfırlayamazdım.

"Sana sordum ördek?"

"He?"

"Bana bakacak mısın acaba? Buradayım?" Başımı gözlerini diktiği yöne doğru eğdiğimde nihayet gözlerini gözlerime çevirmişti ve hiçbir şey söylemeden en masum ifadesiyle öylece bakmaya başladı.

"Sana dünyanın en büyük ışığını getireceğim. Yarın."

"Anlamadım?"

"Önce şu soruma yanıt ver ama, sabah sen de sıfırlayacak mısın bu geceyi? Ona göre?"

Başını yukarı aşağı sallayınca ellerimi kaldırdım ve yanaklarından tutarak gülümsedim, "Sıfırlamazsan ben de bu kızarmış gözlerden bahsederim, ona göre?"

Hani yağmur yağar da deniz ikiye bölünür ya, bir kısmı bulanık olur bir kısmı koyu maviye döner. Gözleri o ikiye ayrılmış denizin tam ortasını temsil ediyordu. Denizin tepesinde bekleyen yağmur bulutları gözlerine yansıyor, mavi rengini bambaşka bir tona bürüyordu. Sadece gözlerimin içine bakıyordu. Yüzüm gözlerimden ibaretmiş gibi bakıyordu. Başka hiçbir yöne çevirmiyordu masum bakışlarını ve birer birer süzülen yaşları yanaklarını saran ellerime karışıyorlardı.

"Anlaştık madem..." fısıltımı dinledikten sonra gözünün kenarında bekleyen çocuğa doğru yaklaşan yüzümü hayretle seyretti. İyice yaklaştığımda gözlerini kapattı. Tebessümle her iki gözünün üzerine birer öpücük bıraktım. Geri çekildiğimde şaşkın bir şekilde bakmıştı yüzüme ve yavaşça geri çekilip, "Gi..gideyim ben. Bir yer, oraya.. Bi de oraya, bakayım oraya" diye çıkan dağınık sözleriyle pencereye doğru baktı.

"Bakma. Gerek yok çünkü. Sen bana güveniyor musun onu söyle?"

"Ne?"

"Bana güveniyor musun?"

"Sen ne biliyorsun?"

"Güveniyor musun güvenmiyor musun?"

"Yaren?"

"Mirza?"

Önce afalladı, herhalde ismini söylediği anı unutmuştu ama kısa sürede hatırlamış olacak, şapşal ifadesi ciddi bir hâl aldı ve dikkatle baktı.

Burada ne işim var güvenmiyor olsam, der gibi değişti yüzündeki anlam. Hatta odaya bakarken minik, buruk bir tebessümle kıvrılmıştı dudağının kenarı ve kaşlarını ezerek başını yeniden yüzüme çevirip, "Nerede? Ozan?" diye mırıldandı.

"Yarın... Yarın devam edeceğiz konuşmaya. Sen şimdi bayılmadan, şuraya uzan, uyu"

"Gerek yok. Sergen'e geçeceğim."

"Seni arayanlar olabilir değil mi? Niye risk alıyorsun? Kal işte burada. Isırmam seni?"

Isırmam seni imasına tebessüm ederek eğmişti başını, yatağın ucuna oturmuştu ve dirseklerini dizlerine yaslayıp başını ellerinin arasına aldı. Vuruldu demişlerdi. Bir an için yarası nerede diye endişe ederek oturmuştum yanına ve "Senin yaran yok mu?" diye sordum.

"Dolu. Hangisini göstereyim?"

"Dalga geçme. Cidden soruyorum?"

"Sıyırmış kurşun. Ciddi bir şey yok."

"Nasıl sıyırmış? Şu an kandırıyorsun bence beni. Göster bakayım?"

"Yav ne kandıracağım. Bak Yaren, Ozan yok. Bulmam lazım onu. O şimdi oraya buraya saldırır, başına iş alır. Biliyorsan söyle, oyalama beni"

"Yarın dedim. Var bir bildiğim değil mi? Yarana bakayım, aç hadi?"

