Annem küçük şeylerde bile takdiri bulan, güzelliği bir çiçekte ve o çiçeğe konan bal arısına adayan, neşe dolu bir kadındı.

Babam ise suratındaki gülümsemeyle insanları kibarlığa davet eden, çalışmayı çok seven ve bitkileri hayatı yapmış bir adamdı.

Ağabeyim biraz haylazdı, ilk evlat olmasının etkisiyle sorumluluklar bazen ağır gelir, kasabada adını duyuracak çılgınlıklar yapardı ama bu yalnızca onun daha da sevilmesine sebep olurdu. Kanına yerleşmiş yardımseverlik haylazlıklarına tatlılık katıyordu.

Bir de ben vardım. Annemin eteklerinin ardına sığınırdım, yabancılarla konuşurken gerilir, onları uzunca incelememden dolayı eleştiriler alırdım. Sessizdim ama her zaman böyle değildim. Çok az şeyle ilgilenirdim ama ilgilendiğimde o şeye sıkınca tutunur, bırakmazdım. Elime bir çiçek verdiklerinde sıkıca kavrardı parmaklarım, elimde kuruyup ölene kadar tenime hapsederdim.

İlkokula kadar çok fazla konuşmamışım. Ama okul beni açmış, insanlara karıştırmıştı. Herkes o ürkek, çekingen ve sessiz oğlanın kasabanın en dışında yaşayan iki katlı küçük külubede yaşayan Kim'lerin küçük oğlu olduğunu bilirdi –annemin eteğinin ardından saçımı okşarlardı.

Büyüyünce daha serpilmiştim; ağabeyimin yanında arkadaşlarıyla takıla takıla konuşmayı sökmüş, insanlarla yakın olabilmiştim. Ben daha ortaokuldayken lisede olan ağabeyimin yakın arkadaşı Yoongi hyung'dan hoşlanmaya başladığımda bende değişik bir şeyler olduğunu anlamıştım.

Diğerleri gibi değildim.

Yoongi hyunga baktığımda garip arzulara boğuluyor; ona sarılmak, onu öpmek, onun teninde boğulmak istiyordum. Her şey ben liseye geçmeden onun üniversiteye gidişiyle son buldu gerçi; ben daha da büyüdükçe çocukluk aşkının anlamını ve platonik olmanın ne demek olduğunu öğrendim.

Yoongi hyungla biter sanmıştım. Ama kendi cinsime olan hislerim asla geçmedi.

Yargılanmaktan korkmuyordum çünkü beni ben yapan buyken, neyden sakınacaktım ki? İnsanlara kibardım, kibarlığımla günahlarımı akladığımı düşünürdüm. İnce bir maske katmanına sığınıp kendimi sakladım ve böylece günahlarımı temizledim.

Ta ki lisede onunla tanışana kadar.

Jung Hoseok.

İlk aşkım, ilk öpücüğüm, ilk sevgim. Kumral saçlarını okşayıp da ellerini tuttuğumda kendimi tamamlanmış hissettiğim hyungum. Beni kabullenmişti; beni o sessizliğimle, garipliklerimle, gülüşlerimle benimsemişti. Elime çiçekler vermişti, onları sıkı sıkı tutmaktan öldüreceğimi bilse bile. Dudaklarımdan öpmüştü, ben onunkileri öperken tecrübesizlikten kanatsam bile. Beni kolları altına almıştı, bir gün bırakmak zorunda olduğunu bilse bile.

Anneme söylediğimde şaşırır sandım.

Ama beni kabullendi.

Babam bunları kafasına takmayan biriydi. Ağabeyim omuz silkmişti. Evimde rahattım, asla yargılanmadım.

Bazen belki hiç yargılanmadım, diye düşündüm. Belki de, belki de yargılanmalıydım.

Gözümü hırs bürüdüğünde ve üniversite için başka dünyalara yelken açıp yuvamdan kaçmak isediğimde belki yargılanmalıydım.

Ama onlar beni destekledi. Tüm hayatım boyunca yaptıklarını yapıp beni desteklediler; onlara oyuncu olmak istediğimi, medya ve televizyon okumak istediğimi söylediğimde bir saniye bile düşünmeden beni desteklediler. Kasabaya sığmıyordum, içim cıvıl cıvıldı ve onlar bu neşeme aşıktı –sevgileri asla ölmüyordu ve beni o hırsıma rağmen desteklediler.

dandelion || taejinWhere stories live. Discover now