VI

19 1 0
                                    

Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
- Şeyh Edebali

Bugün geri dönüyoruz. Nahçivan'a. Astrid ve Kürşad'ı yanıma aldım.
- Bana Nahçivan üssünden Yüzbaşı Tarık Kıran'ı bağlayın.
- Şu an ulaşılamıyor efendim.
- Ne demek ulaşılamıyor? Ulaştığınızda bana acilen haber verin.
Yaklaşık iki haftadır görevden uzak ailemle ilgileniyordum. Tarık'ın raporlarını merak ediyordum.
Teğmen Urungu'yu yanıma çağırıp Kürşad'ın eğitimlerine devam ettirdim. Urungu, yıllar boyu dövüş eğitimi almış, düzgün ahlaklı eski bir dostumdu. Onu seçmemdeki en büyük etken Kürşad'la uyuşmalarıydı. O sırada Astrid'e hazırlanmasını söyledim. Artık daha aksiyonlu zamanlara girmiştik. Aileme ve insanlarıma asla böyle bir hayat yaşatmak istemezdim. Ama sanki bir şey bunu tetikliyor ve olmasını sağlıyordu.
Hava gemisiyle Nahçivan'a yola çıktığımızda hala Tarık'tan rapor alamamıştım. Astrid ve Kürşad'ın bölümlerini gösterip Tarık'ın odasına yöneldim. Oda boştu. Biraz incelediğimde birkaç gündür boş olduğunu fark ettim.
- Yarbay Temu! Yüzbaşı Tarık Kıran nerede?
- Bilmiyoruz efendim. Hemen aratalım.
Ciddi olamazsınız. Koca askeri üste yüzbaşıdan nası haberiniz olmaz?!
- Birkaç gündür ortalarda olmadığını söylediler efendim.
Çok ilginç. Tarık'ın başına bir şey gelmiş olmalıydı. Odasına geri dönüp araştırma yapmaya karar verdim. Çekmecelerini ararken dikkatimi ayak sesleri dağıttı. Biraz sonra General Yula kapıda belirdi.
- Albay, dönmüşsünüz!
Konuşurken yüzünü dikkatle inceledim. Tek gözünün rengi farklıydı. Daha önce fark etmemiştim.
- Döndüm efendim.
- Güzel, size burda ihtiyacımız vardı.
Bunları dedikten sonra selam verdim ve uzaklaşmaya başladı. Çekmecesinde küçük bir not kağıdı buldum:
RDS-13
Bunun ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. O sırada Amiral Pars'ın sesi telsizlerden yankılandı:
- Sınır hatlarındayız. Herkes görev yerlerine. Tamam.
Geminin iskelet ve yön haritasını aramaya çıktım. Herkes görev yerlerine koşturuyordu. 7. dönüşte koridor duvarında haritayı gördüm. RDS-13 isimli daireyi gördüm. Makine dairesi, 3 kat aşağıda, 18. dönüşün 5. koridorunda bulunuyordu. Etrafıma hızlı bir göz atıp asansöre doğru yöneldim. Her inişte sıcaklık bir derece daha artıyordu. Birkaç dakika sonra 18. dönüşe ulaşmıştım. Yavaşça ilerlerken ilerdeki kapıda birinin beklediğini gördüm. Bu kişi Teğmen Uran idi. Yavaşça ilerledim.
- Teğmen Uran!
Teğmen beni gördüğünde gözleri açıldı. İçinden bütün kadere sövdüğüne emindim.
- Kapıyı açın lütfen!
- Efendim kapıyı şu an açamam. Bu oda kilitli.
- Sana kapıyı açmanı emrediyorum!
- Açamam efendim.
Sinirlerim iyice gerilmişti. Normal bir teğmenin benim gibi bir albayın emirlerine karşı çıkması beni çok sinirlendirmişti.
- Kapıyı aç yoksa ben açarım!
Elimi uzatmaya yeltendim. Elimi çekti ve karşı atağa çıktı. Bu da neydi?
- Demek öyle orospu çocuğu!
Yakasından tuttuğum gibi duvara vurup yere fırlattım. Kaşla göz arasında kalkıp bana saldırmaya başladı. Komando bıçağına sarılıp bana saplamaya çalıştı. Siktim senin belanı. Bıçağı bana doğru saplamak için bir hamleyle uzatırken bileğini tutup çevirdim ve kırdım. Arkadan bir tekme hareketiyle yere düşürdüm ve yüzüne ağır bir yumruk indirdim.
