Lavantalar Öldüğünde

By valdyraine

7.7K 546 795

Çocukluğundan beri hayatını kontrol eden mental sorunlarla aldığı her nefeste mücadele etmekte olan Eylül, bi... More

Sayısız Maske
I. Asla Yenilemezsin
II. Miladınla Tanışmak
III. Geçmişin Anahtarı
IV. Gölgeler Şafağı
VI. Kül Sızı ve Sancılar
VII. Kriz Tohumları
VIII. Buzdan Kalenin Çelik Duvarları
IX. Enkazdan Artakalanlar
X. Kırılan Kabuk Sesleri
XI. Katabasis Köprüsü
XII. Kırık Taç ve Camdan Yürek
XIII. Ruh Nekrozu
XIV. Kırık Anahtar

V. Dilemmalar Arasında

279 29 29
By valdyraine

BEŞİNCİ BÖLÜM
"DİLEMMALAR ARASINDA."

bölüm şarkısı:
ruelle - madness.






Aydınlığın içinde kaybolup kendimi uçsuz bucaksız bir uçurumda sürüklenirken bulmamın üzerinden yalnızca saniyeler geçtikten sonra gözlerimi gerçek dünyaya açabildim ve o an tek düşündüğüm, ne kadar büyük bir acı içinde olduğumdu. Kirpik diplerim sızlarken kaskatı bir hal almış olan boynumu hareket ettirip etrafıma bakınmaya başladım. Henüz neler olduğunu idrak edememişken hemen yanımda, başı hâlâ yerde olan Kuzey kıpırdanınca bedenimi güçlükle ona doğru çevirip uyanmasını bekledim.

Dört bir yana saçılmış cam kırıkları arasında uzanıyorduk ikimiz de ve bize ne olduğuna dair en ufak bir fikrim dahi yoktu. Kuzey'in bana ikinci dünya hakkında bahsettiklerini unutmamıştım fakat duyduklarım yaşadıklarımın yanında neredeyse bir hiçti. Bütün omurgama yayılan ağrının şiddeti artarken zihnime akın eden soruları durdurmaya çalışmadım çünkü onlardan kaçıyor değildim, yalnızca hepsini bir düzene koymam gerekiyordu. Ne var ki nereden başlamam gerektiğini bilmiyordum, daha da kötüsü bilmediğim tek şey bu da değildi. Köşeye sıkışmış gibi hissediyordum, cevapsız sorularımın altında ezilirken korku bilincimi çoktan işgal etmeye başlamıştı ve ona engel olamıyordum.

Korkuyordum, bildiğim tek şey buydu.

Kendimi toparlanmaya zorlayıp ayağa kalkarken Kuzey de gözlerini aralayıp doğruldu ve başını yukarı kaldırıp bana baktığında "Az önce neler olduğunu açıklamak ister misin?" diye sordum içimde tutmakta zorlandığım bir öfkeyle. Başını onaylayan bir ifade ile sallarken o da ayağa kalktı fakat henüz yaşananların etkisinden kurtulamamış gibi görünüyordu.

"Daha önce ikinci dünyaya geçtiğimde her şey daha farklıydı, o yüzden ben de bazı şeyleri anlamlandırmaya çalışıyorum," derken dengesiz adımlarla masasına gitti. Çekmecelerden bazılarını karıştırdıktan sonra bir tanesinden deri kaplı bir defter çıkarıp içine hızlıca bir şeyler yazmaya başladı. Kendi kendine "Sanırım bir şeylerin değişmesi için birbirimizi bulmamız gerekiyormuş," diye fısıldadığında sorumu görmezden geldiği için sinirlendim.

"Daha önce ne olduğuyla ilgilenmiyorum, buraya daha iyi hissetmek için geldim, yeni dertler edinmek için değil. Bana burada neler olduğunu açıklamak zorundasın."

"Sorun da bu," diye cevap verirken defteri kapattı ve başını tekrar bana çevirirken doğruldu.

"Açıklayamam çünkü ben de tam olarak bilmiyorum. Zamanda yolculuk değil, rüya hiç değil, zihnimizin bize bir oyunu da olabilir. Hastalık mı? Belki. Bir sürü tahmin yürütebiliriz fakat gerçeğin ne olduğunu hiçbirimiz tam anlamıyla bilmiyoruz. Kısıtlı bilgiye sahip olmak, inan, beni de çaresiz hissettiriyor fakat cevaplarımızın diğer tarafta olduğuna inanıyorum, bunun peşinden gitmek zorundayız."

Beni bu karmaşaya sürükleyen adamın en az benim kadar olanlardan bihaber olması sinirlerimi bozduğu için histerik bir şekilde gülmeye başladım. Yaşadıklarım konusunda uzman olduğunu söyledikleri kişiden aldığım tek cevap, onun da hiçbir şey bilmediğiydi ve zaten kendimle olan savaşım yeterince zorluyken mücadeleme yeni düşmanlar eklemiş olmasına tahammül edemiyordum. Hiddetimi dizginlemek için dişlerimi bastırdıktan sonra "Hiçbir şeyin peşinden gitmek zorunda değilim," dedim son kelimenin üzerine vurgu yaparak ve hızlı adımlarla kapıya doğru yürüdüm.