"Yav yok iyiyim. Hemşire sanki, görüp ne yapacaksın?"

"Kartal."

Şu anda kesinlikle Nilüfer Aral olarak bakıyordum ve o da tıpkı masum paşam gibi teslim olmak üzereydi. Bir iki saniye sessiz sessiz yüzüme baktıktan sonra montunu çıkardı. Sonra bir kez daha baktı dik bakışlarıma doğru ve montun içine giydiği tişörtü yakasından tutup bir çırpıda üzerinden aldı. Ellerinin arasında tuttuğu tişörtü ezerken, birkaç saniye tişörte bakarak beklemişti ve başını kaldırıp sırtını işaret etti.

"Ya Kartal kanamış bu!"

"İyiyim. Ananları toplama başımıza, sesi kıs."

Gözlerimi devirerek yüzüne baktım, "Kanadı kanadı. Bunu halletmemiz lazım, mikrop kaparsın böyle."

"Sabah ha-"

"Yav döveyim mi illa seni, bir şeye de tamam desene?"

Pek bir şirin bakıştı gözlerime attığı, içinden kim bilir neler geçmişti. Sonra dudağını ısırarak başını öne eğdi ve "Ne yaparsan yap tamam" sözleri ile masum paşam misali teslim oldu.

Uzanmasını işaret ettim. İtiraz etmedi, yavaşça yüz üstü uzandı ve başını duvara dönük tutarak sessizliğini korudu. Ben de çabucak gazlı bezleri topladım ve yarasına geçici bir şeyler yapabileceğim ne varsa kucağıma alıp kanla dolmuş eski gazlı bezle boğuşmaya başladım. Bu ilk yardım gibi bir şey değildi. Dikkat etmem gerekiyordu ama her hareketimde dev kanatlıdan daha çok canım yanıyormuşçasına durup derin bir nefes alıyordum. Bir şekilde hallettikten sonra "Sakın kalkma, kanamasın yine" diye uyardım. Hâlâ elinde tuttuğu tişörtü yüzüne bastırmıştı. Ben de kucağıma topladığım malzemeleri yere bırakmıştım ve duvarın dibine sinip, "Çeksene tişörtü göremiyorum böyle?" diye fısıldadım.

Çok az kaldırmıştı tişörtü ama yüzünden çekmiş değildi. Yalnızca dudakları görünüyordu ve "Ozan'ın nerede olduğunu biliyorsun, ondan bu rahatlık" dedi.

"Aaaa, isminiz Zeki mi?" tişörtü gözlerinden çekti nihayet, "Zeki olması lazım. Ben de Zekiye bu arada."

Niye bir şey söylemek yerine böyle bakıyor ki? Utanıyordum yahu...

"Ne? Ne bakıyorsun Zeki'ciğim?"

"Sabaha sıfırlıyoruz zaten, uzansan mı şöyle?"

"N..nasıl? Buraya mı? Dar ama bu..burası?"

"Otuz kilo kızsın. Bi dene."

Kolunu göğsünün altına alıp yanında daha geniş bir yer açınca ben de uzanmıştım ve ellerimi kendi göğsümün üzerinde birbirine dolayarak çenemi ellerimin üzerinde destekledim. Yüzü ekşimişti bana dönük biçimde uzanmayı denediği sırada, uyaracaktım kıpırdamaması için ama çoktan dönmüştü ve "Sığdın mı Zekiye?" diye alay etti. "Sığdım..."

"N'oldu?"

"Hiç... Ne olabilir?"

"Sesin zor çıkıyor gibi?"

"Iıı ıh. Fısıldıyorum işte, annemler uyuyor ya hani?"

Bana kalırsa içimden geçenleri gizlemekte başarılıydım ama gök gözlere bakılırsa durum pek de düşündüğüm gibi değildi. Bu yüzden hızlı geçişlerime sarılmıştım daha fazla kıvranmak yerine ve "Sınavım vardı bugün, bok gibi geçti" diye mırıldandım.