- Siktiğim salağı. Bana saldırabilecek cesareti nerden buldun acaba.
  Kapı kilitliydi. Zorlayıp açamayınca tekme atarak kırmak zorunda kaldım. Yüzbaşı sandalyeye bağlanmış şekilde duruyordu. İşkence edilmiş olacak kanlar içindeydi. Ağzı bağlıydı. Yanına koşarak ağzını açtım:
- Tarık! Uyan!
Biraz tokatladıktan sonra uyanmaya başladı.
- Ne oldu Tarık?!
- Efendim. Yula. Yula bizden değil. Yula bir şeyler planlıyor.
Tarık bunları derken hemen arkamdan tüyler ürpertici bir kahkaha yükseldi.
- Bakıyorum Tarık'ı kurtarmışsın.
- Sen kimsin orospu çocuğu?!
- Bunu sadece hayatta kalırsan öğrenebilirsin.
  Bize doğru koşmaya başladı. Tarık ile ikiye ayrılıp etrafını sardık. İlginç derece irileşmiş gibiydi. Bana atılıp güreşmeye başladı. Üzerime öyle çökmüştü ki gücüm tükenmiş gibiydi. Boğazıma sarılırken Tarık'a bağırdım:
- KOŞ! AMİRALE HABER VER!
Tam kapıya hareketlenirken Yula belindeki bıçağı kapının yaylarına fırlatıp kırdı. Kapı sesli şekilde çarpıp kapandı.
- Ya rd ım e..
Bilincimi kaybedecekken Tarık Yula'nın üzerine atlayıp onu engellemeye çalıştı. Yula beni bırakıp onu sırtından aldı ve yere fırlattı. Kalkıp onu yere düşürdüm. Kafasını yerlere vurduktan sonra Tarık'a kapıyı açmasını işaret ettim. Yula ben demeye kalmadan belindeki bıçağı çıkarıp bana saldırmaya başladı. Çok tehlikeli darbeler atıyordu ve birkaçında vücudum kesilmişti. En sonuncusu gözümden çeneme kadar bir kesik açmıştı. Bilincimi kaybetmek üzereydim ve yorulmuştum. Tam son darbeyi vuracakken Tarık bağırdı:
- KAPIYI AÇTIM!
Yula tam kafasını çevirdiği anda elime kaptığım levyeyi kafasına geçirdim. Orospu çocuğu etkilenmiyor gibiydi. Kafasını bana yavaşça çevirirken elimde levye şaşkınlık içinde ona bakıyordum. Göz göze geldiğimiz anda gemi sallanmaya başladı. Dengemizi kaybedip düştük.
- TARIK! KOŞ!
Kırmızı alarm çalmaya başladı. Saldırıya uğramıştık. Ciddi isabetler alıyor olmalıydık. Yula dengesini sağlayıp kalkana kadar kapıya ulaşmıştım.
- Burada kal ve geber orospu çocuğu.
Kapıyı kapatıp üzerine kilitledim.
- TARIK! KAPSÜLÜ HAZIRLA!
Astrid ve Kürşad'ı almaya koşuyordum. Amiral Pars'ın sesi telsizlerden yankılanıyordu:
- Ağır ateş altındayız! Tekrar ediyorum ağır ateş altındayız!
İkisini gördüğüm gibi ellerinden tutup kapsüllere doğru koşmaya başladım. Biraz sonra kapaklardan birinde Tarık'ı görmüştüm.
- TARIK! ASTRİD VE KÜRŞAD'I ALIP YOLA ÇIK! DAĞ EVİNE GİDİN!
Bunları dedikten sonra Astrid'e dönüp baktım. Gözlerimden ne demek istediğimi anlarmışçasına başını salladı. Geriye doğru koşmaya başladım. Gemi şiddetli şekilde sarsılıyordu. Biraz sonra Tarıkların kapsülünü dışarda gördüm.
  Kortexe yaklaşmıştım. Birkaç metre ötemdeki duvardan koca bir delik açıldı. Şiddetli şekilde hava akımına maruz kalıyordum. Var gücümle yukarı kortexe ulaştım.