Kapıyı çarpıp gitmeden hemen önce "Mecbur kalacaksın," dedi Kuzey ardımdan fakat onu duymazlıktan geldim. Öfkeyle sert adımlar atarken şakaklarıma çakılan çivileri tenimin içine gömmek ister gibi iki elimi alnıma bastırmaya başladım ancak en ufak bir etkisi dahi olmadı. Yürümeye devam ederken aniden koridorun sonunda Sophie görününce karnıma ani bir ağrı girdi ve midem bulanmaya başladı. Burada olmamın sebeplerinden biri olduğu için ona karşı şimdiye kadar hiç olmadığı kadar öfke doluydum, sesini duymaya tahammülüm olmadığı için adımlarımı hızlandırdım ve yanından geçip gittim.

Beni takip etmese de hiddetim büyüdü içimde, dişlerimi sıktıkça sıktım, kaskatı kesildi çenem. Hiçbir şey değişmiyordu, belki de değişmeyecekti ve her şeyin daha da kötüleşmesi ihtimali dahi vardı. Buraya hiç gelmemeliydim, diye geçirdim içimden lakin üç saniye sonra gözümün önüne annemin hüzünlü gözleri gelip kulaklarımda babamın endişeli sesi çınlayınca neden burada anımsadım bir kez daha. Beni tüketen obsesyonlara, onları takip eden kompülsiyonlara, zihnimi ele geçiren şeytanlara, anksiyete ataklarına, korkularımla birlikte kalbimi saran kaygılara, gördüğüm hayali insanlara alışmıştım yıllar boyunca ve bu yüzden artık kendimden çok ailem için iyileşmek istiyordum yalnızca.

Odama döndükten sonra kendimi hızla banyoya hapsedip avucumu temizlemeye başladım. Ilık su yaranın üzerini sararken kan karanlık çizgiden akmaya devam ediyordu. Dört damla sabun dökülen tenimi ovuşturup muhtemel hastalık etkenlerini uzaklaştırma çabası içine girdim ancak bunu bir defa yapmam yeterli gelmedi. Aynı dört damla tekrar buluştu elimle, sonra bir kez daha, ardından birkaç kez daha, saymayı bıraktım. Saniyeler akıp giderken yine bir kavgaya tutuştu iblislerim, elimi yıkamaya devam etmem için bağırıyordu bana biri, diğeri ise suyu israf ettiğimi söyleyerek azarlıyordu beni. Bir süre dinledim onları fakat sonra ikincisine hak verip musluğu kapattım ve havluyu avucuma bastırarak dışarı çıktım.

Yatağın ucuna oturup pencerenin ardındaki aydınlık yaz havasına bakarken içeride her şeyin ne kadar karanlık hissettirdiğini düşündüm. Aslında dışarıdayken de durum çok farklı değildi ancak şimdi orası öylesine parlak ve burası zifiri karanlıkken gittiğim yerlerden güneşin kaçtığını fark ediyordum. Dokunduğum yerlerin rengi çekiliyordu sanki, odanın dört duvarı da gri gibiydi şimdi. Oysa zihnimi ne kadar derin bir çukura benzetirsem benzeteyim, uçurumun köşesinde hep rengarenk bir çiçek açardı. Ona tutunurdum çaresizce, geleceği düşünürken ona bakardım. Kendi alanımdan mezun olduktan sonra çift anadal olarak eğitim aldığım bölümü de başarılı bir şekilde bitireceğim son yılımın başlamasına kısa bir süre kalmışken önümdeki aylar içinde ayakta durmama yardım edecek dayanağım da yine oydu.

En azından ben öyle sanıyordum.

Öyle ummuştum.

Ne var ki oturduğum yerde hayatımın bulunduğu noktayı düşünürken kalbim sıkışıyor, beynimin kıvrımlarına dolan sorular yüzünden soluğum kesiliyordu. Artık güçlükle emin olabildiğim düşüncelerim de zayıf da olsa tutunabildiğim ümitlerim de şüpheliydi. "Ya Kuzey'in sana söylediği her şey yalansa ve bütün bunların ardında başka bir amaç varsa?" diye soruyordu düşünce iblisim. Bilediği tırnakları tenimi aşıp saçlarıma dolanıyordu.

"Ya oradayken yanlış bir şey ya da düzeltilemeyecek bir hata yaparsan?"

Ona katılarak ayağa kalktı vahşi iblis, ayağını yere vurup "Peki birine zarar verirsen ne olacak? Belki de kendini incitirsin," dedi sesi giderek solarken. Saçlarımın arasından kayıp omzumun üzerinde dururken tırnağının ucuyla yanağımı çizmeye başladı.

"Daha da kötüsü sevdiklerini... İkinci dünyaya geçtiğin için ailenin başına bir şey gelirse ne yapacaksın? Oradayken buranın kontrolünü sağlayamazsın."

O susunca fısıltısını yine düşünce iblisi devraldı, o da diğer omzumu esir almıştı.

