IV

24 1 0
                                    

Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır.
- Hz. Muhammed

- Onu bana getirin!
- Peki efendim!
Birkaç dakika sonra odama geldi. Afganları kışkırtıp terörizm yayan rus casusu Platov.
- Sana bir kez diyeceğim. Bana ne yaptığını söyleyeceksin. Afganlar için kimse böyle bir operasyona girmez. SÖYLE!
Sanki dilini yutmuş gibiydi. Boş gözlerle beni süzüyor ve konuşmuyordu.
- KONUŞ!
-bunu derken sağlam bir yumruk indirdim-
Asla konuşmuyordu. Şakağından sızan kan çenesine kadar iniyordu. Biraz dikkatli bakınca şakağında bir şeyin yanıp söndüğünü gördüm. Bu da nesi?
- Tarık! Bunu revire götürün hemen geliyorum.
Biraz sonra gittiğimde ellerimi arkada bağlayıp cerraha şakağındaki ışığı gösterdim. Kısa bir kesme işleminden sonra şakağından kablolara bağlı bir çip çıkarıldı.
- Yüzbaşı! Generali çağır.
Az sonra General Yula içeri girdi. Olan biteni gördüğünde,
- Makineye bağlayın. Birazdan mühendisleri gönderiyorum. Şifreleri çözeceğiz.
Kamarama geri çıktım. Afganistan ne alakaydı? Düşünüp duruyorum. Babamın incelemelerini tekrar gözden geçirmeye başladığımda armageddon kelimesi gözüme takıldı. Nedir bu armageddon? Tam bunu düşünürken telsizden ismim yükseldi. Kaptan dairesine çağrılıyordum.
  Amiral Pars beni görünce irkildi.
- Beni çağırmışsınız?
- Ben kimseyi çağırmadım Albay.
- Ne?
- Yüzbaşı! Odanızdan biri çıkıyor!
Ne oluyor demeye fırsat bulamadan koşmaya başladım. Yüreğime öfke doluyordu. Benim kamaramda kimin ne işi vardı amınakoyayım!
- SİKTİR! KAÇMA!
Yakalayamadan 5. hava kapısından atladı. Kamarama koşarak geri döndüm. Tam da düşündüğüm şey oldu. Armageddon incelemelerim çalınmış. Bu da neyin nesi!
- Amiral! Geminiz sanırım pek güvenli? Bu da ne demek oluyor?
- Albay, inanın hiçbir fikrim yok. Adamları görevlendirdim.
- General nerede?
- Odasında olmalı.
Odasına doğru yavaşça ilerlerken içerden fısıldaşmalar duyuyordum. Sakince kapıyı çaldım ve "gelin!" dendi.
- Efendim, geminizden incelemelerim çalındı.
Gelip omzuma elini attı ve:
- Evlat, önemli birisin. Peşinde olan çok fazla ajan var. Bazen biz bile engelleyemiyoruz.
Dönüp ona baktığımda gözlerini okumama fırsat kalmadan arkasını döndü. Bunda bir iş vardı.
Koskoca Amiral gemisinde nasıl böyle saçma bir şey yaşanabilirdi?
- Örpen! Nerdesin?!
Onu göremiyorum. Arkamda sert bir nefes ve aynı fısıltılar.
- ÖRPEN!
Karanlığın içinden şeytani bir kahkaha delici bir şekilde kulaklarıma ilişti.
- Börü!
Ses Örpen'den geliyordu.
- ÖRPEN!
Birden arkamdan beyaz bir ışık belirdi. Kör olmak üzereyken Ülgen denilen varlık belirdi. Karanlıkla aydınlığın kesiştiği yerde Erlik denen şeytan belirdi. Örpen'i boğazlamış havaya kaldırıyordu.
- ÖRPEN!
Kalkıp koşmaya yeltendim. Ülgen beni durdurdu.
Bana bakarken kalbime işleyerek konuştu:
- Artık çok geç.
- ÖRPEN!
- AAHH!
Yine çığlıklar içinde uyandım. Gece saat 3:46 idi. Kahvemi alıp revire indim. Acaba bu çipin sırrı neydi? Algoritmaları çözmeleri için mühendisleri yönlendirdim. O sırada Tarık'la sohbete dalmıştım.
- Babam neyin peşindeydi sence?
- Bilmiyorum ama kendinden çok emindi. Gözlerindeki ışığı gördüm. Üssü gerçekten kurtarabileceğine inanıyor gibiydi.
