Karia

By ysraergn

162K 12.9K 5.9K

"Sen ansızın kapımı çalan kıyametimsin." ............. Bazı sonlar yeni ilkler doğururdu. Ve bazı sonlar, ins... More

Tanıtım!
1. Bölüm: "Kor Acı"
2. Bölüm: "Sevda Tohumu"
3. Bölüm: "Araf"
4. Bölüm: "Kıvılcım"
5. Bölüm : "Kalpteki Heyecanlı Dalgalar"
6.Bölüm: "Dinmeyen Yangının Alevleri"
7. Bölüm: "Kelebek Etkisi"
9. Bölüm: "Sevda Filizi"
10. Bölüm: "Aşk-ı Esaret"
11. Bölüm: "Sana Sarılabilir Miyim?"
12. Bölüm: "Kalbin Kapıları"
13. Bölüm: "S"
14. Bölüm: "Rengarenk Çiçekler"
15. Bölüm: "Adı Kalbimde"
16. Bölüm: "Yaşam ve Ölüm Çizgisi"
17. Bölüm: "Onay"
18. Bölüm: "İlk Görüşte..."
19. Bölüm: "Kıskanç ve Aşık"
20. Bölüm- İlk Kitabın Finali: "Benimle Kalsan Kadın"
21. Bölüm: "Korkunun Zehri"
22. Bölüm: "Bizden Vazgeçme!"
23. Bölüm: "Saklı Gerçekler"
24. Bölüm: "Şüphenin Karanlık Yüzü"
25. Bölüm "Aşk Seni Bana Yazmış"
26 bölüm: "Git-me"
27. Bölüm: "Aşık ama Kindar"
28. Bölüm: "Başka Bir Evrende"
29. Bölüm: "Bile Bile Yandı Yüreğim"
30. Bölüm: "Yolun Yarısı"
31. BÖLÜM : "Yeni Engeller"
32. Bölüm: "Huzur Yükleniyor..."
33. Bölüm: "Anıların Acı Tadı"
34. Bölüm: "Vuslata İlk Adım"
35. Bölüm: "Cesur Kadın"
36. Bölüm: "Benim Ahu'm"
37. Bölüm: "Yüzük"
38. Bölüm: "Kırgın Kahveler"
39. Bölüm: "Hayal Ötesi"
40. Bölüm: "Ölümle Yaşam Arasında"
Duyuru!!

8. Bölüm: "Hasretin Harlı Yangını"

5.2K 388 160
By ysraergn


Bir gün gecikmeli de olsa sonunda bölümü yayımlayabildim:)))
Bu bölüm biraz eğlenceli, biraz hüzünlü, biraz müzikli, biraz kıskançlı, bolca aşklı bir bölüm oldu🙃

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Okumaya başlamadan küçük yıldıza basın canlarım 😉

Bölüm Şarkısı: Sertap Erener-Yalnızlık Senfonisi

Keyifli Okumalar 🤎

"Sus Melek! Bağırma!" Üzerimdeki kollarını çekip onu itekledim.

"Armanç!" dedim dehşet içinde. "Bu ne hal!"

Armanç ağzını açıp konuşacağı sırada peş peşe iki odanın kapısı açılmış, Demir ve Dicle aynı anda yanımıza gelmişlerdi. Demir gözlerindeki telaşla bana bakıyordu. Elinde parlayan bir şey vardı ve ona baktığımı görünce arkasına aldı ancak ne olduğunu anlamıştım. Elindeki bir silahtı.

"İyi misin?" dedi ilgiyle. Başımı olumlu anlamda salladım.

"Ne oluyor yahu? Niye bağırıyorsunuz?" diyen Dicle'ydi. Kollarımı göğsümde bağlayıp başımla Armanç'ı gösterdim. Dicle Armanç'ın yüzünü görünce gözleri kocaman açıldı.

"Ya abi yine mi maskelerimi kullandın sen? Yeter ama artık!" diyerek cırladı. Demir iğrenir bir yüz ifadesiyle parmağını Armanç'ın yüzüne sürdü.

"Bu ne oğlum?" dedi ve parmağına bulaşan maskeyi bu sefer Armanç'ın tişörtüne sürerek temizledi.

"Bir de boca etmiş tüm kutuyu," dedi Dicle hala abisinin yüz maskelerini kullanmasına kızarak.

Armanç ise yakalanmanın verdiği tedirginlikle alt dudağını kemiriyordu. Sonra dudağının kenarındaki maskeyi de kemirdiğini damağına bulaşan tat ile anlamış olmalı ki kusar gibi yapıp tükürmeye başladı.

Yüzümü buruşturdum. "İğrençsin Armanç," dedim

"Ne yapayım ağzıma girdi lan!" dedi ve Dicle'ye kötü bakışlar attı. "Beddua ettin içinden değil mi?"

"Ya abi sana inanamıyorum! Bir de pişkince neler diyorsun?" dedi Dicle öfkeyle.

"Doğru konuş benimle Dicle! Yoksa dibinde azıcık kalan maskeni de popoma sürerim," dediğinde kıkırdadım. Dicle'nin ağzı açık kaldı ve abisine hayretle baktı.

"Gerçekten yuh diyorum ya!" dedi yine cırlayarak.

Armanç gözlerini belertip, "Cırlamasana kızım! Bizim bağırmamızla uyanmayanları sesinle uyandıracaksın şimdi," dedi ve sonra yüzünü ekşitti. Galiba hala yüzüne sürdüğü maske ağzında kaldığı için yeniden tükürdü.

Demir sırıtarak, "Nasıl, tadı güzel mi bari?" dedi ve dalga geçmeye devam etti. " Hem dışım hem de içim mi güzelleşsin diyorsun? Ama bu maskeyle olacak iş değil kardeşim. Maskeyle sıfatını düzeltemeyeceğin gibi çürümüş içini de düzeltemezsin."

İtici bakışlarla, "Ha ha çok komiksin abicim, "dedi.

"Cidden Armanç ne bu halin?" dedim sorumu tekrarlayarak.

"Bakımlı olmam lazım. Hem bu suç mu? Kızlar bakımlı erkeklerden hoşlanır, öyle değil mi Melek? Sen söyle, sen de bir kızsın."

Armanç sözlerini maske kurumaya başladığından mimiksiz bir şekilde sarf etmişti. Yüzü bir robot gibi gerildi, göz bebekleri dışında yüzünde hiçbir şeyi oynamadı. Bu hali o kadar komikti ki, gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ancak nafileydi. Dudaklarımın arasından firar eden ve gecenin karanlığına karışan kıkırtılarıma engel olamıyordum. Kaşlarını çatan Demir, Armanç'ın ensesindeki tişörtünün ucundan tutup onu hafifçe itekledi.

"Git şu maymun suratlı yüzünü yıka. Hayalet gibi ortalıkta dolanıyorsun!" diyerek kızdı.

Dicle ağlamaklı yüz ifadesiyle hala sinirli gözlerle abisine bakıyordu. "Abi şu maskeleri koymadığım delik kalmadı, nerden buluyorsun anlamıyorum ki!" dedi ve derin bir nefes aldı. "Bir daha kullanmayacaksın maskelerimi, git kendin al!"

"Ben nerden bileyim kızım hangisini alacağımı. Ayrıca çarşıda orda burda alıp da kendimi rezil mi edeyim? Hazır evde olanı varken, "dedi ve sırıtmaya çalıştı ancak yüzü taş gibi sertleştiğinden dudakları kıpırdayamadı. Bunu anlayınca da rezil olduğunun farkında olarak gözlerini kaçırdı.

Dicle bir ayağını yere vurdu ve yumruklarını sıktı. "Çok sinirsin abi!"

"Abiye öyle şeyler denilmez Dicle!" dedi Armanç uyaran bir sesle. "Hem benim gibi nadir bir parça bir daha zor gelir dünyaya. İyi bakmam lazım bu bedene, bu yüze."

"Ya abi bir şey söyle!" dedi Dicle.

Demir bıkkınca kardeşlerine bakıyordu. Onların bu kavgalarına alışık olduğunu göstererek sıkıldığını belli ediyordu.

"Diyecek tek bir şey var, Allah akıl fikir versin," dedi kafasını iki yana sallayıp Armanç 'a sen adam olmazsın bakışı atarak.

"Niye öyle diyorsun abicim?" dedi ve yüzünde kurumaya yüz tutan ama henüz tam olarak kurumayan maskenin bazı kısımlarına parmağını sürdü ve Demir 'in yüzüne yöneldi. "Gel sana da sürelim, güzelleşirsin. Daha pürüzsüz bir cildin olur, tüm siyah noktaların temizlenir. Şimdi otuzuna girmene az da kaldı, kırışıklıkların artmıştır, onlara da iyi gelir." Maske hakkında bayağı bir bilgiye sahip gibi tecrübeyle konuyordu.