"Şimdi bile zar zor idare ediyorsun, her şeyi daha da kötüleştirirsen nasıl yaşayacaksın? Kendi ruhun altında ezilirken başkalarının hayatlarını taşımak seni nasıl bir duruma sokacak, tahmin edebiliyor musun? Kendini tamamen kaybetme riskini alacak mısın?"

Söyledikleri her bir sözcük içimde en serin rüzgârların esmesine neden olurken tenimin buz tutup kemiklerimin donmasına mâni olamadım. Her zaman yaptığım gibi tırnaklarımı avucuma bastırmadım, bu kez havlunun ardındaki yarayı ezdi parmak uçlarım. Haklı oldukları için üşüyordum yahut haklı olduklarına beni inandırdıkları için, her halükârda teslim olmuştum. Soğuk bir gözyaşı düşünce yanağıma uyandım ve başımı iki yana sallayıp bir daha ikinci dünyaya geçmeme kararı aldım. Kuzey'in söylediklerinin doğru olup olmadığı ya da bana ne olduğu umurumda değildi, ailemi kendim için asla riske atmayacaktım.

Kararlılıkla oturduğum yerden kalktığımda avucuma yerleşen sızıyla birlikte elimdeki yaraya çevirdim gözlerimi. Tırnaklarını bastırdığım için tekrar kanamaya başlamıştı, diğer yandan temizlik iblisim de bölgenin kirli olduğunu, temizlemezsem enfeksiyona yol açabileceğimi söyleyip duruyordu. Bu yüzden önce kıyafetlerimi değiştirdim, ardından telefonumu arka cebime sıkıştırıp hışımla odadan çıktım ve duvardaki yönlendirmeleri takip ederek revire doğru yürümeye başladım. Giderek yoğunlaşan kanın arasında gezinen küçük mikroorganizmalar olduğunu düşünmek midemi bulandırdığı için yanımdan geçip giden insanların bakışlarını umursamadan biraz daha hızlandırdım adımlarımı.

İlerleyişim son bulduğunda durup içeride neler söyleyeceğimi düşündüm kısaca, aklımda bir senaryo olmadığında her zamankinden daha gergin oluyordum. En azından revirin kapısı açıktı ve eşikte durduğumda tam karşıdaki masada oturan hemşire bana gülümseyip ayağa kalktığında kendimi biraz daha rahat hissetmiştim. Henüz tek kelime dahi söylememiştim ki avucumdan bileğime akan kanı gördü ve telaşla yanıma gelip "Ne oldu böyle?" diye sordu elime doğru eğilerek.

"Bir an başım döndü, elimdeki bardağı düşürmüşüm, sonra da kendim düştüm ve elim kesildi."

"Yemekhanede cam bardak kullanılmıyor, bardağı nerede buldun?"

Hemşirenin hızla solan gülümsemesini yakaladım, ardından doğrulup bana kısık gözlerle bakışını. Aynı anda yemekhanedeki bardakların plastik olduğunu, fincanların da sayılı bulunduğunu ve tepsileri teslim ederken kontrol edildiklerini anımsadım. Bu daha çok, daha önceden gördüğüm fakat önemsemediğim bir detayı fark etmekti aslında.

"Kuzey Bey'le birlikteydim, bir an için kötüleşince bana su getirmişti."

"Anladım, lütfen içeri gel, kesiğin durumuna bakalım."

Sağa dönen hemşireyi takip edip küçük, aydınlık bir odaya girdikten sonra beyaz muayene masasına oturdum. Odanın diğer ucuna giden hemşire kısa sürede elindeki tepsiyle birlikte yanıma geldi ve sessizlik içinde pansuman yapmaya başlayınca gerginlik içinde etrafıma bakınmaya başladım. Böyle durumlarda bir şey söylemem gerekip gerekmediğini düşünürdüm daima, sessizliğin rahatsız edici bir yanı vardı ancak ben de iletişim kurma konusunda pek iyi değildim.

İçimdeki dilemmayı yenemedim ve böylece dakikalar geçti. Adını bilmediğim hemşire özenle sardı yarayı, böylece en nihayetinde temizlik iblisim kabuğuna çekildi. Kirli bezleri çöpe atıp eldivenlerini çıkarırken bir kez daha gülümseyerek "Çok derin değil ancak yine de temiz tutmak önemli, yarın sabah tekrar revire uğraman iyi olacaktır," dedi. Başımı sallayarak onu onayladım ve teşekkür edip ayağa kalktım ancak odadan çıkmaya vakit bulamadan yabancı bir adam eşikte belirince olduğum yerde kaldım. Arkasında beyaz maskeli iki kişi duruyor olması istemsizce savunma haline geçip geri çekilmeme sebep olmuştu.

"Eylül Hanım?"

"Neler oluyor? Siz de kimsiniz?"

Yabancı adam kısa bir baş selamı verip olduğu yerde yan dönerek bana dışarıyı işaret ederken "Ben Cavit Peker, burada çalışan psikiyatri uzmanlarından biriyim. Türkan Hanım haftalık görüşmenizi yapmak üzere sizi odasında bekliyor," dedi kısaca. Başka hiçbir detay vermemiş olması fazlasıyla rahatsız edici olduğundan kaşlarımı çattım.