- Sonra ne oldu?
- Hiçbir fikrim yok. Generalin emriyle üsten ayrıldığımızda zaten çok fazla kayıp vermiştik. Daha birkaç yüz metre uzaklaşmıştık ki kuvvetli bir patlama oldu. Hepimiz şiddetle savrulduk.
İlginçti. Babamın yapacağı son şey kendini feda etmesiydi ama nedense sanki bu yüzden ölmüş gibi duruyordu. Kahvemi yudumlarken Sera'nın sesiyle irkildim:
- Efendim! Bir sinyal yakaladık.
Hemen yanlarına gidip sinyali kontrol ettim. Suriye'nin içlerinden geliyordu. Rusların orada ne işi olabilirdi ki? Suriye uzun zaman önce temizlenmiş, yıkıntı döküntülerden ziyade uzun düzlüklerden oluşan tarlalarla dolu bir eyalet haline getirilmişti. Tam veriyi kaydedeceğim sırada koridordan ayak sesi duyuldu, kapı birden ardına kadar açıldı.
- General Yula!
- Yüzbaşı Tarık, Albay Börü! Bir problem mi var?
Tarık'la göz göze geldik:
- Hayır efendim! Kontrole inmiştik.
- Güzel. Çipten haber aldığınızda beni bilgilendirin Sera.
- Peki efendim!
Bunları dedikten sonra bizim çıkmamızı bekler gibi yapıp revirden çıktı. Kabloları beyninden ayıramadığımız için tüm aletleri revire taşımıştık. Sera'ya dönüp:
- Sinyal konusunda ben gerekli bilgilendirmeyi yapacağım, siz çözmeye odaklanın!
  Tarık ile güverteye çıktık:
- Tarık, neden Suriye sence?
- Bilmiyorum efendim, bakmamız gerek.
  Bir gece sonra Nahçivan'a doğru yola çıktık. Geminin güvertesinde otururken tesadüfen aşağılardan yanan bir ateş fark ettim. Türkmenistan sınırlarındaydık. Artık yaverim gibi olan Tarık'ı çağırdım ve fitil kapsüllerinden birine atladık. Hareket halindeki gemiden gizlice çıkış yapıp ateşin kaynağına doğru yöneldik. 230 ft yükseklikte yaklaştıkça ateş keskinleşiyordu. Ortalık ormandı ve oldukça sessizdi. Kapsulü daireler çizerek ateşin kaynağına doğru indirdik. Burası hafif açıklık bir alandı. Kapsülden atlayıp toprağa adımımı attığımda  içimde ürkütücü bir his oluştu. Tarık'a beni takip etmesini söyledim. Ateşin etrafında biri gözükmüyordu. Ateşin arkasında bir çadır vardı. Böyle bir yerde kim yaşardı ki? Yavaşça yaklaşmaya başladık.
- Biz de sizi bekliyorduk!
Korkudan ve şaşkınlıktan tutukluk yaptım. Öylece donup kaldım. Biraz sonra baktığımda Tarık da benim gibiydi.
- Orda kim var?
- İçeri gelin.
Yavaşça içeri hareketlendik. Her adımımda kalbimin atışı hızlanıyor ve korkuyordum. Bu siktiğim ormanın en ücra köşesinde böyle bir çadırın ne işi olurdu? Çadırın perdesini araladığımda içerden yoğun bir koku kalktı. Benim de midem tabii. İçerde garip birtakım ayin kıyafetleri içinde, kafasında tüyler takılı olan biri bağdaş kurmuş oturuyordu. Korkudan ne yapacağımı bilmediğim için tabancamı çekip:
- Sen kimsin yaşlı?
- Evlat, yanlış bir iş yapmadan onu indir. Ancak böyle anlayabilirsin.
Tarık'la göz göze geldik ve silahları yavaşça indirdik.
- Börü Erkuş ve Tarık Kıran! Bugün buraya sizi Tanrı yolladı. Oturun.
-Biz hala şaşkınlık içindeydik-
- Bizim kim olduğumuzu nerden biliyorsun?
- Ben sizin bildiklerinizden çok öte biriyim. Bunu sorgulamayı kesin.
- Pekala. Buraya tam olarak neden geldik peki?
- Kaderinize yol göstermek için!
  Tarık ne diyor bu dercesine bana baktı. Ben de garip adama devam etmesini işaret ettim.