Demir, Armanç 'ın bileğini havada yakalayıp, "O şeyi bana yaklaştırırsan kutunun dibinde kalanı sana yediririm," dedi. Ciddi ve sert sesiyle Armanç elini hemen geri çekti. Sonra o da abisi gibi parmağındaki maske kalıntılarını tişörtüne sürdü.

"Ben şaka yapmıştım abicim, sana gerek bile yok. Maşallah yüzün bebek poposu gibi zaten," dedi fakat Demir'in bakışlarını görünce konuşmaya devam etmeye niyeti olan Armanç sustu.

"Mimiksiz herif," diyerek homurdandı Demir. Parmağını kardeşine doğru salladı. "Bir daha Dicle'nin eşyalarına karışmayacaksın." Dicle'ye döndü. "Eğer bir daha yaparsa..." dedi ve lafını tamamlamadan durdu. Ardından hala arkasında tuttuğu silahı belindeki eşofmanın lastiğinin arasına sıkıştırdı ve cebindeki telefonunu çıkardı. Armanç'ın fotoğrafını çektikten sonra yeniden konuştu. "Bu fotoğrafı tüm Urfa'ya dağıtırım," diyerek kardeşini alenen tehdit etti.

Armanç gözlerini kocaman açmak istedi ama iyice kuruyan maskeden dolayı yine yapamadı. Dudakları ise fazla açılamadığı için sesi boğuk çıkıyordu.

"Abi sakın! Rezil olurum vallahi!" Abisinin elindeki telefonu almak istedi ama Demir' in ona attığı bakış ile yerine sindi. "Abi böyle bir şey yapmayacaksın değil mi?" dedi korkuyla.

"Yap abi, herkese rezil olsun, " dedi Dicle sırıtarak. Keyfi yerine gelmişti.

"Sussana kızım! " dedi Armanç.

"Neden susacakmışım? Maskelerimi yüzüne boca ederken düşünecektin!"

"Tamam! Yeter bu kadar! Odalarınıza dağılın, "dedi Demir. "Sen de git şu suratını yıka, gerçi böylesi daha iyi oldu sanki. Meymenetsiz sıfatını görmüyoruz en azından."

Abisinin onunla dalga geçmesine sadece gözlerini devirebildi. Çünkü yüzünde oynayan bir tek onlardı. "Hah!" dedi. "Bu sıfatı görmek isteyen kaç kız var biliyor musun sen?"

Anladığım kadarıyla Armanç çapkın Kazanova'nın tekiydi. Dalgalı kumral saçları, açık kahverengi gözleri, beyaz teni, düzgün burnu, oval yüzü ve bir seksen boyuyla gerçekten de kızların yüreklerini hoplatacak cinstendi. Ayrıca çok sempatik ve tatlıydı.

"Bir ara o kızları topla da sevabına onları göz doktoruna götüreyim, "diyen Demir ile daha fazla dayanamayıp kahkaha attım. Dicle de gülüşüme eşlik ediyordu.

Gözleri hızla beni bulunca yüzündeki tebessümle beni izledi. Kahkaham yavaş yavaş azaldı, dudaklarımda sıcak bir gülümseme asılı kaldı. Parlak kahveleri her zamanki gibi içime işliyordu. Armanç alındığını göstererek abisine cevap vermeden koluma girip beni de kendiyle beraber yürüttü.

"Bunlar beni çekemiyor kuzen. İkisinden daha ön plandayım ya, kıskanıyorlar. Kıskançlar!" dedi son kelimeyi bastırarak. Güldüm. Başımı iki yana sallayarak maskeden dolayı bembeyaz ve donmuş yüzüne göz ucuyla baktım. Bir anda ensesindeki tişörtünden geriye doğru çekildi. Demir onu benden tamamen uzaklaştırdı. Kaşları çatıktı ve bakışları sertti.

"Odana dedim!"

"Melek ile sohbet ediyorduk abi," dedi. Sanırım saatin gece yarısına geldiğini ve yüzünün halini unutmuştu.

"Gece gece ne sohbeti lan! Defol git odana!"

"Tamam ya! Sen de bu nadide parçaya hep kız hep kız."

Demir dişlerini sıktı. "Göstereceğim şimdi sana nadide parçayı," dedi ve sıktığı yumruğunu havaya kaldırdı. "Bir darbeyle donmuş yüzün cam gibi parçalanır, o zaman en nadide parça olursun."

Armanç yavaş bir hareketle bedenini eğerek abisinin yanından uzaklaştı. Abisi onu hiç kovmamış gibi izin alarak, "Bana müsaade. Daha maskeyi silip, yüzümü nemlendirmem lazım," dedi ve arkasını dönüp odasına girdi.

Demir arkasından onu küçümseyen bakışlar ile seyrettikten sonra sabır diler gibi gözlerini havaya dikti.

"Abicim," dedi Dicle Demir'in dibine girip ona sevimli bakışlar attı. "Abimin o fotoğrafını bana atsana, onu tehdit edecek sağlam bir kozum olur. İstediğim her şeyi yapmak zorunda kalır ve bana karışamaz."

Demir tek kaşını karizmatik bir edayla havaya kaldırdı. "Hadi odana güzelim," dedi onu nazikçe postalayarak. Dicle'nin yüzü asıldı. Abisinin dediğine uyarak odasına gideceği sırada onu durdurdum.

"Bir dakika!" Dicle ne olduğunu anlamayan bakışlarla bana döndü. "Arabadayken o kadar tepende konuşmamıza, seni defalarca dürtmeme rağmen kıpırdanmadın bile, şimdi seslerimize mi uyandın?"

Gerçekten merak etmiştim. Uykusu çok ağırdı ve o kadar şeye rağmen sadece çığlığımızla uyanmış olması ilginç olurdu.

"Hayır, tuvalete kalkmıştım," dedi açıklamada bulunarak. "Yine uyanmadım değil mi?" Cevabını bildiği sorusuyla beraber bana mahcup gözlerle baktı.

"Bir tek uyanmaman değil ki, omzumu çürüttün," dedim küçük bir tebessümle.

"Kusura bakma," dedi ve yanağımdan öptü. "Alışırsın ama bana," diye ekledi.

Omuzlarımı silktim. "Mecbur," dedim.

Küskün gözlerle, "Aşk olsun," dediğinde gülümsedim. Çok tatlı görünüyordu.

"Her neyse, ben yatmaya gidiyorum. Bu arada üstümü sen mi değiştirdin?" Başımı olumlu anlamda salladım. Samimi bir gülümseme dudaklarına yayıldı. "Teşekkür ederim ve iyi geceler," diyerek o da odasına girdi.

Bakışlarını üzerimde hissettiğim adama döndüğümde gözlerimiz kesiştiği an kalbim heyecanla kasıldı.

"İyi geceler," dedim ve merdivenlere yöneldim.

"Nereye?" diyen sesini duyunca omzumun üstünden ona baktım. "Su içmek için mutfağa gideceğim." Bir süre yüzümde dolanan gözleri en son durağında, gözlerimde durdu.

"Korkmazsın değil mi?" dedi muzipçe.

Kaşlarımı çattım. "Çocuk muyum ben?" diyerek çıkıştım. Gözleri mavi pijama takımımın örttüğü bedenimi süzdü.

"Değilsin," dedi sırıtarak. Sanki beni sinirlendirmekten keyif alıyordu.

Gözlerimi öfkeyle kıstım. "İyi, bir an kör olduğunu düşünüp korktum." Ardından onun gibi sırıttım. "Armanç'ın bahsettiği kızları göz doktoruna götürürken kendine de baktır diyecektim yoksa." Çenemi, inatçı ve asi bir tavırla havaya kaldırdım. Bakışları yine yoğundu, hareleri ise parlıyordu. Yüzü memnun bir ifadeye büründü.

Aramızdaki mesafeyi kapattı. "Gözlerim gayet iyi görüyor, her şeyin farkında," dedi. Son cümlesi imalı mıydı, yoksa ben mi yanlış anlamıştım.

"Anlamadım?" dedim kısık bir sesle.

"Anlarsın."

"Neyi?"

"Az kaldı," dedi gizemli bir tavırla. Neye az kalmıştı? Aramızda geçen bu kısa diyalog gerçekten de çok tuhaftı. İçim ürpermişti.

Daha fazla yakıcı bakışları altında kalmak istemeyerek tekrar, "İyi geceler," deyip merdivenlerden inmeye başladım. Elimi hızlı atan ve derimin üzerinden bile görünen kalbime koydum. Derin ve kesik kesik olan uzun bir nefesi ciğerlerime depoladım.

Yanımda hissettiğim bedenle merdivenlerin bitmesine son üç basamak kala durdum. Sağ omuzumun üzerinden gözlerimde varlığına emin olduğum soru işaretiyle Demir'e baktım.

"Nereye?" dedim az önce onun sorduğu gibi.

"Mutfağa," dedi.

Kaşlarım havalandı. "Gerçekten mi?"

"Ne?" dedi anlamamazlıktan gelerek.