"Ne için tam olarak?"

"Tedavinizin bir parçası olarak belirli zamanlarda hem psikolog hem de psikiyatrla görüşeceksiniz. Size verilen dosyada programınıza dair detaylar bulunuyor."

Elini tekrar ve ısrarla ileri uzatınca bu sefer hiçbir şey söylemeden gösterdiği yerden dışarı çıktım. Önümde ilerleyen doktoru takip ederken Türkan Hanım'la karşılaştığım ilk zamanı, isminin başında yer alan doktor ifadesi yer aldığını ve onun da soyadının Peker olduğunu anımsadım. Bu önemli bir detay olmayabilirdi fakat içinde bulunduğum durumda yeterince belirsizlik bulunduğu için daha fazlasını yok yere taşımak da istemiyordum. Sonunda soru işareti bulunan bütün kelimelerle cümlelerin ucu karanlık bir tünele çıkıyordu yalnızca, devam etsem kayıptım, geri dönsem kendime yakalanırdım.

Merdivenleri inip koridorda kısa bir süre yürüdükten sonra kapıdaki isimliği görüp geldiğimizden emin olduğumda içime çektiğim soluk ciğerlerime batmaya başladı. İçeri girdiğimde ellerimin buz kestiği fark ettiğim için kızdım kendime, kaygıların bedenime çektirdiği onca çilenin karşısında durmayı yıllardır beceremiyordum. Doktor beni ilk karşılaşmamızdaki gibi sevecen bir ifadeyle karşılamış olsa da içimdeki dürtüler bir şekilde onu düşman ya da tetikte durulması gereken bir yabancı gibi gördüğü için kalbim kemiklerimi sarsacak kadar hızlı çarpıyor, damarlarımdaki kan kaynıyordu.

"Hoş geldin Eylül, lütfen otur."

Onun işaretiyle birlikte masanın yanındaki koltuğa doğru ilerledim, aynı anda beni odaya getiren doktor ile gardiyanlar da dışarı çıktı ve kapı sessizce kapandı. Bedenimi sallamaktan çekindiğim için arkama yaslandım fakat Türkan Hanım'ın yüzüne bakamıyordum. Gözlerim, birbirine tutunan ellerimdeydi.

Kâğıtların kıpırdama sesleri arasında "Dosyanda okuduğum bilgiler bana durumun hakkında belli bir ölçüde fikir vermiş olsa da asıl olarak senin ne düşündüğünü, neler hissettiğini duymak istiyorum," dedi ve göz ucuyla masanın üzerine baktığımda ellerini dosyamın üzerinde birleştirdiğini gördüm.

"Bugüne kadar pek çok OKB hastası ile çalıştım Eylül, bazılarının başka psikolojik bozuklukları da bulunuyordu. Tıpkı senin gibi..."

Başımı kaldırıp ona baktığımda gözlerimde yalnız olmadığıma sevindiğimi gördüğünü biliyordum çünkü bana beni anladığını ve yalnız olmadığımı anlatmak ister gibi bakıyordu.

"Burada en sık kullandığımız metotlardan biri maruz bırakma ve tepki önleme yöntemidir ve başarı oranının yüksek olduğunu gördüğümüz için seninle de bu yöntem üzerinden ilerlemek istiyoruz. Diğer yandan ben de bazı ilaçlar kullanmanı istiyorum, bunlar sana yardımcı olacak," dedikten sonra önüne aldığı küçük bir kâğıda bir şeyler yazmaya başladı fakat ne yazdığını önemseyecek durumda değildim. İlaçların bahsinin geçmesi dahi mideme kramplar girmesine yetiyordu, isimleri bile başımı ağrıtıyordu.

"Kendin de haklarında bilgi edinmek istersin diye kullanacağın ilaçların isimlerini buraya yazdım, bugünden itibaren onları almaya başlayacaksın. Eğer herhangi bir yan etki görürsen hiç zaman kaybetmeden bana söylemeni rica ediyorum. Duruma göre dozlarında ya da ilacın kendisinde değişiklikler yapabiliriz."

Küçük notu isteksiz bir şekilde elime alıp düzenli harflerle yazılmış isimlere dudaklarımı birbirine bastırarak büyük bir huzursuzlukla baktım. İlaçların bana iyi gelmediğini biliyordum, hiçbir zaman iyi gelmemişlerdi, şimdi değişen neydi ki?

"Onları kullanmak istemiyorum," diye mırıldandım sıkkın bir ses tonuyla, kâğıt tırnağımın altında ezildiğinde üzerinde ince bir çizgi belirdi.

"Üzgünüm ancak böyle bir seçenek söz konusu değil."

"İyi gelmeyecekler, bunu siz de göreceksiniz," derken ayağa kalktım ve kendime cevabın hiçbir şey olduğunu söyleyip odadan çıktım. Kendimi bir kez daha aydınlık duvarlar arasında yürürken bulduğumda her nasılsa kilometrelerce koşmuşçasına yorgun, günlerdir gözlerimi kapatmamış gibi uykusuz hissediyordum. Öyle ki hiçbir şeyin karşısında duracak halim yoktu ve hayatın beni kendi rüzgârının içine çekmesine ve benliğimden uzaklara sürüklemesine sesimi çıkaracak gücüm de.