- Turan'ın ve dünyanın kaderini değiştirebilirsiniz. Hiç hoşlanmayacağınız şeyler olabilir. Asla pes etmeyin. Bulduklarınızın peşinden gidin.
Orta Asya Türkçe ağzıyla konuşuyordu. Bende garip hisler uyandırmasıyla beraber babamın mektubunda yazdıklarıyla benzer şeyler demesi ilgimi çekti.
- Son yakındır.
Son sözlerini söyledikten sonra anlayamadığımız dilde bir şeyler konuşmaya başladı. Sanırım dua ediyordu. Ayin yapıyor da olabilirdi. Her halükarda şu an bulunduğumuz konum ve durum çok ürkütücüydü. Birden çadırın dışından sesler yükselmeye başladı. Sanki dağlar yerinden oynuyor, tüm kurtlar ulumaya başlıyor ve rüzgar hayat yırtarcasına esiyordu. Birkaç dakika sonra garip adam gerçekten kendinden geçmişti. Biz yerimizden kalkmaya tenezzül edecekken gözleri kapalı bir şekilde yerden kalktı, eline geçirdiği davul gibi bir aletle beraber sakin adımlarla dışarı çıktı. Davulun üstünde garip semboller vardı ama son anda baktığım için çözemedim. Biz de arkasından perdeyi kaldırıp onu takibe geçtik. Ateşin etrafında dönmeye başladı. Birkaç saniye sonra da dehşet verici birkaç dans hareketi ve davul vuruşlarıyla ayin yapmaya devam etti. Olan biteni şaşkınlık içinde izliyorduk. Tarık geri dönmemiz gerektiğini işaret etti. Etraftaki sesler iyice artmıştı. Birden arkamızdaki çalılıktan bir kurt uluması yükseldi. Sonra diğer çalılıktan bir ayı kükremesi. O vakte kadar kafamı çevirip yukarı bakmamıştım. Kafamı bir an için yukarı kaldırdığımda dehşet içinde bir şey farkettim. Kartallar üzerimizde daireler halinde uçuyordu. Yüreğimize korku iyice yerleşmişti. Bir an için Tarık'ı göremedim, daha sonra kapsülden ses yükseldi:
- Albay, bence artık siktirip gidebiliriz!
Duracak cesaretim olmadığı için koşarak kapsüle atladım. Birkaç dakika sonra 100 ft çıkmıştık bile. Arkamı dönüp baktım. Ateş gittikçe küçülüp silinse de etrafında uçan kuşları hala görebiliyordum. Hava gemisine yaklaştıkça rahatlamaya başladım.
  Saatin 3'ü geçtiğini düşünüyordum. Hava gemisine giriş yaptık ama sanırım ayrıldığımızı sadece biz biliyor değildik. General Yula'ya bağlı teğmenlerden Uran güvertede bize bakıyordu. Ona keskin bir bakış atıp işine devam etmesini gösterdim. Tehdit edici bakışları bu hareketimden hemen sonra korkuyla başka tarafa döndü. Kamaralarımıza dönüp dinlenmeye çekildik.
  Bir alarm kafamı sike sike beni uyandırmaya başlıyordu. Başım karıncalanıyordu ve gözlerim kararıyordu. Daha kamarama çekilmemden 2 saat geçmemişti ki alarmlar çalmaya başlamıştı. Amiral Pars'ın sesi telsizden yükseldi:
- Albay, çabuk olun! Güvertede yangın var!
Bu da neyin nesiydi, siktir?! Söylene söylene yerimden kalkıp kapıya yöneldim. Bir an için gözlerim koridorun başındaki karaltıya takıldıysa da hemen sonrasında silinmişti. Bu gemide bir şeyler dönüyordu. Ceketimi alıp güverteye doğru koşmaya başladım. Tabii kamara anahtarım yanımdaydı. Yukarsı cehennem gibiydi.
- Amiral! Şu siktiğim uçaklarını kaldırın! Alevler sıçrıyor!
Amiral, Yula'nın sesini duyduğu gibi pilotlara emirler yağdırmaya başladı. Tarık'ı üçüncü bölüğün başında emirler verirken gördüm. Tam yanına doğru harekete geçerken yanımdaki tank patladı. Son hatırladığım yıldızlara doğru bakıyordum. Bayılmışım.
Örpen bana doğru bakıyordu ama bakışında bir iğrenme seziyordum.
- Senin yüzünden öldüm.
- NE DİYORSUN SEN? SİKTİR GİT!