"Sana korkmadığımı söylemiştim, gelmene gerek yok."

Dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrıldı. "Su içmeye gidiyorum, seninle alakası yok."

Ona inanmayan bakışlarla, "Güzel bahane ama pek de inandırıcı değil," dedim ve önden yürümeye devam ettim. Onun da arkamdan geldiğini adım seslerinden anlayabiliyordum.

"Neden bir bahane uydurayım ki?"

Bu sefer ona dönmedim. "Bilmem," dedim. "Bunu sen söyleyeceksin."

Yanıma ulaştığında aynı anda mutfağa girdik. Işığı açarak aydınlanan mutfakta direkt tezgahın önüne geldim.

"Söylemek yerine anlamanı tercih ederim," dediği sırada dolaptan bardak alan elim duraksadı. Neyi anlamamı bekliyordu? Bilmece gibi konuşuyordu.

"Neyi anlayacağım? Biraz daha açar mısın?" Elimi tekrar hareket ettirip iki tane bardak aldım ve tezgaha koydum. Ardından buzdolabından bir şişe su çıkararak bardaklara boşalttım. Sorumu yanıtlamamıştı. Sessiz kalmayı seçmişti.

Arkamda durduğu için yüzünü göremiyordum ve ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Su dolu bardakları elime alarak ona döndüğümde onu dibimde bulacağımı düşünmemiştim ancak buna alışmıştım. Bardaklardan birini ona uzattığımda itirazsız aldı.

"Her şeyin bir zamanı vardır Ahu Melek Asilkan!" dedi ve soruma gecikmeli bir cevap vermiş oldu. Dudaklarımı aralayıp konuşacağım esnada, "Suyunu iç," diyerek soru sormamı engelledi. Anladım ki daha fazla bir şey sormamı istemiyordu ve o, zamanı olan her neyse bir gün elbet öğrenecektim. Gözleri bunun garantisini verir gibiydi.

Söylediğine uyarak bardağı dudağıma götürüp gözlerinin içine bakarak suyu içtim. Soğuk su boğazımdan mideme doğru yol alırken içimdeki yakıcı hisse etki etmiyordu, sadece susuzluğumu gidermeye yaramıştı. Biten suyla bardağı dudağımdan çektim ve üst dudağımda kalan su damlalarını dilimle yavaşça sildim. Demir'in bakışları karardı ve sertçe yutkundu. Vücudu da gözle görülecek derecede gerilmişti. Hala elinde tuttuğu suyu bir dikişte içti. Gülmemek için yanağımın içini ısırdım. Sanırım anlamamı istediği şeyi anlamıştım. Demir de benim ondan etkilendiğim gibi benden etkileniyordu. Yüreğim sevinçle doldu. Ancak hala tam olarak emin değildim. Emin olmadan da ona karşı bir açık veremezdim, bu yüzden dışardan ifadesiz durmaya çalıştım. Henüz değildi, onun da dediği gibi zamanı vardı.

Bardağı bana uzattığında elinden aldım. Birbirine değen parmaklarımız sıcaklığımızı da birbirine karıştırıp, kendine hapsetmişti. Bakışlarımı ondan ayırıp bardakları makinaya attım. Tekrar beraber yukarı çıktığımızda benim odamın önünde durduk.

"İyi geceler Demir Doğan Asilkan," dedim tıpkı onun gibi. Gülümsedi. Düzgün dişlerini gecenin karanlığına birer inci misali sundu.

Başını hafifçe oynattı ve "İyi geceler," dedi.

Birkaç saniye boyunca ikimizde kıpırdamadık. Artık gitmem gerektiğinin farkında olarak odama girdim. Kapımı kapatmadan önce son kez yakışıklı yüzüne baktım. Kapının aramıza girerek kapanması, bakışmamızı acımasızca koparmıştı. Sırtımı kapıya dayadığımda yüzümde kocaman bir gülümseme meydana geldi. Sol elimi sağ elimin avucunun içine alarak çenemin altına yasladım. Aptal aşıklar gibi sırıtıyordum.

Yüzümdeki gülümseme bu düşüncemle hızla silindi. Aptal aşık! İçimden birkaç defa bu sözleri tekrarladım. Aşık mı olmuştum? Hem de kuzenime! Tuhaf hissettiren bu durum ile kendimi geri çekmeli miydim? Evet, kuzenine aşık olan tek insan ben değildim ve yapılan birçok evlilikler akraba evliliğiydi fakat ben alışık değildim. Sürekli karşılaştığım bir şey değildi ve gerçekten tuhaf hissetmeme neden oluyordu. Ama bir an sonra aklıma gelen Demir ile kalbim yine kendini fazlasıyla belli edince omuzumu silkip düşünmemeye karar verdim.

Ben hayatımda ilk defa aşık olmuştum! Artık kendime itiraf edebiliyordum. Ben Demir'e aşıktım! Dudaklarımda bir kere daha geniş bir gülümseme oluştu. İç çekerek yatağıma birkaç adımda vardım ve örtüyü kaldırıp içine girdim. Başımı yastığa koyarak gözlerimi, içimde yeni yeni ağırladığım duyguların verdiği heyecanla yumdum.

..........

Sabah içimdeki coşkuyu bedenimle yansıtacak şekilde merdivenlerden seke seke indim. Dedem ve Demir hariç diğerleri masadaki yerlerini almıştı.

"Günaydın!" dedim.

Bana dönen yüzlerde küçük bir gülümseme vardı. Tabi bir kişi hariç! Nergis Hanım bana her zamanki gibi soğuk bakışlar atıyordu.

"Günaydın kuzum," dedi babaannem. "Yüzün bugün bir farklı gülüyor sanki."

Fazlasıyla açık verdiğimin farkına varınca toparlandım. "Bilmem, öyle mi?"

Bilmemezlikten gelmek daima iyi bir kaçış yoludur.

"Öyle ya. Bir sebebi mi var?" diyen halamdı.

Babaannemin yanındaki sandalyeye oturdum. "Hayır, bir sebebi yok. Sadece iyi hissediyorum," dedim inkara sığınarak.

Babaannem yanağımı avucunun içine alıp sevgiyle okşadı. "Daim olsun güzel yüzlüm," dediğinde yüzümdeki gülümseme genişledi, yanağımı eline daha çok yasladım. Babaannemden ayrılınca masada sessizce oturan Armanç'ı görebilmek için öne doğru hafifçe eğildim.

"Armanç!" diyerek seslendim. O da beni görebilmek için eğilince gülümsedim. "Senin de bugün yüzün çok güzel, çok pürüzsüz duruyor."

Gözleri parladı ve elini yanağına sürdü. "Değil mi ama?"

Başımı olumlu anlamda salladığımda karşımızda oturan Dicle'nin abisine ters bakışlarla baktığını gördüm.

"Tabi canım. Maymun poposu gibi olmuş mübarek," dedi Dicle. Dudaklarımın arasından kaçacak olan kıkırtıyı son anda durdurabilmiştim.

Armanç Dicle'ye dilimlenmiş salatalıklardan birini fırlattı. "Sensin maymun!"

Dicle abisine dilini çıkarıp önüne döndü. Masadakiler bize anlamayarak bakıyordu.

Halam göz kırpıp ne oldu dercesine başını salladığında ona, "Sonra anlatırım," dedim.

Dedem ve Demir de merdivenlerden inip masaya oturdular. Karşımda oturan ve gözlerini üstüme diken adamın bakışlarına karşılık verdim. Bir süre sonra dedemin başlamasıyla kahvaltımı yapmak için tabağıma kahvaltılıklardan doldurmaya başladım. İştahım bugün yerindeydi. Masanın üstünde duran ve oldukça lezzetli görünen böreklere uzandım. Ancak börek tabağı hızla uzaklaştı. Kafamı kaldırdığımda Demir'in tabağı kendine doğru çektiğini gördüm. Kaşlarım çatıldı.

"Börekleri uzatır mısın?" dedim içimde bir anda ortaya çıkan öfkeyle.

"Bu böreğin içinde nane var," dediğinde öfkem anında bir balon gibi söndü. Yine beni düşünmüştü. Dudaklarımda oluşacak herhangi bir gülümsemeyi engelledim. Tabağına aldığı ve yediği böreğin içinde nane olduğunu anlamış olmalıydı.

"Macide şimdi sana ve dedene nanesiz olanından getirecek kızım," diyen babaanneme başımı salladım. Nitekim çok geçmeden Macide elindeki börek tabağıyla gelerek, benim ve dedemin tabağına böreklerden koydu. İştahla böreği ısırıp yerken Nergis Hanımın itici sesini duydum.

"Çıkan görücülerden birini değerlendirirsin artık Melekciğim." Ne diyordu bu kadın?

"Pardon, anlamadım."

"Aa! Senin haberin yok mu? Anne Melek'e söylemedin mi dün kınada ona bir sürü görücü çıktığını?"