"Olur öyle."

"Sağ ol ya... Oluyormuş evet. Böyle böyle mezun da olacağım falan..."

Gözlerini kapattı. Bakışlarından kurtulmaktı amacım, başarmıştım da evet ama başarımın getirdiği bir sevinç olmadı. Aksine, gözlerini yeniden açsın diye kıvranmaya başlamıştım bu defa da ve "Önemsiz şeyler" diye mırıldandım.

Aralanan gözlerini yüzümün üzerinden duvara dikmişti ve bir şey söylemedi. Hafifçe kıpırdadığımda indirdi gözlerini ama yine bir şey söylemedi ve o utanmama neden olan bakışlarına kaldığı yerden devam etti.

"Sen Ahmet Kaya şarkılarını çok mu seversin Kartal?"

"Ne alaka?"

"Sana bakınca onun sesi yankılanıyor."

"Allah Allah."

"Hı hı. Bi yakıştırdım ben sizi birbirinize..."

Saf saf güldüğüm için o da tebessüm etmişti ve "Umut vermiyorum desene" diye mırıldandı.

"Derinlik diyelim biz ona. Her kelimesinin altında dipsiz bir çukur var bence. Umutsuzluk da var ama umut da var. Neşe var, keder de var... Her şey. Evet, her şey var."

"Kalan kalır, bilir misin?"

"Açayım."

Komidinin üzerine bıraktığım telefonu aldığım gibi tekrardan yanına uzandım ve bahsettiği şarkıyı açıp kulaklığın birini ona uzatıp diğerini kendi kulağıma taktım.

'Vur sırtına vur sırtına,
Dostun olam vur sırtına.
Madem ki ben kaldıramam,
Derdimi al vur sırtına.'

Bu sözlerden sonra şarkıyı durdurmuştum ve neden durdurduğumu sorgulayarak bakan gözlerine, "Vurdum bile" deyip saf saf gülmeye başladım. O da sessiz bir gülüş bırakmıştı ve "Eyvallah" diye fısıldadı.

Şarkıyı yeniden başlattığımda bitene kadar yalnızca gözlerine baktım. O da başka bir yöne bakmamıştı. Kaç dakika dürmüştü bilmiyorum, belki üç belki beş, ama bana haftalar sürmüş gibi hissettirmişti ve bitmesini hiç istememiştim. Fakat şarkı bitmişti. Şimdi geriye sokaktan geçen birkaç arabanın sesi kalmıştı. İnsanın içi giderken ayaklarının hiç hareket etmemesi ne garip bir şeydi böyle. Bedenimden onun bedenine kaçan bir sürü şey vardı ama tek biri bile kendini belli etmiyordu. Rüzgârın uğramadığı bir diyar gibi ıssız, sessiz ve hareketsizdim.

"Çok farklı olurdu."

"Hı?"

"Farklı olurdu. Ama olmuyor işte."

"Anlamadım?"

"Ben şimdi sabah olunca mesela. Ozan'ı alacağım. Sonra?"

"Sonra?"

"Sonra nerede kaldıysak oradan devam"

"Ne demeye çalışıyorsun şu an?"

"Farklı olurdu. Sana söyleyeceklerim, yapacaklarım. Güzel olurdu. Adama böyle bakan biriyle... nasıl çirkin olsun zaten. Çok güzel olurdu, da... Ben-"

Elimi kaldırıp saçına dokundum. Susması için yapmıştım bunu ve o da anında anlayıp sustu. Gözlerini de kapatmıştı. Zayıf noktasıydı şu saçlarını okşama işi, bunda zerre şüphem yoktu zaten. Hemen kedi misali yumuşacık olmuştu ve başını azıcık daha bana doğru yaklaştırarak, "Sıfırlama işlemini başlatıyorum" diye fısıldadı. "İyi uykular ördek yüzlü..."