- AMİRAL! NOLUYOR!
- AĞIR RPG İLE ATEŞ EDİYORLAR! GEMİ KURTULAMAYACAK!
Telsizlerden sağlam olanını elime geçirip en yakın üsse yardım çağrısında bulundum. Bir yandan personele emirler yağdırıyordum. Tarıkların gemiden çıkış yapıp kurtulması bir nebze de olsa içimi rahatlatmıştı.
- AMİRAL! GEMİYİ İNDİRMEMİZ GEREK!
Pars umutsuz bir bakış attıktan sonra gerekli emri verdi. Motorların ana ateşleyicileri hasar almıştı. Yedekleri çalıştırmak için aşağı birkaç adam gönderdi. Gemi çok fazla yalpalamaya başladı. Kortex camından dışarıya göz atma eylemine bulunduğumda dehşete düştüm. Pervanelerin ikisi ağır hasar almıştı. Savaş uçaklarının bir kısmı alevler içindeydi, gemi cehennem hattına dönmüştü.
O sırada telsizden:
- YEDEK MOTORLAR HAZIR EFENDİM!
- BÖRÜ! İŞARET VERDİĞİMDE KIRMIZIYA BAS!
Kafamı salladım. Kortexe doğru misillemeler geliyordu. Gemi kalkanının gücü bitmişti.
- ŞİMDİ!
Aynı anda kırmızılara bastık. Gemi hızla alçalmaya başladı. Düşüyorduk!
- AMİRAL! GEMİDEN AYRILMALIYIZ!
- HAYIR, İNDİREBİLİRİM!
Gemi hızla alçalırken ateş hattından uzaklaşıyorduk. 100 fte düştüğümüzde tamamen geride kalmıştı. Ama artık çok daha büyük bir sorunumuz vardı. Biz düşüyorduk. Gemiyi dengede tutmaya çalışan Pars:
- Albay! Rotaları hesaplayın! Sert bir düşüş olacak!
Demeye kalmadan yedek motorlar arızalandı. O sırada kafamı çevirirken gözüm kameraya takıldı. Yula kameraya bakıyordu. Orospu çocuğu hepsini planlamış olabilirdi.
- 70 ft. 50 ft. İNİŞE HAZIRLANIN!
Birkaç saniye sonra zemine iniyorduk. Ormanın içine doğru. Önce pervaneler parçalandı. Sonra geminin kıç tarafı zemine sürtmeye başladı.
- AMİRAL! BİZİ İNDİRSENİZ İYİ OLUR!
Amiralin gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
- HAYIR!
                                    ........................
Bilincim yerine gelmeye başlıyordu. Gözlerimi hafif araladığımda güneş doğmaya başlamıştı. Güçsüzdüm. Son hatırladığım şey kortexin parçalanmasıydı. Doğruca ormana çakıldık. Kafamı etrafıma çevirdim. Devasa gemi paramparça olmuştu. Her yer alev içindeydi. Sesimi duyurabilmek amacıyla bağırdım:
- AMİRAL! KİMSE YOK MU!?
Yanıt yoktu. Zorla doğrulduğumda gördüklerim karşısında donakaldım. Etrafımda yanmış cesetler vardı. Hayır, olamaz. Her yerim kan içinde ayağa kalktım. Bacağıma giren demir parçasının etkisiyle topallıyordum. Hayır. Olamaz. Yüzlerce asker ölmüş olmalıydı. Olamaz. Tekrar bayıldım.
- Ülgen! Beni yalnız bırakma!
- Vakit geldi Börü.
- Ülgen! ÜLGEN!
- AAAH!
Gözlerimi açtığımda hava kararmak üzereydi. Alevler hala sürüyordu. Yakınlardan hava gemilerinin seslerini duyuyordum. Beni kurtarmaya gelmişlerdi. Bizi. Gözlerim kapanıyor.
- Hey! Albay! Uyanın efendim!
Gözlerimi zorla açtım. Sonunda beni bulmuşlardı. Biraz zorlandıktan sonra ayağa kalkmayı başarabildim.
- Beni buradan götürün!
- Buyrun efendim.
Bana kapsülün kapısını gösteriyordu. Hiçbir şey diyemeden bindim. Havalanırken gözlerimle parçalanmış gemiyi izliyordum. Birden bir metal parçası havaya doğru sıçradı. Siktir git. SİKTİR GİT!