"Ne?" dedim şaşkınlıkla. Babaannem Nergis'e öfkeyle baktı.

"Ne görücüsü Meryem?" dedi dedem sert ve gür sesiyle. Gergin yüzü fazlasıyla sinirli görünüyordu.

Gözlerim Demir'e kaydı. Önündeki tabağa bakıyordu ama tabağı ikiye bölecek şekilde gözleri harlı bir ateşle yanıyor, elinde tuttuğu çatalı sıkıyordu. Oynayan yanak kaslarından dişlerini sıktığını anladım.

Demir' den ayırdığım bakışlarımı babaanneme yönelterek, "Babaanne?" dedim sorarcasına.

"Evet. Bu sabah birçok telefon aldım. Size söyleyecektim ama Nergis çenesini tutamadı," dedi, Nergis Hanıma hala öfkeliydi. İğneleyici ses tonu ise Nergis Hanımın gözlerini kaçırmasına neden olmuştu. Daha sonra bana bakmaya çekinir gibi gözlerini direkt dedemin üstüne dikti. "Müsaademiz olursa bir kahvemizi- "

Dedem babaannemin lafını sertçe böldü. "Müsaademiz falan yoktur! Bir daha arayan olursa Haşim ağanın, benim kimseye verecek kızım yok, dediğini söylersin Meryem!"

Dedemin sözleriyle çatılan kaşlarım düzeldi. Demir'in ise gergin bedeni gevşedi ancak kaşları ağzına düşecek derecede hala çatılıydı.

"Niye öyle diyorsun baba? Kızın kısmetinin önünde mi duracaksın?" diyen Nergis Hanım'a gözlerimi kısarak baktım. Keyifle sırıtıyordu.

"Anne!" diyen Demir'in sesi kulaklarımızda yankılandı. "Sen karışma, dedem en iyisini bilir!"

Nergis Hanım Demir'den gelen tepki karşısında en az benim kadar şaşırmıştı.

"Ama oğlum-"

"Demir haklı Nergis, karışma," dedi amcam, karısının lafını tamamlamasına izin vermedi.

Dedem bir kere daha konuştu fakat sesi bu sefer itiraz kabul etmeyen bir tondaydı. "Ben torunuma henüz yeni kavuşmuşken onu ellere mi vereceğim? Bir daha kimse bu konuyu açmayacak," dedi ve babaanneme baktı. "Seni arayanlara da ne söyleyeceğini artık biliyorsun Meryem."

Babaannem hemen, "Tamam Bey," dedi.

Dedem ile göz göze gelince, "Torunum ne zaman isterse, kimi isterse elbette bir gün yuvasını kurabilir ama benim onu henüz bırakmaya niyetim yok!" dedi.

Gülümsedim. "Benim de yok dedem. Senin dizinin dibinde daha çok kalmayı düşünüyorum."

Dudakları keyifle iki yana kıvrıldı. Bununla beraber pos bıyıkları da genişleyerek büyüdü. "Çok iyi düşünmüşsün torunum," dedi ve önündeki kahvaltısına döndü.

Dedem bir tek dış görünüşüyle değil, aynı zamanda huylarıyla da babama benziyordu. Eğer bugün babam yaşasaydı dedemle aynı tepkiyi, hatta daha fazlasını verecekti. Hala gözlerimi ayırmadığım dedeme sevgiyle bakıp, tebessüm ettim.

"Ama dün gece tüm gözler senin üstündeydi Melek, ben bunu bekliyordum açıkçası," dedi Dicle.

"Dicle!" dedi dedem. "Konunun kapandığını söylemiştim!"

Dicle dudaklarını büktü. "Affedersin dede."

Kahvaltı benim için oldukça güzel geçerken Nergis Hanımın benden kurtulma planlarının bir kere daha suya düşmesiyle tüm kahvaltı boyunca suratı asıktı. Arada bana öfkeli ve soğuk bakışlar atıyor, ağzının içinden bir şeyler homurdanıyordu.

Demir sandalyesini ses çıkararak geriye doğru itti ve ayaklandı.

"Çıkalım mı?" dedi. Başımı sallayıp ona uyarak ayağa kalktım.

"Çantamı alıp geliyorum." Beklemeden yukarı, odama çıktım ve yatağımın üstüne bıraktığım çantamı alarak tekrar aşağı indim.

"Akşam yine erken gelin olur mu?" dedi babaannem düğünü hatırlatarak.

"O zaman daha erken çıkmamız gerekecek. Benim alışveriş yapmam gerekiyor, giyecek pek bir şeyim yok," dedim. Buraya geldiğimde yanıma çok kıyafet almamıştım. Bir gece kıyafeti almayı ise hiç düşünmemiştim.

"Biri alışveriş mi dedi!" Yanımıza hızlı adımlarla gelen Dicle'nin gözleri parlıyordu. "Ben de gelebilir miyim Melek? Benim de giyecek bir şeyim yok." Gözlerini kırpıştırarak tatlı bir surat ifadesiyle gülümsedi.

"Nasıl yok kız? Dolabının ağzına kadar dolu olduğu yetmediği gibi bizim dolabımızda da kıyafetlerin var," diyerek lafa atlayan Nergis Hanım, klasik anne konuşmasını yapmıştı.

"Ya ama anne yeni bir şeyim yok, onların hepsi eskidi."

"Karışma kızlara Nergis! Ne istiyorlarsa yapabilirler," dedi babaannem.

Dicle ise hala benden bir yanıt bekliyordu. "Tamam. İş çıkışı seni de alır, alışverişe gideriz," dediğimde yerinde zıplayarak ellerini çırptı.

"Biraz büyü Dicle!" diyerek oturduğu kahvaltı masasından seslendi Armanç.

Dicle çatık kaşlarıyla abisine döndü. "Ben sana küsüm abi, benimle konuşma!" Armanç ağzına reçele bandığı kocaman bir ekmek parçası atıp, dolu ağzıyla tekrar konuştu.

"Çok da umurumda!"

"Ağzını kapat oğlum, çiğnediklerini görmek zorunda mıyız?" dedi amcam uyarı dolu bir sesle.

Yanımda duran Demir sıkıldığını belli ederek koluma dokundu. Koluma yayılan sıcaklık kalbimde son bulmuştu ancak bitmek yerine yangınlar yaratmıştı.

"Gidelim artık," dedi ve heybetli bedeniyle arkasını dönüp kapıdan çıktı.

Onu bekletmemek için ben de peşinden çıkıp, arabaya bindim ve çantamı kucağıma bıraktım. Emniyet kemerimi takarken Demir de arabayı harekete geçirdi. Birkaç dakikanın ardından oldukça sessiz olan Demir'e kaydı bakışlarım. Gözleri yola odaklanmış olsa da düşünceli görünüyordu. Bir an sonra kaşları çatıldı, biçimli dudaklarını sertçe birbirine bastırdı. Bu hareketiyle kirli sakallarının gizlediği sağ yanağındaki gamzesi derin bir çukur oluşturmuştu. O çukura dokunmak için can atan parmaklarımı avuç içime gömdüm. Gözlerim bu sefer ellerine kaydı. Ellerinin altındaki direksiyonu sıkmaktan parmak boğumları bembeyaz olmuştu. Her ne düşünüyorsa onu öfkelendirdiği kesindi. Peki neydi onu bu kadar öfkelendiren?

"Silah mı taşıyorsun?" dedim dikkatini üzerime çekerek.

Yüzünde dağılan düşünceleri yavaş yavaş onu terk edince ilk önce ne dediğimi idrak edemedi. Gözlerini yoldan ayırıp gözlerimle buluşturdu.

"Şu an taşımıyorum, sadece gerektiği zamanlar," dedi ve yeniden yola döndü.

"Gerektiği zamanlar?" diye sordum.

"Evet," dedi kısaca, daha fazla açıklama yapmak istemiyor gibiydi. Sanki o da bundan hoşlanmıyordu.

"Bundan hoşlanmıyor gibisin?" dedim düşüncelerimi dile getirerek.

"Silahlar hoşlanılacak şeyler değil." Çoğu erkeğin aksine gerçekten de hoşlanmadığını gösteriyordu.

"Öyle," dedim ve derin bir nefes aldım. "Daha önce hiç birini vurdun mu?"

Merak ettiğim ve olmamasını umduğum bir başka sorumla birlikte kaşları çatıldı. "Katil miyim ben?" diyerek beni tersledi.

Gözlerimi devirdim. Yine kavga etme seanslarımızdan birine yaklaşıyorduk. Günlük dozumuzu almamız gerekiyordu anlaşılan.

"Birini vurma amacıyla değil de neden taşıyorsun o zaman?" Sesim biraz hesap sorar gibi çıkmıştı fakat umursamadım.

"İlla birini vurmak için mi silah taşırsın?" dedi.

"Peki ya başka ne için?"

"Kendini korumak için."