Ben elimi çekmediğim sürece gözlerini açmaz diye düşünmüştüm ama gök gözler aralanmıştı beklemediğim bir anda ve "Sıfırlıyorum?" dedi.

"Tamam?"

"Eklemek istediğin bir şey varsa?"

Gözlerimi devirerek gülümsediğimde o da gülümsemişti ve "Var mı?" diye yineledi.

"Yok Zeki'ciğim, uyur musun artık?"

"Benim olabilir?"

"Olmasın. Uyu."

"Olsun."

"Kartal... Uyur musun?"

"Kızardın mı sen?"

"Hayır."

"Kızardın"

"Burası susturucu ve aynı zamanda uyutucu değil miydi? Saçlara güncelleme mi geldi?"

Ne güzel gülüyordu yahu... Pis kuş.

"Dur ekleme yapacağım."

"Kartal ya! Uyu dedim!"

"Öpmeyeceğim korkma."

"H..ne?! Hiç.. asla yani tövbe hiç, öyle bir şey, asla yani aklımdan bile... Hayır! Ne ilgisi var."

Gülmüyordu yok, bu defaki sessiz bir kahkahaydı ve "Utanacağın yerden öpmeyeceğim yani" deyip yaklaştı ve yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra geri uzanmadan önce tişörtünü de üzerine geçirmeyi ihmal etmedi.

Kaskatı kesilmiş vaziyette yüzüne bakan halime belirgin bir tebessümle karşılık vermişti. Uzanıp alnıma bırakmıştı yeni öpücüğünü. Sonra bir daha öptü yanağımdan. Burnumun ucuna da bırakmıştı bir tane. Şöyle bir baktı yüzüme, onu seyreden kocaman gözlerime yine tebessüm etmişti ve yanağıma üçüncü öpücüğünü bırakıp, "Tamamdır, işlem başlatılsın" diye alay ederek yüz üstü uzanıp, başını diğer tarafa çevirdi.

Kendimi bilirdim çocuk diye ama dev kanatlı benden daha ufaktı kesinlikle. Başını yeniden çevirmişti saniyeler sonra ve "Eller dahil mi?" diye sordu. "Nasıl?"

Elimi tutup aynı şekilde başını diye diğer tarafa çevirdi, "Sileriz sabah neyse."

Öpücük yağmurunun sahibi bu bey, şimdi bana ne mi bırakmıştı? Yapacakları ve söyleyecekleri ne olacaktı diye kara kara düşünmek bırakmıştı. İşi gücü bırakacak, sürekli bunu düşünecektim artık. Farklı olması gereken nedir, ne bekliyor, ya da düşündüğü her ne ise o şey bir yolunu bulur da farklı olursa ne değilecek diye düşün de düşün şimdi. Zalim kuş. Böylesi ucu bucağı belirsiz bir yolda bırakılır mıydı insan hiç? Acıma duygusu da mı yoktu bu ördek kafalıda! Ama ben bulurdum yahu, illa bulurdum bu sorularımın yanıtlarını. Fakat bulmayı başarırsam bile ne yapacaktım ki? Değişecek olan aramızdaki bu sessiz şey ise ve o gürültülü bir hâl alacaksa, bununla başa çıkabilir miydim? Düşüncesi bile pek çok bildiklerimi bilinmezliklere sürüklerken, bütün o düşünceleri hayata geçirme ihtimali göğsümde müthiş bir karıncalanma başlatmıştı.

Continue Reading

You'll Also Like

197K 11K 30
17 yıl önce annesi tarafından ölü olarak bildirilen Neva... Yıllardır onun hasretiyle yanıp tutuşan Akay ailesi... Ama... Ortada bir sorun vardı.Neva...
2.2M 138K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...
179K 12.2K 20
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
68K 2.4K 15
Sırf kuzeni için 18 yaşında Mardin'in acımasız ağasına gelin giden Larin... Annesi için berdeli kabul eden Baran ağa...