BU OYDU! Gemi parçalarının arasından bir vücut dışarı çıkmaya yeltendi. Yüzünü gördüm. Yüzünün sağ gözü olan tarafı parçalanmıştı. Yula yaşıyordu. Bilincimi kaybettim.
Gözlerimi açtım. Birkaç gündür baygınmışım. Uyandığım gibi kalkmaya yeltendim. O sırada doktorlar beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
- Amiral nerede?
- Amiral Pars 5. salonda efendim.
- Gitmem gerek. Acilen.
Biraz zorladıktan sonra kısa bir süre için gitmeme izin verdiler.
- Efendim, görecekleriniz hoşunuza gitmeyebilir.
Pars ciddi yaralanmış olmalıydı. Kapısını araladım. İçerde bir ölü yatıyor olmalıydı. Pars'ın bir kolu ve bacağı kopmuştu. Her yeri yanıklar içinde çatlıyordu. Sargı bezleri içinde tanıyamadım bile.
- Pars!
Cevap vermiyordu. Bu adam resmen ölüydü. Sadece yaşam destek ünitesi ve ışın kılıcı eksikti şu an amınakoyayım. Neyseki General ve Pars şu an işlevsiz olduğuna göre gemide kalan en yetkili kişi bendim. Yani gemi kayıtlarını ve parçalarını araştırma imkanım olmalıydı. Geri döndüm.
Birkaç gün sonra eski gücüme kavuşmuştum. Derhal Nahçivan üssü iletişim merkezine gidip koordinatlardan dağ evine bağlandım.
- Tarık? Beni duyuyor musun?
Ses yoktu.
- Tarık? Tekrar ediyorum. Beni duyabiliyor musun?
Birkaç saniyelik cızırının ardından Tarık telsizleri açtı.
- Yüzbaşı Tarık Kıran burada!
- Ben Börü. Bulunduğunuz konumda kalın. Yola çıkmadan önce ufak bir işim var.
- Anlaşıldı efendim!
Odadan çıkıp General Dun'un yanına gittim. Dun ile beraber araştırma komisyonuna eşlik edecektik. Hazırlıkları yaptıktan sonra askeri jetle birlikte harekete geçtik. Kazanın olduğu nokta buradan 150 km kadar uzaktaydı.
Yaklaşık 30 dk sonra büyük kazanın olduğu yere vardık. Olduğu günden beri hala paramparça yatıyordu. Birkaç dakika içinde açıklığa inip gemiye doğru yola çıktık. Kazanın üzerinden iki - üç hafta geçmişti ama bulunduğu yer hala sıcaktı. Parçalanmış kortexin bulunduğu yere doğru ilerledik.
Siktir git. Sanırım bu amiralin koluydu. Yere gömülmüş kortexin içine adım attığımızda toz kalktı. Devasa geminin beyni yere çakılırken ben de ormana doğru uçmuştum. Kamera kayıtlarına bakıyordum. Siktir git. Hay sikeyim. Kayıtlar yok. Arkamı döndüm:
- General. Kayıtlar çalınmış.
- Çalınmış mı? Nasıl?
- Bilmiyorum efendim. Ama bir fikrim var.
General Dun'u Nogay'dan tanıyordum. Çok cana yakın ve iyi bir askerdi. Güvenebileceğim biri olduğunu düşünerek söze başladım:
- General Yula efendim. Kanıtlarım kamera kayıtlarıydı ama almış. Afganistan'dan sonra özel izinle Astana'ya giderken Yüzbaşı Tarık Kıran'ı arkamda bırakıp onu izlemesi için görevlendirmiştim. Geri geldiğimde bana bıraktığı ipucundan sıkıştırıldığı yeri buldum. Yula o sırada gelip ikimizi öldürmeye çalıştı. Kaçarken de gemi yere çakıldı.
- Yüzbaşı nerede peki? Eski bir bölgeye gönderdim. Dağ evime.
- Kanıt olmadan Yula'yı suçlayamayız. O yaşıyor mu?
Düşünmedim ve:
- Hayır yaşamıyor.
Hiç içten olmayan bir sesle "ilginç" dedi.
- Pekala. Bu geminin karakutusu çıkarıldı mı?