Tek kaşımı kaldırıp tamamen bedenimi ona çevirdim. "Aynı şey değil mi? Biri sana saldırdığında karşılık olarak silah sıkarsan hem kendini korumuş hem de birini vurmuş olursun."

"Bir yerde öyle görünüyor olabilir ama o silahı sıkmadan da kendini koruyabilirsin. Sıkmak şart değil ki genelde bunu tercih ediyorum."

"Sadece göstermek yetiyor diyorsun yani?" Başını ağır ağır aşağı yukarı salladı.

"Yetmediği zamanlar ne olacak?"

"Öldürmemek şartıyla yaralamak zorunda kalırsın."

Az önceki sorumu bu sefer değiştirerek sordum. "Hiç birini yaraladın mı? Daha doğrusu buna mecbur kaldın mı?"

Direkt, "Hayır," dedi. "İyi ki de olmadı." Sesi homurdanır gibi çıkmıştı.

Arabanın durmasıyla şirkete geldiğimizi sanarak kafamı kaldırmadan kapıyı açtığım esnada kolumdan çekilmem ve benimle beraber tekrar kapanan kapı ile eş zamanlı arabanın yakınından hızla geçen bir başka arabayla donup kaldım.

"Ne yapıyorsun? Işıklarda durduğumuzu görmüyor musun?" diyerek beni azarlayan Demir'in sesi uğuldayan kulaklarıma zar zor ulaşmıştı. Kalbim adrenalinin verdiği etkiyle hızla atıyordu. Eğer biraz önce Demir beni geri çekmeseydi, arabanın beni de kendiyle beraber sürüklemesi an meselesiydi.

Kırmızı ışıkta durmayan o arabayı kullanan adam içimde büyük bir öfkeye neden oldu. Onun ve onun gibilerin hataları yüzünden insanlar canından oluyordu veya olmanın eşiğine geliyordu. Ailemi böyle sorumsuz ve kural tanımaz biri yüzünden kaybetmiştim. Az kalsın ben de ölecektim. Tamam, geldiğimizden emin olmadan kapıyı açmam hataydı fakat kırmızı ışıkta inseydim bile sorun olmayacaktı. Ancak o arabanın kırmızı ışıkta durmaması büyük sorundu.

"Neden dikkat etmiyorsun? Ya sana bir şey olsaydı?" Demir 'in hala beni azarlayan sesiyle gözlerimi yumup açtım. Gözlerinin içine baktığımda kahvelerinde korku ve endişe kol geziyordu.

"Şirkete geldiğimizi sandım," dedim kısık bir sesle.

Korktuğumu anlayınca kolumu tutan eli tenimden uzaklaştı. İki eliyle yüzümü kavradı. Yüzü yüzüme çok yakındı.

"Tamam, bir şey yok. Korkma artık," dedi sakince. Gözlerimi onaylamak adına kapatıp açtım.

"Teşekkür ederim."

"Etme," dedi fısıltıyla. "Sadece bundan sonra dikkatli ol."

Sıcak nefesi yüzümü okşuyordu. Kirpiklerimin arasına karışarak onların hafifçe kıpraşmasını sağlıyordu. Dilimin ucuna biriken kelimeler kesinlikle kalbimden yükselenlerdi. Onları dökmek için sabırsızlanan kalbimin sesini bastırdım, dilime prangalar vurdum.

Arkamızdaki arabadan gelen korna sesiyle irkilerek Demir'in sıcak avuçlarından istemeyerek koptum ve sırtımı koltuğa yaslayarak dümdüz önüme baktım. Yeşil ışık yanmış olmalıydı ve arkamızdaki kişi kornaya basıp duruyordu. Demir vakit kaybetmeden arabayı sürmeye başladı. Biraz ilerledikten sonra konuştu.

"İyi misin?"

Başımı olumlu anlamda salladım. Ağzımı açmak istemiyordum, açarsam kalbimdekileri ortaya dökeceğimden korkuyordum. Çünkü artık içime sığmıyorlardı.

"Su ister misin?" Başımı bu sefer olumsuzca iki yana salladım.

Neler oluyordu bana? Ben bu kadar dikkatsiz biri değildim ki. Aşk gerçekten de insanın aklını başından mı alıyordu böyle?

Araba yine durunca bu sefer geldiğimizden emin olmadan inmek gibi bir hatada bulunmadım. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve Demir ile beraber şirketten içeri girdik. Demir'in arada bana kayan bakışlarına tebessümle karşılık verdim.

"Ben önce arşive uğramak istiyorum, sen çık," dediğimde, "Tamam," dedi ve asansörlerin olduğu tarafa doğru yürümeye devam etti.

Arşiv odasının önüne gelince görevli adama küçük bir baş selamı verdim. Ardından kapıyı açınca direkt içeri girip, tarihlerine göre ayrılmış olan raflardan istediğim iki dosyayı da alarak çıktım.

"Kolay gelsin Melih Bey," dedim.

"Teşekkür ederim efendim," dedi saygıyla.

Elimdeki dosyalarla beraber odama çıktığımda dosyaları ve çantamı masamın üzerine bıraktım. Demir odasında yoktu. Nerede olduğunu düşündüğüm sırada yanında bir adamla gülerek odasına girdi. Kendi boylarında, esmer bir adamdı, en az Demir kadar yakışıklıydı. Samimi görünüyorlardı. Demir bana bakınca adam da kafasını çevirip bana baktı ve sırıtarak yeniden Demir'e döndü. Anlamlandıramadığım bu durum karşısında iki kaşım havalandı.

Boydan camın önündeki stor perdenin yarıda kalmış olduğunu fark edince ayaklanıp düzeltmek için camın önüne geldim. Bu perdelerin böyle kalmasından nefret ederdim. Ya tam yukarda olacaktı ya da tamamen aşağıda. Perdeyi oynatan aleti elime alıp yukarı çekmeye çalıştım fakat perde milim oynamadı. Bir kere daha denedim ama hala aynıydı. Bozulmuştu!

Bunun bozulması bir tesadüf müydü, yoksa karşımdaki adamın eseri miydi? Demir'e gözlerimi kısarak öfkeyle baktım. Böyle bir şey yapmış olabilir miydi? Ona baktığımı hissetmiş olacak ki kafasını kaldırınca göz göze geldik. Yüzü ifadesizdi fakat gözlerinde bir an sırıtma görür gibi olsam da emin değildim. Perdenin hareket etmeyeceğini kabullenerek aleti bırakıp Demir'in odasına gitmek için uzun adımlar attım.

Kapıdan içeri girip, "Odamdaki perde bozulmuş, ne kadar ilginç değil mi?" dedim iğneleyici sözlerle.

"Öyle mi?" dedi şaşırmış bir ifadeyle ancak hiç de inandırıcı değildi. Ayağa kalktı ve uzun bacakları sayesinde kısa sürede yanıma vardı. Karşımda durunca kurşuni gözlerim kahvelerine tutundu.

"Bunu sen mi yaptın?" diye sordum açık açık.

Gözleri yüzümde birkaç saniye boyunca dolandı. "Neden böyle bir şey yapayım?"

Omuzlarımı silktim. "Dün bunun için benimle inatlaştın!"

"Bu yine de böyle bir şeyi yaptığımı göstermez."

Ona emin misin bakışı atarken sol tarafımda oturan ve bize gülümseyerek bakan adam ile kendimi toparladım.

"Merhaba," dedi.

"Merhaba."

Ayağa kalktı ve bana elini uzattı. "Arslan."

"Arslan benim çocukluk arkadaşım," diyerek açıklamada bulundu Demir.

Kısaca, "Melek," dedim ve uzattığı elini tuttum.

"Memnun oldum," dedi elini geri çekerek. Parmağında alyans vardı. Sanırım evliydi. Başımla karşılık verince Arslan Demir'e baktı.

"Ben artık gideyim, yapılacak işlerim var."

"Tamam kardeşim, bir gün Aslı ile konağa da beklerim," dedi Demir. Aslı eşi olmalıydı.

"Geliriz. Ben de sizi bize beklerim." Arslan'ın siz kelimesine yaptığı vurguyla Demir bakışlarını kısaca bana dokundurmuştu. Ardından başını sallayıp tebessüm etti.

Arslan gidince buraya neden geldiğimi hatırlayarak, "Perde hemen yapılırsa sevinirim," dedim ve arkamı dönüp havalı bir edayla odasından ayrıldım. Çıkmadan önce ağzının içinden bir şeyler gevelese de anlayamamıştım.

.........

Kapattığım son dosyayı da rafa yerleştirip toparlanmaya başladım. Telefonumu ve çantamı da aldığımda kapıda Demir ile burun buruna geldim.

"Ben artık çıkayım, Dicle ile alışverişe gideceğiz."

"Biliyorum. Sizi ben götüreceğim," dedi.

"Gerek yoktu, biz giderdik."

Bundan hoşlanmamış bir ifadeyle, "İşim yok zaten, taksi yerine arabayla daha rahat edersiniz," dedi.