Zihnim hâlâ yaşadıklarımı sindirmeye ve anlamlandırmaya çalıştığı için bulanıktı, gördüğü her şeyi sorguluyor, duyduğun bütün kelimeleri defalarca mekanizmasında işliyordu. Hangi şehirdeydim şimdi, dünyanın neresindeydim? Dudaklarımın ucundaki kelimelerin anlamları neydi, aklımdan geçenlerin gölgesi hangi dile denkti? Bedenim şimdi buradaysa o anda nereye gitmişti, ruhum benimleyse dünyadaki izi silinmiş miydi?

Her şey o kadar belirsizdi ki kendimi içine zar zor sığdığım bir sandıkta sıkışmış gibi hissediyordum. Nefes almak bile zulümdü, nasıl kurtulacağımı bilmiyordum.

"Eylül?"

Dalgın bir şekilde yürürken nereye gittiğimin o kadar farkında değildim ki kendimi ansızın buradaki misafirlerin boş zamanlarını geçirebildikleri büyük salonda buldum ve Karya da tam karşımda duruyordu.

"Tanrım, eline ne oldu?"

Sanki o ana dek tenimi saran sargıyı görmemiş gibi elime donuk bir şekilde baktıktan sonra "Bardağı düşürdüm, avucum kesildi," diye cevap verdim. Aynı soruyu bu kadar kısa zaman içinde tekrar cevaplamak zorunda kalmış olmak biraz sinirlerime dokunmuştu.

"Kuzey'le olan konuşmanın iyi gitmediğini varsayıyorum o halde."

Dudaklarım olumsuz bir cevap vermek üzere aralandı ancak duraksadım ve gözlerimi devirerek kapattım kısa bir an için. Pencere kenarında karşı karşıya duran iki koltuğa doğru ilerlemeye başladığımda Karya da beni takip etti, tahminin doğru olduğuna inandığını düşünüyordum fakat durum aslında bundan çok daha karışık bir hal almıştı artık.

Oturduğum gibi üzerinde tek bir leke dahi olmayan camdan dışarı bakıp iç çektim, yaz güneşinin güzelliği belki de ilk defa ruhumu bu kadar bunaltıyordu. "Kuzey bana senin yaşadıklarından bahsediyor, bununla ilgili bazı belgeler gösteriyordu ve nasıl oldu bilmiyorum fakat bir anda kendimi bambaşka bir dünyada buldum," diyerek anlatmaya başladım. Koltuğunun ucuna geldi Karya ve şaşkınlıkla "İkinci dünyaya mı geçtin?" diye sordu.

Yalnızca başımı sallayarak onu onaylamakla yetindim. Onun aksine bu, beni heyecanlandıran bir deneyim değildi. Korkuyordum, kalbim endişeyle dolup taşıyordu ve kendimi fazlasıyla çaresiz hissediyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, yanlış bir adım atma kaygısıyla hareket etmeye bile çekinir olmuştum.

"Neredeydin peki, hangi yıldı? Kimin gölgesi oldun?"

Bu soruları o kadar normal bir şekilde soruyordu ki afalladım önce. Yaşadıklarım hâlâ uzun bir rüyaymış gibi geliyordu, o yüzden detayları aklımda toparlamak biraz zaman alıyordu. Orada geçirdiğim dakikaları gözümün önüne getirince "1940 yılının kasım ayıydı," diyerek konuşmaya başladım. Elimde tuttuğum gazetedeki kelimeler üzerinde gezindi bakışlarım, sonra aynada takılı kaldı bir kez daha.

"Berlin'deydim ve adım Frieda'ydı ancak onun kim olduğunu bilmiyorum."

"Çok uzak bir tarih değil, eminim annenin ya da babanın bir fikri vardır, onlara sorabilirsin. Belki de fotoğraflar arasında bulabilirler onu, ben öyle keşfetmiştim kim olduğunu. Onu görsen tanıyabilirsin, değil mi?"

Omuzlarıma düşen sarı bukleleri ve yüzüme yabancı birini izler gibi bakan yeşil gözleri hatırlarken başımı olumlu anlamda salladım.

"Evet lakin onu yalnızca aynadaki yansımamda görebildim, saçlarımı ellerimin arasına aldığımda yine kendi saçlarımı, yine kendi bedenimi buldum karşımda."

"Aynalar ruhu değil bedeni yansıtır çünkü. Gerçek kimliğin yalnızca gözlerle algılanabilir, sadece gölgeler tarafından görülebilir. Geriye kalan herkes seni Frieda olarak görecektir, aynı durum senin için de geçerli."

"O halde Kuzey'i gölgesi olduğu kişinin suretinde değil de kendisi gibi görmemin sebebi de bu."

Kaşlarını çatıp bana doğru hafifçe eğildi Karya, Kuzey'in adını duymayı beklemiyor gibiydi.

"Orada birlikte miydiniz? Bunu ilk defa duyuyorum, iki gölge aynı anda aynı dünyada."