- Bilmiyorum efendim. Ben bir süre baygındım.
Bunu dedikten sonra telefonu açıp üssü aradı. Gözleri bir an uzaklara daldıktan sonra bana döndü:
- Karakutusu bulunamamış.
Şaşkınlık içinde korkuluğa yaslanıp kaldım. İnanılmaz. Bana kalırsa bu gemiyi Yula yüzünden kaybettik. Gerçekten inanılmaz.
Parçalanmış gemiden elimiz boş dönmüştük. Kalan işlerimi bitirdikten sonra yola çıkmaya hazırlandım. İlk durağım Karaçay bölgesi idi. Oradan Karadeniz ile Kırım'a geçecektim. Daha sonra tekrar geri dönüp Sinop deniz üssünden özel uçağımla Çanakkale yarım adasının dışında bulunan dağ evine gidecektim.
Dağ evine son gelişimin üstünden yaklaşık bir yıl geçmişti. Yanlış hesaplamadıysam gemi kazasından birkaç gün sonra Tarıklar eve ulaşmış olmalıydı. Ben de şimdi Karaçay bölgesinden Karadeniz'e doğru yola çıkıyorum.
Bu gördüğüm yerler kısmen iyi durumdaydı. Dünya savaşı dünyanın birçok bölgesini etkilemiş, yıkıma sürüklemişti. Devamının geleceğini biliyordum ama şimdilik söylemiyordum. Çözmem gereken bilmeceler vardı. Yaklaşık 4-5 saatlik bir araba yolculuğundan sonra Karadeniz kıyılarına ulaştım.
Beni bekleyen savaş gemisi DES-12'ye bindim. Amiral Taçam beni gayet iyi karşıladı. Biraz sonra yola çıkıyorduk.
- Albay Börü Erkuş. İsminizi çok duydum, tanıştığımıza memnun oldum.
- Ben de öyle.
Ciddi ifademi ve yaralarla dolu suratımı izledikçe bana soru sormayı bırakmaya başladı.
- Pars'ın gemisinden kurtulmuşsunuz albay.
- Evet.
- Nasıl parçalandı devasa gemi ki? İmkansız olay.
- 47. hatta ateş altına girdik. İndirmeye çalışırken kontrolü kaybedince çakıldık.
- Amiral yaşıyor mu?
- Yaşıyor demek çok zor. Ayağa kalkabilecek mi ondan bile emin değilim.
Bunu duyduktan sonra gözleri boşluğa daldı. Önüne dönüp işine odaklandı.
Kamarama çekilip bir iki saat dinlendikten sonra kapım çalındı. Kırım'a ulaşmıştık. Annemle babamın öldüğü yere.
Karaya ayak bastım. Patlayan Kırım üssüne daha 2 saatlik yol vardı. Amiral Taçam dönene kadar beni bekleyecekti. Tek başıma yola koyuldum. Jeeple ilerlerken etrafı kontrol ediyordum. Buralar terk edilmiş gözüküyordu. Ormanın içine girdiğimde daha yolun yarısındaydım. Yükselti arttıkça motoru zorluyordum. Bir süre sonra ilerleyemeyince aracı aşağı doğru çevirip kalan yolu yürümeye başladım. Kırım üssü gerçekten yüksek bir tepeye kurulmuştu. 10 dakika yürüdükten sonra birden yükselti kesildi. Karşımda koca bir yapı duruyordu. Yıkıntı halinde tabii. Bulunduğum yerin karşısında yıkık bir duvar duruyordu. Üzerimden hiç çıkarmadığım üniformam durduğu için şanslıydım. Üsse girmek için kapıyı kullanıp nazikçe açamayacağım kesindi heralde. Duvara atladıktan sonra yarıktan içeri girdim. Eğer şanslıysam 8 yıl sonra bu siktiğim üssünde biriyle karşılaşmazdım.
Her yer tozun içindeydi. Yıkılmış koridorların arasından zorlukla geçiyordum. Buranın haritası telefonumdaydı. Babamın ölümünden sonra buraya hiç gelmemiştim.