Kabullenerek başımı olumlu anlamda salladım. Şirketten çıkıp arabaya bindiğimizde konağa giden yolun ters istikametinden gidince merak içinde sordum.

"Nereye gidiyoruz?"

"Dicle bugün kursta, onu oradan alacağız."

"Ne kursu?" diye sordum.

"Arbane çalmaya heves edince kursa başladı."

"Güzel bir müzik aletidir," dedim.

"Öyle. Arbane için doğu kadınlarının simgesi derler."

"Neden?"

"Çünkü arbane, kadının çığlığıdır, sevincidir, coşkusudur. Kadının rengidir arbane."

Söyledikleri yüreğimin derinlerine dokunmuştu. Doğu'nun zılgıtları, ağıtlarını bilirdim ama arbane ve kadının bağını bilmiyordum. İçimden tekrarladım.

Kadının rengidir arbane!

Kadınlar, çoğu zaman sözleriyle isyanlarını, itirazlarını, acılarını dile getiremezdi. Bunun için ya zılgıtlara ya ağıtlara ya da arbaneye sığınırdı anlaşılan. Bu bir tek Doğu'da öyle değildi ki, dünyanın birçok yerinde kadının sesi yoktu, sözleri yoktu, hakları yoktu...
Kadın var olabilmek, sesini duyurabilmek için de başka şeylere sığınırdı. Ya dansa, ya resime, ya müziğe...

Peki bunu yapamayanlara ne olurdu? İşte onlar yüreklerine akıttıkları dertleriyle yaşamak zorunda kalırdı.

Büyük ve enlemesine geniş bir binanın önünde durduk. Binanın yapısı yeniydi ve ön tarafındaki duvarı notalarla, enstrümanlarla süslenmişti. Temiz ve ferah olan binaya giriş yaptığımızda Demir daha önce geldiğini göstererek emin adımlarla geniş bir koridorda yürüdü. Duvarda üç numaralı salon yazan odanın açık kapısında adımlarımızı yavaşlattık. İçerde on kişiye yakın kız ve erkek öğrenci vardı. Çaprazımızda duruyorlardı ve karşılarında da hocaları olduğunu tahmin ettiğim bir kadın elindeki arbaneyle vuruşları anlatıyordu. Daha önce hiç arbane çalan birini dinlememiştim ve ilgimi çekmişti.

"Hep beraber!" diyerek komut veren hocayla tüm öğrenciler aynı anda arbanelere vuruşlar yapmaya, güzel bir ritimle odayı inletmeye başladılar. İçimde, yüreğimi titreten bir his oluştu. Her vuruşta arbanenin içinde bulunan halkaların oynayışı ve arbaneden çıkan o tok ses, Mezopotamya'nın tarihinin, acılarının, kadınlarının, aşklarının, sevinçlerinin, ayrılıklarının, isyanlarının sesini barındırıyor gibiydi. Sözsüz yapılan bu müzik insanı değişik ve tuhaf duygulara sürüklüyordu. Adeta büyülenmiştim. Gözlerimi bile kırpmadan onları izledim. Son bir vuruşla müzik durdu, arbaneler sustu, hareketler son buldu.

"Çok güzeldi!" dedim hayranlıkla. Yanımda sessizce duran Demir iliklerime kadar hissettiğim o güzel duygunun farkında olarak gülümsedi. Dicle bizi görünce gözleri parladı.

"Abi! Melek," diyerek yanımıza elindeki arabanesiyle geldi. "Hoş geldiniz."

"Hoş bulduk canım," dedim ve arbanesine baktım. "Alabilir miyim?"

"Tabi," dedi bana uzatarak.

"Çok güzel çaldınız."

"Evet, yavaş yavaş öğreniyorum," dedi hevesle. Elime aldığım arbaneyle o his bir kere daha içime misafir oldu.

"Etrafı, yani kasnak dediğimiz kısım ıhlamur ağacından yapılmıştır. İçinde de doksan dokuz tane halka var. Kasnağın üzerine gerginleştirilerek kaplanan deri ise gür bir ses çıkarmasını sağlar."

Demir'in bana anlattıklarını dikkatle dinledim. Ellerimin altında duran aleti hafifçe oynatınca halkalar deriye çarparak sesler çıkardı.

"Ben de mi öğrensem?" dedim ani bir istekle.

"İstersen öğrenebilirsin. Yakında yeni kayıtlar başlayacak," dedi Dicle.

"Bunu düşüneceğim," dedim ve arbaneyi ona verdim.

"Bittiyse gidelim mi?" dedi Demir.

"Bitti abi. Eşyalarımı toparlayıp hemen geliyorum." Dicle yanımızdan uzaklaşırken kırklı yaşlarının başında olduğunu gösteren arbane hocası çıkacağı sırada Demir'i görünce ona selam verdi ve kısa bir muhabbete giriştiler. Kenarda durmuş onları dinlerken kulağıma dolan sesle tüylerim diken diken oldu. Bacaklarım benden bağımsız beni biraz ileride kalan odaya doğru götürdü. Odanın kapısına geldiğimde içerde tek başına piyano çalan esmer bir kız gördüm. Kız telefonu çalınca parmaklarını piyanodan çekip telefonunu açtı. Kulağı ve omzu arasına sıkıştırdığı telefonunun ardından piyanonun üstüne bıraktığı çantasını aldı.

"Tamam baba, geliyorum," dedi ve yanımdan hızla geçerek gözden kayboldu.

Yavaş adımlarla piyanoya yaklaştım. Karıncalanan parmaklarım beni zorluyordu. Nefesim sıklaşınca derin ve titrek bir nefes alıp verdim. Siyah renkte olan piyanonun önüne vardığımda titreyen elimi kaldırıp dokunmak istedim ama yapamadım. Elimi tekrar geri çekip yumruk haline getirdim.

Uzun zamandır piyano çalmamıştım. Evimizin salonunda her daim bulunan beyaz rengindeki piyano, annemin en sevdiği enstrümandı. Kışın uzun geçen gecelerinde şömine eşliğinde annem bize küçük bir konser verirdi. Piyano çalarken tüm dertlerini içinden akıtıyordu sanki, o anlarda yüzünde huzurlu bir ifade hakim oluyordu. İşte bir kadın daha müziğe sığınarak acılarının sesini böyle duyuruyordu. Annem onu yurda bırakan ailesini hiçbir zaman tanımamış, hayatı boyunca kimsesiz damgası yemişti ve bunun getirdiği zorlukları yaşamıştı.

O, çalmayı kaldığı kimsesiz yurdundaki bakıcısından öğrenmişti ve bana da öğretmişti. Annem ile henüz on yaşındayken yaşadığımız bir anım aklıma gelince burukça gülümsedim.

...........

Minik parmaklarım piyanonun siyah beyaz tuşları üzerinde gezinirken bir türlü annemin öğrettiği gibi çalamıyordum. En sonunda sinirlenerek sertçe parmaklarımı tuşlara geçirince rahatsız edici bir ses piyanodan yükseldi.

"Of! Yapamıyorum anne!" dedim ağlamaklı ifademle. Annem zarif gülümsemesiyle kıvırcık saçlarımı okşadı.

"Sabırlı olmalısın meleğim. Enstrüman çalmak sabır ve zaman gerektirir. Sen de sıkı çalışırsan öğrenirsin."

"Ama ben hemen öğrenmek istiyorum, tıpkı senin gibi."

"Hemen öğrenemezsin tatlım, ne dedim ben? Sabretmeli ve çok çalışmalısın. Hadi devam et."

Annemin teşvikiyle birlikte parmaklarım tuşların üzerine yerleşerek tekrar çalmak için hareket etti. Sonlara doğru bozulsa da bir kısmını hatasız çalabilmiştim.

"Biraz oldu gibi," dediğimde annem saçlarımın arasına şefkatli bir öpücük bıraktı.

"Olacak! Benim kızım isterse başarır," dedi inatçı ve istediğini alan yapıma vurguda bulunarak. Gülümsediğimde annem de kafasını oynatarak bir kere daha çalmamı istediğini belirtti. Aynı parçayı çaldığımda annem de şakağını eline dayadı ve gözlerinde hiç bitmeyen sevgi ile beni izlemeye başladı.

..........

Gözlerimin önünde canlanan o gün, burnumun direğinin sızlamasına neden oldu. Dolmaya başlayan gözlerim görüş açımı bulanıklaştırdı.

"Hadi meleğim," diyen annemin sesini duymamla donup kaldım. Bu bir hayal miydi yoksa gerçek miydi bilmiyordum ama tıpkı o günkü gibi bana gülümseyerek bakan annemdi.

"Anne," diye fısıldadım. Güzel yüzüne özlemle baktım. Başını hafifçe salladığında benden istediğini gerçekleştirmek için piyanonun önündeki sandalyeye oturdum. Ellerim bu sefer kendinden emin bir şekilde tuşların üzerine gitti. Piyanoyu sevgiyle okşayıp çalmak için kendimi hazırladım. Önce parmaklarımdan sızan yumuşak bir melodi, notalarla buluşarak tuşlardan yükseldi.