"Bana daha önce oraya gittiğini ancak bu sefer bazı şeylerin farklı geliştiğini söyledi. Birbirimizi bulmamızın bir şeyleri değiştirdiğine inanıyor."

"Belki de," derken tekrar geriye çekildi Karya ve bacak bacak üstüne atarken birleştiği ellerini kucağına bıraktı. Bu ana dek yüzünde salt bir heyecan bulmuştum lakin şimdi farklı bir düşünceli hal dalgalanıyordu çehresinde.

Geriye yaslanırken cebimden çıkardığım telefonumun ekranında bana gülümseyen aileme hüzünlü gözlerle bakmaya başladım. İkinci dünyada yapacağım bir yanlışın onların hayatlarını tehlikeye sokacağına inandığım için isteğim dışında oraya sürüklenme fikri beni dehşete düşürüyordu. Frieda, annemin akrabası olmalıydı çünkü anneannesinin Alman olduğunu biliyordum. Nasıl bir bağlantımız olduğundan emin değildim lakin bir şekilde bana bağlıydı ve onun hayatındaki herhangi bir hatanın bugünü etkileme şansı vardı. En azından benim düşünceme göre bu böyleydi, emin olduğumu asla söyleyemezdim fakat bu, riske atılacak bir mevzu da değildi. Bu düşünceleri aklımdan defalarca geçirmek de bir fayda sağlamıyordu üstelik.

Hiç değilse aklımdaki bazı sorulara yanıt bulabilmek adına son yapılan aramalara girdim ve annemi aradım. Önceden provasını yapmadığım bir telefon konuşması aslında en büyük gerginlik sebeplerinden biriydi ancak bu durum söz konusu ailem olduğunda işlemiyordu yalnızca.

Telefon bir kere çaldı, nefesim boğazımda sıkışıp kalırken ikinci kez aynı ses kulağımın içinde yayıldı. Karşı tarafta annemin sesini duyduğumda sahte bir gülümseme yayıldı dudaklarıma, sanki görebilirmiş gibi.

"Ah, Eylül, kusura bakma lütfen, toplantıya hazırlık yapıyordum."

"Mühim değil anne, çok vaktini almayacağım. Sormak istediğim bir şey var."

"Elbette, söyle kızım."

Sahra'da yolumu kaybetmişim gibi kurumuştu dudaklarım bir anda, nefesim dahi çöl sıcağına denk süzülüyordu dişlerimin arasından. Yutkundum ve bakışlarımı dışarıda dalları hafifçe sallanan ağaca odaklayıp "Anneannenin adı neydi?" diye sordum. Bir süre düşündü annem, ben de sorunun kulağa garip gelmemiş olmasını umdum.

"Gisela Frieda."

"Ya kızlık soyadı?"

"Kızlık soyadı mı... Bir saniye."

Arka planda gelen kâğıt hışırtısını topuklu ayakkabıların sesi izledi, ardından bir çekmecenin açılma sesini duydum.

"Annemin kendi küçüklüğüne dair bir fotoğrafını cüzdanımda taşıyorum, yanında annesi duruyor," derken duraksadı ve ben de cüzdanını açtığını işittiğim fermuar açılma sesinden anladım.

"Soyadı da Beyersdorf, sanıyorum savaş sırasında Türkiye'ye taşınmıştı. Neden sordun bunu?"

Bunun hâlâ tesadüf olabileceği ihtimaline tutunurken "Burada konuşurken konusu geçti de ben de merak ettim," diye küçük bir yalan uydurdum. Ardından cesaretimi topladım ve annemden fotoğrafı bana göndermesini istedim. Mesajı bana ulaştıktan sonra kapatması gerektiği için sevinmiştim çünkü heyecandan yüreğimin varlığını boynumda hisseder olmuştum ve daha fazla konuşabileceğimi sanmıyordum.

Telefonu kapatıp gelen mesajı açtım ve gerçeklerle baş başa kaldım. Siyah beyaz fotoğrafta gülümseyen kadının yüzünü gördüğüm an, onunla aynada karşılaştığım dakikalara geri döndüm. Bir yıldırım düşer gibi oldu ekrana, tek bir göz kırpışımda karşımda, sonrasında camın ardındaydı.

Dudaklarımı ısırıp telefonun ekranını kapattıktan sonra Karya'nın merakla bana baktığını görünce yorgun bir nefes verip "Anneannemin annesiymiş," diye açıkladım durumu. Durumun üzerinde durdukça daha fazla daralıyordu ruhum.

"Garip bir durum olduğunun farkındayım fakat alışacaksın. Benim için de henüz yeni sayılır ancak ilk seferden sonra her şey biraz daha kolaylaşıyor."

"Oraya tekrar gitmeyeceğim."

Alaycı bir şekilde gülerken yapay bir hareketle kulağını örten saçları aşıp başını kaşıyarak bana baktı. "Bu konuda sana bir tercih sunulduğunu hiç sanmıyorum Eylül," derken dudakları başka bir çarem olmadığını göstermek istercesine sahte bir gülümseme ile yükseldi.