Annemle ikisinin bedeni kaldırılmıştı. Çanakkale'ye getirildiğinde onları tek başıma gömmüştüm. Tanrı o anları kimseye yaşatmasın. Hayatım boyunca çok fazla kayıp yaşadım. Asker olmamın getirdiği sorumluluklar bana çok ağır gelmeye başlamıştı. Babam beni küçüklüğümden beri bu konuda uyarıyordu. Astrid'le de ikimiz de asker olmamıza rağmen ara vermek zorunda kalmıştık. Örpen, GÖREV'deki çocuk, ailem, savaşta kaybettiğim silah arkadaşlarım. Çok fazlaydı.
Bunları düşünürken kesik merdivenlerden iniyordum. Üssün ağır hasar alan kısmı kortexlerdi. Ama yerin alt katlarında yedek kontrol odaları bulunuyordu. O kadar kırık döküktü ki buraya yıllarca kimsenin girmediğine emindim. -3. katın girişi tamamen kapalıydı. 2 metre kalınlığındaki çelik kapıların önünde yığınla kaya vardı. Sanırım burayı açamayacaktım. Hahahah.
Birkaç dakika oturup düşünürken oksijenim azalmaya başladı. Nefessizlik çekmeye başlayınca aklımda direkt havalandırmalar geldi. Evet koskoca albay ne durumlara düşmüştü. Mükemmel.
Biraz sonra kontol odaları koridoruna geçen havalandırmadan ilerliyordum. İlerlerken bir yandan üstünden geçtiğim odaları inceliyordum. Birkaç odada ölü vardı. Muhtemelen buraya sıkışıp kaldıktan sonra havasızlıktan veya patlama anındaki radyasyondan ölmüşlerdi. KMO koridoruna geldiğimde açılan ızgarayı kırıp aşağı atladım. Çok gerilim verici bir ortamdaydım. Terk edilmiş yıkılan bir üssün yeraltındaki kısmında kapalı kapılar ardındaydım. Ne olacağı tamamen belirsiz. Kendimi fazlasıyla outlastta gibi hissettim.
Odalar sıralanıyordu. 3. oda kamera kontrol odasıydı. Kapıyı açıp girdiğimde iki güvenlik görevlisinin ölü olduğunu gördüm. Birisi bilgisayar başında diğeri ise duvara yığılı şekilde duruyordu. Bilgisayar harddisklerini üniformamda takılı olan usb girişine aktardım. Daha sonra görevlinin öldüğü masaya gözüm ilişti. Kameranın gösterdiği koridor bomboştu. Görevlinin kollarını çekip aşağı indirirken eli klavyeye çarptı. Görüntü bir anlığına durdu ve geri sarmaya başladı. Siktir git cidden. Kamera 8 yıldır çalışıyor mu? Vay amınakoyayım. Geriye sarıyor, sarıyor, tekrar sarıyor. Dur birdakika. Bu ne? Bunlar kim lan?! Askere benzemiyorlar. Bunlar normal insan galiba. İyi de burda ne işleri var? Karanlığın ve yıkıntının ortasında? Durdum. Karanlık ve yıkıntı. Karanlık ve yıkıntı. Bu sözcükler bana bir şeyi çağrıştırıyordu. Karanlık ve yıkıntı. Sözcükleri tekrarlama hızım hızlanmıştı. Karanlık ve yıkıntı. Karanlık ve yıkıntı. Gözlerim yavaşça ekranın sol üstüne kaydı. Siktir. Siktir, siktir siktir. 22 Şubat 2047. Bu kayıt iki ay önce alınmış. Bir anlık stresle masayı yumrukladım. O sırada koridorların çeliklerinden yankılanan bir ses kulağıma çarptı. Başta masaya vurmam yüzünden olduğunu düşünmüştüm ama sesler periyotlar halinde gelmeye devam ediyordu. Saatime doğru bir bakış attığımda dehşet içinde kaldım. Saat 23:46. Hayır, hayır, hayır!
SİKTİR! Yanımdaki piçlere noluyor? İki ölü görevliden garip sesler gelmeye başladı. Anasını sikerim böyle işin. Siktir. Kameraya son kez dönüş atıp arkamı döndüğümde ikisine de birer el ateş ettim.