Annemin varlığını hissedebiliyordum. Sanki yanımda oturuyordu. İçim özlemle burkuldu. Parmaklarım annemin en sevdiği şarkıyı çalmak için notalarda dolandı. Sesim, o şarkıyla bütünleşmek için dudaklarımın arasından sözlerini serbest bıraktı.

Anladım, sonu yok yalnızlığın

Her gün, çoğalacak

Her zaman böyle miydi? Bilmiyorum

Sanki dokunulmazdı çocukken, ağlamak

Alışır her insan, alışır zamanla

Kırılıp, incinmeye

Çünkü olağan yıkılıp, yıkılıp

Yeniden ayağa kalkmak

İçimde kopan büyük fırtınalar vardı, yüreğimde yanan harlı ateşler beni cayır cayır yakıyordu. Özlem en dayanılmaz haliyle ruhumu kuşatıyordu.

Gözlerimi yumdum ve şarkıyı ezbere çalmaya devam ettim. Yanımda varlığını hissettiğim annemin parmaklarının benimle piyanonun tuşlarında gezindiğini de hissedebiliyordum. Şarkıyı kısık sesle söyleyerek bana eşlik ettiğini de hissettim. Buradaydı, yanımdaydı. Şarkının nakarat kısmında sesim hafifçe yükseldi, alçaldı ve dümdüz ilerledi.

Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte

Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette

Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum

Hadi gelin üstüme korkmuyorum

Nakaratın son cümlesini vurgulayarak sesimle buluşturduktan sonra tekrarladım. Sesim piyanodan çıkan melodi ile ahenk içindeydi. Nakaratın diğer kısmına gelince daha güçlü, daha tiz ve daha hissederek okudum. Odada yankılanan sesim duvarlara çarpıp yeniden bana ulaşıyor, kulaklarımdan içeri sızıp yüreğimdeki özleme dokunuyordu. Yine annemin sesini duydum. Benimle beraber söylüyordu.

Bulutlar yüklü ha yağdı, ha yağacak üstümüze

Tıpkı gözlerimde biriken yaşlar gibi, tıpkı içime sığamayan özlem ve acı gibi...

Hasret, yokluğunla ben baş başayız! Nihayet!

Son cümle ağzımdan beni parçalayarak çıkmıştı, kalbimden akan kanlar sözcüklere bulaşmıştı. Sözler kan kırmızısıydı, acının alevli ateşiydi... Ruhumu darağacına asan melodi ve şarkı tıpkı boğazıma konulan ip gibi nefesimi kesiyordu.

Şarkı bitti, parmaklarım durdu, annemin yanımda hissettiğim varlığı kayboldu. Onu yanımda hissetmek bile çok güzeldi. Gözümden küçük bir yaş düşüp burukça gülümseyen dudaklarımın üzerine doğru yol aldı. İçimden akan acının kaynattığı gözyaşlarım dudaklarıma yayıldı ve ben o gözyaşını içimi yakacağını bile bile tekrar yuttum. Tuzlu tadı bir alev gibi damağıma dağıldı.

"Seni çok özledim anne," dedim, titreyen sesim fısıltıyla çıkmıştı.

Sol tarafımda kalan kapıda hissettiğim hareketlilikle başım o yöne döndü. Dicle ile Demir kapıda durmuş, beni izliyorlardı. Dicle'nin gözleri de benimki gibi dolu doluydu. Demir ise kahvelerine hüznü serpiştirmişti. Hala piyanodan kopamayan ellerimi sonunda ayırdım ve yüzümü ıslatan yaşın bıraktığı ıslaklığı silip burnumu hafifçe çektim.

Oturduğum yerde acıdan uyuşan bedenimle ayağa kalktım. Kapıya doğru yürüdüğümde ikisinin de bakışları üzerimden ayrılmamıştı.

"Gidelim." Sesim çatallaşmıştı. İkisinin arasından, bıraktıkları boşluktan sıyrılıp kendimi dışarı attım. Masmavi olan gökyüzüne kaldırdığım bakışlarımla derin derin nefesler aldım. Temiz havanın içimdeki acıyı da söküp almasını istedim ama o acı hiçbir zaman oradan ayrılmayacaktı, daima içimde benimle beraber yaşayacak, o ateş hiçbir zaman sönmeyecekti. Özlem acının ateşini harlayarak diri tutacaktı, sönmesine müsaade etmeyecekti. Ama bu acının beni öldürmesine izin vermeyecektim, acıyla yaşamayı öğrenecek, alışacaktım. Bitmeyecekti ama ikimizde birbirimize alışacaktık.

Onlar da geldiğinde arabaya binmiştik. Üzerime çöken ağırlık ile kendimi bir külçe misali koltuğa bırakmıştım. Demir arabayı alışveriş merkezine sürdü. Dicle arkada oturmuştu. Öne doğru kaydı ve kafasını öndeki iki koltuğun arasından uzattı.

"Çok güzel piyano çalıyorsun, zaten sesine diyecek bir şey yok," dedi sevecen bir tavırla.

"Dicle!" diyerek onu uyardı Demir. Sanırım üzüleceğimi düşünüyordu. Bana baktığında ona başımı sorun yok anlamında sallayıp hafifçe tebessüm ettim. Dicle de pot kırdığını sanarak mahcup gözlerle bakıyordu.

Onu rahatlatmak adına gülümsedim. "Teşekkür ederim canım. Annemden öğrendim," dedim.

"Ya! Ne güzel," dedi ve iç çekti.

"Sen de çok güzel arbane çalıyorsun."

"Daha yeniyim ama."

"Olsun, eminin başaracaksın," dedim ve annemin bana söylediği sözleri Dicle'ye söyledim. "Annem her zaman bir enstrüman çalmak için sabır ve zaman gerektiğini söylerdi."

Başını sallayan Dicle, "Evet, hemen olmuyor maalesef," dedi.

Geri kalan yolu biraz daha sohbet ederek bitirmiştik. Sonunda alışveriş merkezine vardığımızda Demir arabayı park edeceğini söyleyerek arabayla beraber uzaklaştı. Dicle ile kol kola alışveriş merkezinin içine girdiğimizde beni direkt mağazalara doğru çekiştirdi. İlk girdiğimiz mağazadan ikimiz de bir şey beğenmeyip çıktık. Vitrininde ilgimi çeken bir başka mağazaya yöneleceğimiz sırada karşımıza çıkan adam ile durmak zorunda kaldık.

"Servet abi?" dedi Dicle şaşkınca.

"Merhaba Dicle. Güzel bir tesadüf oldu, nasılsın?" dedi. Adamın ara ara üzerime kayan bakışlarından hoşlanmamıştım. Sarışın, mavi gözlü ve uzun boylu bir adamdı.

"İyiyim teşekkür ederim, sen nasılsın?" dedi Dicle.

"İyiyim sağ ol," dedi ve bana baktı. "Bizi tanıştırmayacak mısın?"

"Kuzenim Melek," diyen Dicle bana hitaben, "Servet abi de akrabamız," dedi. Demir oldukça geniş bir ailemiz var demişti ve kim bilir daha tanımadığım kaç akrabam vardı.

Adam bana elini uzatınca eline bakakaldım. "Dedelerimiz kuzen," diyerek ekledi Servet.

Havada kalan elini mecburen tuttum. Adamdan kötü bir enerji almıştım. Nedense ondan pek de hoşlanmamıştım. Hele ki gözlerimin içine alenen, dik dik bakmaya devam edince iyice rahatsız olmuştum. Tenine değen tenim beni huzursuz ederken elimi elinden acele ederek çektim.

Zoraki bir gülümsemeyle, "Memnun oldum," dedim.

"Ben de çok memnun oldum," dedi. Fazlasıyla iticiydi. "Müsaitseniz yukarıda oturup, bir kahve içelim."

Kaşlarım çatıldı. "Teşekkür ederiz ama fazla zamanımız yok," dedim.

"Evet, pek zamanımız yok Servet abi, başka zamana," dedi Dicle. "Neyse, görüşürüz Servet abi."

Adam gözlerini üstümden ayırmadan, "Görüşürüz," dedi.

Dicle ile adamı arkamızda bırakıp az önce girmek istediğim mağazaya doğru yürüdük. Arkama baktığımda adamın gözlerinin hala üstümde olduğunu gördüm. Bu adam neden bana bakıyordu? Önüme dönüp kafamı iki yana salladım. Mağazaya girdiğimizde ikimiz de o adam hakkında konuşmayarak kıyafetlerin arasına daldık. Dicle birkaç parça deneyip beğendiklerini ayırdı.