- Beni öldürdüğün gibi onları da mı öldüreceksin?
Bunu derken yavaşça parmağıyla bir yeri göstermeye başladı. Dehşet içinde o yöne doğru baktığımda Kürşad'ı ve Astrid'i gördüm.
- HEY! Napıyorsun sen? Onların bu işle ilgisi ne? SANA DEDİM! ÖRPEN!
- Sen yapıyorsun, ben değil.
Bunu derken ellerini önünde bağladı ve geriye doğru dönerek onları izlemeye koyuldu. Biraz sonra korkularımın bittiği, felaketlerin başladığı noktada duran Erlik, karanlığın içinden yavaşça çıkmaya başladı.
- Hayır, hayır, HAYIR! ÖRPEN!
Bağırdıkça sesimi kaybediyordum.
- ÜLGEN! YARDIM ET!
Zifir karanlığın içinden bir beyaz ışık gittikçe büyüyerek yaklaştı. Ülgen geliyordu.
- HA-
- AAAAH!
Dehşet içinde uyandım, kötü hissediyorum. Derhal Kürşad'ı ve Astrid'i bulmam gerek.
Kürşad'ı en son savaştan önce görmüştüm. Onun dışında Astrid'le ayrıldığımdan beri hiç görmemiştim. En son 12 yaşındaydı. Örpen'in dedikleri aklımdan çıkmıyordu. Kürşad ve Astrid'in bu olayla ne ilgisi olabilirdi? Harekete geçmem gerek.
Nahçivana varmadan hemen önce Tarık odamın kapısını kırarcasına çalarak izin istedi. Daha söz vermeden söze girdi:
- Efendim, kim olduğunu buldum. Bakın, şunlara bakın. Bu şekilleri daha önce de görmüştüm. O çalgı, giysiler..
- Sakin ol sakin ol. Kim bu?
- O bir şaman.
- Şaman ne oluyor?
- Şamanlar müslümanlıktaki evliyalık gibi Gök Tengri dininde yüce bir makamdır. Hala böyle bir öğretinin kaldığına inanamıyorum. Şamanlık veya kamlık Gök Tengri dini için kutsaldır.
Tarık çok heyecanlıydı. Anlaşılan ciddi bir gece geçirmiştik. Hayal veya rüya da değildi, hepsi gerçekti. Tüylerim ürperdi. Yerimden doğrulup duvardaki yazıya baktım: Tanrı büyüktür.
İniş yaparak 7. karargaha doğru yola çıktık. General Yula bizden önce çıkmıştı. Tarık'ın haline bakınca bir şeylerden şüphelendiğini anladım.
- Ne oldu Tarık?
- Efendim General gözüme batıyor. Bir işler çevirdiğini düşünüyorum ama kanıtlayamıyorum.
Tek şüphelenen kişi ben olmadığım için içim rahatladı.
Kürşad ve Astrid'e ulaşmak için yarın özel izinle yola çıkacaktım. Astana'da bulunduklarını biliyordum. Bakü'ye kara yoluyla geçecektim. Hazar'dan gemiyle geçtikten sonra UG-34 hava gemisiyle Astana'ya uzun bir yolculuk yapacaktım.
Savaştan önce Astrid'in yanına gitmiştim. Ötüken'e tayinim çıktığı gün ikisini Astana'ya bırakmak için Bakü'ye ulaştım. Kürşad, ben görevdeyken MIT tarafından alınmak istenmişti. Astrid buna izin vermemiş, daha sonra gözetimi altında eğitime sokmuştu. Küçük yaşta ciddi eğitimler görüyordu ama ben onu hiç görememiştim. GÖREV'deyken yaşadığım trajik olay yüzünden oğlumun değerini daha iyi anlamıştım. Astrid gibi bir hayat arkadaşına sahip olduğum için çok şanslıydım. Benim yokluğumda Kürşad'a gereken ilgili gösterip iyi eğitilmesini sağlıyordu.
Ertesi gün Tarık'ı geride bırakıp yola çıktım. Yüzbaşıyı Yula'yı gizlice izlemesi için görevlendirmiştim. Daha 30'ların başında bir genç olan Tarık, babamın özel görevlendirdiği bir askerdi. Uzun süre birlikte çalıştığımız için ona güveniyordum. Yakında terfi almasını sağlayacaktım.