Havalandırma kapılarını kilitledim. Bu lanet olası koridordan uzaklaşıyorum. Hala sesler geliyor. Bu siktiklerim nerde? Üstünden geçtiğim odalarda ölü gördüğüm insanlar artık yoktu. Bu neyin nesiydi amınakoyayım. Havalandırmaya çıktığım yere geldim şimdi. Aşağı adım attım. Masanın üstünden yere indiğim gibi sesler artmaya başladı. Daha geçeceğim üç duvar ve iki koridor vardı. Böyle üssü sikeyim. Resmen zombilerden kaçıyorum.
Sessizce ilerliyorum, ilerlerken silahımın feneriyle etrafı kolaçan ediyorum. Kalbim hızla atıyor. İkinci duvardan geçiyorum. Hasiktir. Birkaç santim önümde bir salgınlıyla göz göze geldim. İlk kez bu kadar yakından görüyordum. Nefesi iğrenç kokuyor. Benimse nefesim kesildi. Birkaç saniyelik bakışmanın ardından yüzüme karşı dehşet bir çığlık atmaya başladı. Kulaklarımı kaybetmek üzereyken namluyu ateşledim. Siktir olamaz. Daha fazlası geliyor. Daha fazlası geliyor. Koş Börü, var gücünle koş! SİKTİR! Birkaç saniyede ikinci koridoru bitirip büyük yarığa ulaştım. Arkama dönüp baktığımda şok oldum. Kanım dondu. Üssün koridorlarında yanıp sönen kırmızı alarm ışığında onları gördüm. Yüzlerceydi. Işığın her bir dönüşünde bir yüz görüyordum. Vahşi bir avmışım gibi bana bakıyorlardı. Siktirin gidin. SİKTİRİN! Yarığın üç metre sağında gaz pompaları duruyordu. Hala sağlam oldukları için şanslıyım. Geberin orospu çocukları! Pompaları ateşledim. Kör edici büyük bir patlama sonucunda şiddetle dışarıya ağaçlığa savruldum. Birkaç dakika öylece uzandıktan sonra gözlerimi açmadan bir şeyin beni kokladığını hissettim. Ananı sikeyim. Elimi yavaşça bacağımdaki bıçağa doğru götürüyorum. Sessizce, narince. Gözümü açtım:
- AAAH!
Bu savaş çığlığından sonra zombi kılıklı orospu çocuğuyla boğuşmaya başladım. Gücüm ona yetmiyordu. Bu şeyler kuvvetliydi. İlk önce bıçağı elimden attırdı, daha sonra beni yere vurdu. Yere düştüğümde kemkirmeye başlayıp bana doğru atıldı. Boğazından tutup uzaklaştırmaya çalışıyordum ama pis sivri dişlerini boynuma geçirmeye çok yakın. Az kaldı. Birazdan öleceğim. Dayan Börü. Dayan. Son bir şansın var. Bir an için gözlerim ilerdeki silahıma odaklandı. Hadi Börü. Yapabilirsin. Son gücümle bir bacak darbesiyle onu ileri fırlattım. Sikerim,sikerim, sikerim. Silaha uzandım ve geri döndüm. Defalarca tetiğe bastım. GEBER OROSPU ÇOCUĞU!
Kafasına defalarca mermi yedi. Ama ona rağmen yıkılmamakta diretiyordu. Bitkin gözleriyle son bir kez bana baktı: Beni kurtar diyor gibiydi. Asker olmasaydım belki kanardım bile. Ona yeltenmediğimi görünce sağır edici çığlığını atmaya başladı. Kafandan kanlar süzülürken bile orospu çocukluğunu bırakmıyorsun ya helal olsun. Siktir. Çığlıklar yükseliyor. Böyle geceyi sikeyim. Koş Börü koş! Nerde bu siktiğim jeepi!? Gördüm, orada. Karanlıkta parlıyor. Araca koşarken birkaç tane daha salgınlı görmeye başladım. ARACIMDAN UZAK DURUN OROSPULAR! Koşarken bir yandan da zombi kılıklıları vuruyorum. Kapıyı açmaya mecalim yoktu. Kapalı cama doğru son bir kez atladım. Gücüm bitti. SİKERİM! Çalış amınakodum arabası! Kontağı çevirdim. Motorlar hazır. Gazı köklüyorum.
..
- Amiral Taçam! Amiral Taçam!
- Albay! Nerdesin!?
- Zor kurtuldum! Kalkışa hazır olun. Salgınlılar arkamızda!
Telsiz cızırtıları sürüyordu:
- Al- ba- y- B-ÖRÜ!