Askıların arasından elime aldığım elbiseleri denemek için kabine girdim. Üstümdekileri çıkarıp önce siyah elbiseyi giydim. Elbisenin ön kısmı boğazıma kadar kapalıydı. Kalın askılıydı ve eteği dizimin biraz üstündeydi. Vücudumu saran elbisenin sırtı ise esmer tenimi fazlasıyla açıkta bırakacak kadar cesur bir dekolteye sahipti.

İçime pek fazla sinmese de Dicle'ye göstermek için kabinden çıktım. Abisine hararetle bir şey anlatan Dicle'nin bakışları beni buldu. Baştan aşağı beni süzünce gözlerindeki beğeni artmaya başladı. Demir kardeşinin nereye baktığını anlamak için arkasını döndü. O da bedenimden alevler yükseltecek derecede keskin bakışlarıyla beni süzdü. Kahveleri koyu bir hal aldı.

"Vay be! Çok yakışmış. Bir de arkanı döner misin?" diyen Dicle'ye uyarak etrafımda yavaş hareketlerle bir tur döndüm.

"Oha!"

Dicle'nin gözleri kocaman açılmıştı. Demir'in de kaşları alnında sayamayacağım kadar çok kırışıklık oluşturacak şekilde çatılmıştı. Ağzının içinden yine homurdandı.

"Yakışmış mı?" dedim.

Dicle yanıma gelip tekrar sırtıma baktı. "Çok yakışmış da seni bu elbiseyle havada kaparlar Melek. Görücüler bu sefer konağın kapısına çadır kurup, seni almadan gitmezler," dedi ve güldü.

Gözlerimi devirip, "Saçmalama Dicle!" dedim.

Demir'e, "Sence nasıl durmuş?" diye sordum. Düşüncelerini merak etmiştim.

"Yakışmamış," dedi sertçe.

Ağzım şaşkınlıkla açık kaldı. Böyle net ve sert bir cevap beklemiyordum. "Sağ ol ya! Çok incesin," dedim dalga geçerek.

"Yalan söylememi mi isterdin?" dedi sinirle.

"Bu kaba haline tercih ederdim!"

Beni tekrar tepeden tırnağa süzünce, "Ya sabır," diyerek homurdandı. Bakışlarını başka yöne çevirdi ve kirli sakallarını pek de nazik olmayan bir şekilde sıvazladı.

Gözlerimi kısıp, "Alıyorum!" dedim bir anlık kararla. Demir, başını tıpkı ani kararım gibi hızla bana çevirdi. Bakışlarındaki öfke, fırtınalar kopartacak kadar şiddetliydi. Fakat buna rağmen sesini çıkarmadı.

Dicle 'nin bakışları ikimiz arasında gidip geliyordu. Üstelik hiç saklamadan sırıtıyordu.

Koluna küçük bir çimdik attığımda irkildi. "Ne oldu be?" Cırlamasıyla yüzümü buruşturdum. Sadece onun duyacağı bir sesle, "Kes sırıtmayı!" dedim.

Onu uyardığım halde yine sırıttı. "Ama çok tatlısınız," dedi.

"Dicle!" dedim öfkeyle.

Ağzına fermuar çeker gibi yapıp, "İyi, susuyorum ama az kaldı," dedi. Demir de bana az kaldığını söylemişti. Neye az kalmıştı? Bu iki kardeş ne diyordu böyle?

"Neye az kaldı?"

Omzunu silkti. "Hiç," dedi kelimeyi gereğinden fazla uzatarak. Ardından daha başka bir şey sormamı engellemek için Demir'in yanına geçti.

Sıkıntıyla nefesimi verdim. Onlara arkamı dönüp kabine girdim. Üstümden çıkardığım siyah elbiseye burun kıvırdım. Beğenmemiştim ama inat ederek alacığımı söylemiştim. Elbiseyi askıya asıp bir diğerini denemek için elime aldım. Mor rengindeki elbiseyi üstüme geçirince kabinin aynasından kendime baktım.

Elbise omuzlarımı açıkta bırakmıştı, ne ince ne de kalın olan bir askıyla boyundan bağlamalıydı. Göğsümün üzerindeki kumaşı büzülüyordu ve ince bir çizgi halinde tenimi açıkta bırakacak penceresi vardı. Bu elbise de diğeri gibi üzerime oturmuş, tüm vücudumu sarmıştı. Etekleri dizimin altındaydı ve sırtı çok fazla açık değildi, kıvırcık saçlarım, bir örtü görevi görerek sırtımı kapatıyordu. Mor elbiseyi daha çok beğenmiştim.

Kabinden çıktığımda Demir'in surat ifadesinde daha kötüsünü bekler gibi bir hal vardı. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Dicle ise yere ritim tutturduğu ayağıyla gözlerini etrafta dolandırıyordu. Bir süre sonra ikisinin de gözleri bana döndü.

"Melek! Bu elbise sana daha çok yakıştı!" dedi Dicle.

Gülümsedim. "Evet, bence de güzel oldu."

Demir 'in çatık kaşları düzeldi, gözlerinde saklamadığı hayranlıkla beni seyretmeye başladı. Böylelikle ona sormadan cevabımı almış oldum. Akşam bu elbiseyi giyeceğime karar verip, siyah elbiseyle beraber birkaç parça daha alarak alışveriş merkezinden çıktık ve eve gitmek için yola koyulduk.

.........

Tüm aile düğünün yapılacağı mekana geldiğimizde bize ayrılan masaya oturduk. Erkekler de karşı masalara yerleşmişti. Açık havada yapılan kır düğünü oldukça kalabalıktı. Neredeyse bütün masalar dolmuştu. İnsan kalabalığının oluşturduğu gürültü, havaya karışıyordu.

Zühre ile annesi bizim masamıza Nergis Hanımın daveti üzerine oturunca sinirle soludum. Kendime engel olamayarak Zühre'yi süzdüm. Mavi bir elbise giymişti. Elbisesi uzundu ve göğsünden beline oturan elbisenin etekleri bollaşarak ayaklarına doğru uzanıyordu. Sarı saçlarını ensesinde toplamış, yüzüne yakışan sade bir makyaj yapmıştı. Gerçekten güzel olmuştu. Nergis Hanım Zühre ile fazlasıyla ilgilendi, kızı öven sözleri havada uçuştu. Zühre ise yine yüzüne kondurduğu utangaç gülümsemesi ve masum ifadesiyle çekingendi.

Masaya bıraktığım telefonum çalınca daha sakin bir yere geçmek için ayaklandım. Mekanın arka tarafına geldiğimde tek tük insandan başka pek de kimse yoktu. Telefonu açıp kulağıma dayadığım esnada müziğin çalması büyük talihsizlik olmuştu. Mert 'in sesi kulaklarıma zar zor dolarken ne dediğini anlayamıyordum.

"Mert şu an müsait değilim, seni daha sonra arayacağım," dedim sesimi biraz yükselterek.

O da gürültüyü duymuş olacak ki bağırdı. "Melek! Neredesin?"

"Şu an bir düğündeyim, sonra konuşalım."

"Tamam ama mutlaka bana dön," dedi.

"Bir sorun yok değil mi?" dedim telaşla.

"Merak etme, bir şey yok," dedi ve devamında bir şeyler daha söyledi ancak giderek artan müzik sesi yüzünden duyamamıştım. Telefonu yüzüne kapatıp ona eve geçince arayacağıma dair kısa bir mesaj çektim.

"Melek!"

Arkamdan bana seslenen kişi ile duraksadım. Ona doğru dönüp de göz göze gelince bugün alışveriş merkezinde karşılaştığımız adam olduğunu gördüm. Gözlerinde farklı ve rahatsız edici bir bakış vardı. Vücudumda alenen gezinen bakışları yerimden huzursuzca kıpırdanmama neden oldu. Gözleri yüzüme çıkınca gülümsedi. Yakışıklı bir adamdı, bunu inkar edemezdim fakat fazlasıyla iticiydi. Özellikle üstümde tuttuğu bakışlarıyla içim sıkılıyordu. Bu adamın niyetini anlamıştım ancak etrafımda bu kadar dolanması beni öfkelendirmeye başlıyordu.

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum canlarım.



Şimdiden hepinizin kurban bayramını kutluyorum, ailenizle ve sevdiklerinizle geçireceğiniz nice bayramlarınız olsun 💙

İnstagram hesabım: yusra.ergunn

Tiktok hesabım yusraergnkitapları

Continue Reading

You'll Also Like

11K 14 1
~Özgürlük yoldan çıkmak değil dilediğin yoldan gitmek ~ Onlar Özgürlükleri için evden kaçan iki genç kız , gittikleri şehirde kendilerine bir yuva ar...
1M 44.5K 42
0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kategorisinde 1.S...
1.3K 101 5
Güle ulaşmak için dikenlerinde kanamak gerekir.
12.7M 219K 25
(Eski Adı: Beşik Kertmesi) İnsanın kaderi ne zaman yazılmaya başlar? İnsanın kaderi kaç kez yazılır? İnsan kaderini değiştirebilir mi? Melek ve Yiğit...