"En azından o aşamayı tamamlamadan bundan bir kurtuluş olduğunu düşünmüyorlar. Kuzey bana yalnızca gölgesi olduğun kişinin gölge taşıyanını gördüğünde o evrenin tamamlandığını ve basamağı aşabileceğimi söylemişti."

"Nasıl bu kadar emin olabiliyor peki?"

Çenesini düşürüp gözlerini irileştirerek kaşlarının altından bana bakan Karya, "Nasıl mı?" diye yalancı bir soru sordu. Bunu sormamı garipsemiş olmasını anlamlandıramadığım için aynı şekilde kaşlarımı kaldırıp gözlerimi büyüttüm ben de.

"Elbette babası sayesinde, uzun yıllardır bu durum üzerinde çalıştığı için farklı kademelerdeki hastaları inceleme şansı bulmuş bir şekilde."

Ne tür bir deliliğin ortasına düştüğümü sorgularken "Kaç tane basamak olduğunu biliyorlar mı bari?" diye sordum iğneleyici bir tonla. Cevabın olumsuz olması her şeyin daha da can sıkıcı bir hal almasına neden olsa da oraya dönmemekte kararlı olduğum için bunu önemsememeye çalıştım. İlk seferde hazırlıksız yakalanmıştım ancak beni tekrar almak istediğinde direnecek ve yabancı bir dünyanın beni içine çekmesine izin vermeyecektim.

Bunun üzerine ikimiz de sessizliğe büründük fakat bu hiç de uzun sürmedi. Oturduğumuz yerden dışarı bakarken ağaçlar arasında yürüyen siyah maskeli birini görünce hızla birbirimize baktık. Kısa sürede gözden kaybolsa da içimde onu takip etme hissi uyanmıştı ve aynı duyguyu Karya'nın bakışlarında da görüyordum. Yine de bu düşünce ikimiz için de yalnızca fikir olarak kaldı. Böylece arkama yaslandıktan sonra başımı koltuğa dayayıp tavanı izlemeye başladım.

"Bu gidişle sorunlarımı çözmek için geldiğim bu yerden aklımı kaybederek ayrılacağım, gerçekten trajikomik."

"Tanrım... Buraya gerçekten bunun için geldiğine mi inanıyorsun?"

Başımı kaldırdığımda Karya kollarını göğsünde birleştirmiş, az önceki alaycı halinin aksine ciddiyetle bana bakıyordu.

"Karşılaşmanızın tesadüf olduğunu sanıyorsun, değil mi?"

Şaşkınlıkla ona bakıp kaşlarımı çatınca içinden güldü ve başını iki yana sallayarak doğruldu. "Herkesi buna inandırıyor olmalı," diye eklediğinde içimde öyle keskin bir öfke doğdu ki ne yapacağımı bilemedim. Tanışma hikâyemizde bir şeylerin eksik olduğunu başından beri sezinliyordum lakin bu kadar kolay bir şekilde manipüle edilebileceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Her daim şüpheciydim, daima tetikte olmak zorunda hisseden bir yapım vardı ve bu yüzden neredeyse her adımı, her yapılanı sorgulardım. Ne var ki düşününce sahnede bilincimi kaybetmemle ile kendimi Kış Köşkü'nün kapıları önünde bulmam arasındaki zaman gerçekten fazlasıyla kısaydı. Buraya gelmek istediğime inandırmaya çalışmıştım belki de kendimi çünkü böylesi çok daha kolaydı ancak bu benim vereceğim tarzda bir karar olmaktan da aslında çok uzaktı.

Kendimi kandırılmış hissediyordum.

Sinirle koltuktan kalkıp hiçbir şey söylemeden salondan çıktım ve hızlı adımlarla odama geldim. Valizimi geride bırakıp çantamı aldıktan sonra dikkatli adımlarla koridora geri döndüm fakat birkaç kez maskeli gardiyanlardan ve diğer hastalara görünme tehlikesi atlattığım için düşündüğüm kadar çabuk hareket edemiyordum. Yine de bir şekilde yolunu bulup buradan çıkacaktım. Nasıl geldiğim önemli değildi artık, eski hayatıma dönmek zorundaydım. Burada olmak bana iyi gelmiyordu ve bunu bile bile daha fazla burada kalmamın bir anlamı da kalmıyordu.

Bir süre koridorun sonunda duvara yaslanmış bir şekilde girişte duran gardiyanın gitmesini bekledim fakat yerinden kıpırdayacak gibi görünmüyorlardı. Bu yüzden giriş kapısının çaprazında yer alan lobideki iri vazoyu fark ettiğim gibi yanına koşup hiç düşünmeden onu ittim ve hızla eski yerime geri döndüm. Vazo o kadar ağır ve büyüktü ki yere çarptığı an gürültüyle parçalara ayrıldı, kapıdaki beyaz maskeli gardiyan da bu ses tepkisiz kalamadı. O içeri girip kırılan vazonun yanına doğru ilerlerken vakit kaybetmeden arkasından geçip dışarı çıktım lakin hâlâ özgür sayılamayacağım için koşmaya devam ettim. Dikkat çekmemek adına arabayla geçtiğimiz yoldan değil, onun yanında uzanan ağaçlar arasında ilerlemeyi tercih ettim.