- KALKIŞA GEÇİN! TEKRAR EDİYORUM KALKIŞA GEÇİN! ARKAMDALAR!
Telsizi koltuğa fırlatıp vericileri açtım. Önümdeki tuşlara şifreleri girdim.
- Yedek egzoz ve turbolar aktif. 310 km/h'a çıkıyorsunuz Börü Bey.
- En kısa mesafeyi belirle. DES-12 koordinatlarını giriyorum.
Bu şeyler gerçekten hızlı koşuyordu. Arkamdakilerden kurtulduğumu düşünürken ormanın içinden gelen çığlıkları duyduğumda daha yeni başladığımı o zaman anladım.
- GAZI KÖKLE!
Yapay zeka beni duyup harekete geçerken etrafıma bakınıyordum.
- OTO SENDE!
- Tamam Börü Bey.
Beni salın bi orospu çocukları. Arka koltuktan IH-147 makineli tüfeğini çıkarıp tavandaki pencereden çıktım ve yuvasına yerleştirdim. Mermi kemerlerini makineye bağladıktan sonra ateşlemeye başladım. Bir tık eğleniyordum bile. Saatte 300 km hızla bir jeepin tavanında makineli tüfekle ateş ediyordum. Şu an araba dursa burdan Sinop'a taşıtsız uçabilirdim. GEBERİN!
- AAH!
- Hedefe son 150 metre!
Yükseltiden nihayet düzlük zemine inmeye başlamıştık. O da nesi? Birden ormanın içinden bir salgınlı metrelerce zıplayarak üzerime bindi. Makinelinin açısı yetmeyince bana saldıramadan belimdeki tabancayı çıkarıp vurdum.
- GİDELİM ŞU SİKTİĞİM YERİNE ARTIK!
- Son 100 metre.
Koşmayın artık amınakoyayım. KOŞMAYIN! BU NE?! Araba yalpalamaya başladı. Sol kapıda birisi asılı kalmış. Tavandan inip kapıyı açtım ve ateş etmeye başladım. Şarjörüm bitti. Kapıyı tekrar kapatıp şarjörü takarken biri sağ kapının camından içeri girmeye çalıştı. Kapının camını kırıp bana uzanmaya çalışıyordu. Bileğimi tuttu. Dengemi kaybedip şarjorü düşürdüm.
- Son 45 metre.
AYAĞIMI SAL! Tekmeleyerek camdan aşağı ittim ama hala tutunuyordu. Tavana çıkıp makineliyi elime aldığımda dehşetle aracın arkasında bakakaldım. Arabanın arkasında tutunmuş sürükleniyorları! Tanrım bunlar nasıl bir belaydı böyle!?
- Son 20 metre.
Tüm bu olanlar birkaç dakika içersinde yaşanırken sesi duyup arkamı döndüm. Hay ananı sikeyim.
- AAAAAAAAAAAA!
Doğal bir rampadan yaklaşık olarak 260 km/h ile geçtik. Doğruca denize doğru. Sadece 10 saniye sürdü ama yıllarcaymış gibi geldi.
- AAAAAAAAAAA!
AH! Ne? Bu da nesi?! BU SİKTİĞİM ŞEYİ YÜZEBİLİYOR MU??
- Rahat olun efendim. Bu jeep Türk malı. Yani aklınıza gelmeyen her şeyi yapabilir.
- Ha ha ha. Çok komik. Seni tasarlayanı sikeyim ben.
Yıl olmuş 2047 hala böyle espri yapan yapay zekalar var. Bir anlık sinirle tavandan çıkıp ateş etmeye devam ettim. AAH! Sinirlerim bozuldu. Olduğum yere yığıldım. Telsizden ses yükseldi:
- Albay?
- Benim.
- 3 numaralı giriş efendim.
Böyle geceyi sikeyim. Araç yavaşça geminin deniz kapaklarından içeri girmeye başladı. Biraz sonra Taçam'ın yanına çıkıyordum.
- Niye bu kadar uzun sürdü?
- Salgınlılar üssü sarmış. Az daha kıçımı ısırıyorlardı.
Amiral kısık bir gülüş atıp dümene döndü:
- Sinop'a gidiyoruz.

GÖREV II: İntikam AteşiWhere stories live. Discover now