Ben ilerledikçe garip bir şekilde ıssızlaştı her yer, ne arkamdan seslenen vardı ne de başka bir kargaşa. Normal olamayacak kadar sakindi etrafım, tek duyabildiğim sesti kulağımda çınlayan kalp atışım. Adımlarımı şüpheli bir yaklaşımla yavaşlatırken bir anda sık ağaçlar arasında bir karartı görünce duraksadım. Başka bir yönde koşmak mantıklı olmayacağı için donup kalmıştım fakat yine de geçerli bir mazeret sunabileceğimi düşünüyordum.

Saniyeler sonra karartı bana iyiden iyiye yaklaştığında yüzündeki siyah maskesi netleşti ve ben de artık hiçbir bahanenin geçerli olmayacağını anladım. Kim olduğunu, buradaki görevinin ne olduğunu bilmediğim kişi sabit hızla attığı adımlarla bana yaklaşırken tırnaklarımı avucuma bastırdım. Tek elim neredeyse sargıyı delip geçecekti lakin bunu umursamadım çünkü gerginliğimi kontrol altında tutmanın tek yolu buydu benim için.

Siyahlar içindeki yabancı tam karşımda durduğunda yutkunup bana bir şeyler söylemesini beklemeye başladım. Belki kolumdan tutup geri götürür, zorla Kuzey'in odasına sürükleyip beni ona teslim ederdi. Bir tür esir, yakalanması gereken bir düşmanmışım yahut ellerinden kaçmış çaresiz bir avmış gibi. İçinde bulunduğumuz durumu düşününce rehabilitasyon merkezinde kalan bir hastadan başka her şeye benziyordum aslında ve bu da buradan kaçmam için başka bir sebepti.

Bir süre beni izledikten sonra arkasında duran ellerinden birini ceketinden içeri götürdüğünde birilerini arayıp burada olduğumu söyleyeceğini düşündüm ancak öyle olmadı. Elini iç cebinden çıkardığında karanlık eldivenlerini örten parmakları arasında onlara tezat renkte bir kart vardı. Kartı usulca bana çevirdiğinde bunun bir tür iskambil kâğıdı olduğunu gördüm ancak normal bir kart değildi. Detaylarını daha iyi görebilmek için gözlerimi kıstığımda kartın ortasında duran kraliçenin ağlamakta olduğunu fark ettim, iki yanını da açık mor renkli lavantalar sarmaktaydı.

Bakışlarımı karttan uzaklaştırıp maskenin ardına yöneldiğimde çelik mavisi gözleri ışıldayıp kısıldı. Gülümsediğini fark ettiğim için tedirgin olup geriye doğru bir adım attım fakat bu kez bana çıkışın olduğu tarafı işaret edince durdum. Böyle bir davranış beklemediğimin farkındaydı, tebessümünün sağlamlığı da bundandı.

Henüz birkaç saniye geçmişti ki sirenler duymaya başladım ardımda ve ikilemler arasında sıkışıp kalan zihnim kontrolü kaybetmek üzereyken gözlerimi kapatıp kirpiklerimi sıkıca birbirine bastırdım. Geriye dönmek, tekrar zincirlere vurulmak, kendinden kaçtığın bir labirentte yine kendini aramaya çalışırken aslında parçalandığına şahit olmak demekti, belki de zorla ikinci dünyaya itilmek, kendini tamamen kaybetmekti. Karşımdaki adamın kim olduğunu bilmiyordum lakin geriye dönersem zaten her şeyi tehlikeye atacaktım ve hiçbir şey değişmeyecekti.

Omuzlarımda durmuş beni destekleyen iblislerimin gitmemi söyleyen seslerini dinledikten sonra gözlerimi araladım ve ileriye doğru bir adım attığımda yabancı, eli aynı noktayı işaret ederken kartı cebine geri koydu.

Bu, bir zafer ya da mağlubiyet değildi, yalnızca kaçıyordum.

Korkularımdan ve kaygılarımdan, geçmişten ve de gelecekten, olasılıklardan olduğu kadar tehlikelerden... İblislerimin dokunduğu taşlı yolları kana bulayan düşüncelerimden, yanlarında akan nehirlerde boğulan hislerimden uzağa koşuyordum.

En çok kendimden kaçıyordum, biraz da gölgelerimden.

Continue Reading

You'll Also Like

44.1K 2.5K 26
Aşk en trajik hayatlarda bile kendine yer bulabilir. Hatta bazen trajedinin kendisi bile olabilir. Aşıkken mutlu da olabilirsin, ölüme yakın da. Bunu...
YASAK DENEY By 👑

Science Fiction

184K 17.1K 36
Tarih boyunca sadece birkaç kez cesaret edilen ve eşine az rastlanan, insanlık dışı bir yöntemle yapılan dil yoksunluğu deneylerine bundan yirmi iki...
79.2K 2.8K 20
Avukatın mafya müvekkeli ile zorlu yaşamı
146K 8.5K 45
TEXTİNG ASKER KURGUSU