Bugün günlerden 15 tammuz 2047. Kürşad'ın doğum gününe 10 gün kaldı. Birazdan Astana'ya giriş yapacağım. Astrid'i göreceğim için heyecanlıydım ama artık birlikte değildik. Beni görünce ne tepki vereceğini bilmiyordum. Büyük bir savaşın yıkıntıları arasında ilk kez görevimden izinle yanlarına gidiyordum.
Astrid'i gördüm. Eski güler yüzünün yerini ciddi bir ifade almıştı. Saçlarının boyası akmış, siyaha çalan rengi geriye gelmişti. Çekik iri gözlerinin altındaki elmacık kemikleri parlıyordu. Yavaşça yanına yaklaştım. Beni görünce sert bir bakış atacağını düşünmüştüm ama tek yaptığı şey boynuma sarılmak oldu. Dakikalarca sarıldık. Ayrı olsak da onu çok özlemiştim. Küçüklüğümüzden beri birbirimizi sürekli koruyup kollardık. Benim en büyük aydınlığım oydu. Bu karanlıkta bulabildiğim tek ışık yine o olacaktı.
- Seni çok özledim.
- Biliyorum Astrid. Ben de seni çok özledim.
Birkaç dakika savaş hakkında konuştuktan sonra yola çıktık.
Astrid'in kaldığı ev tamamen özel mülktü. Savaştan önce özel olarak hazırlattığım bu yerin koruma kapasitesi dağ evinden daha iyiydi. Gizli geçitler, iki koruma kulesi, erzak ve mühimmat depoları... Onları korumak için varımı yoğumu verirdim ama vicdan azabı çekiyordum. Yanlarında değildim. Savaş boyunca tek başlarına korku içinde ölmeyi beklemişlerdi. Eve girdiğimizde Kürşad hala eğitimdeydi. Eğitimini eski bir dostum olan Teğmen Urungu üstlenmişti. Onları gördüğümde Teğmen selam verip eğitimi sonlandırdı. Kürşad arkasını dönüp beni gördüğünde bir askere yakışır şekilde selam verdikten sonra baba oğul kucaklaştık.
Akşam yemeğinden sonra oturup hasret gideriyorduk.
- Baba, savaşın seyri nasıldı?
- Nogay'da ve Ötüken'de ağır hasar alsak da Horasan, Tacikistan ve Doğu Türkistan sınır cephelerinde gayet iyi sonuçlar aldık. Sonu asla belli değildi. Hala belli değil. Unutma, dünyayla savaşıyoruz Kürşad.
- Gel baba, sana bir şey göstereceğim.
Astrid'le kısa bir bakışmanın ardından Kürşad ile beraber çalışma odasına çıktık. Anladığım kadarıyla Kürşad önemli bir çalışma üzerindeydi. Ulaştığım sonuçlara ulaşmak üzere gibi duruyordu.
- Baba, cephe hatlarında karanın ve denizin birleştiği en önemli mekanlar burada yazıyor. En anlam veremediğim mekan ise Hatay. Orası düzlüklerden oluşuyor ve bildiğim kadarıyla üs bile yok. Ama ulaştığım bazı kaynaklarda Hatay'ın adını çok duyuyorum.
- Hatay'dan bizi vurmaları imkansız. Deniz cephesi tamamen donanma kontrolünde, kara cephelerinin de etrafı sarılı. Orada bir şey aramaları imkansız. Ele geçirelecek hiçbir şey yok.
- Biliyorum baba. Ama burada bir şeyler var. Önemli olmasaydı ismini geçirmezlerdi. Armageddon burada gerçekleşecek yazıyor.
Armageddon adı geçince duraksadım.
- Ne dedin sen?
- Armageddon.
- Nedir bunun anlamı?
- Kıyamet savaşı. Büyük kitaplardan araştırdığıma göre Hatay civarında gerçekleşecek bir savaş olacak. Türkler ise bu savaşta büyük rol oynayacak rivayetleri duydum.
- Hayır, Hatay olmamalı.
-Aklımdan babamın haritası geçiyordu-
- Nasıl yani?
- Dinlerden yola çıkacaksak eğer bu yerin Kudüs olması gerek. Kudüs üç büyük ilahi din için en önemli bölge. Uzun süre önce de boşaltıldı. Eğer büyük bir savaş çıkarsa orada çıkması gerek.
Kürşad biraz duraksayıp düşündükten sonra haritaları tekrar dizmeye başladı.
Astrid'le vakit geçirmeye aşağı inmiştim. Tam yakınlaşacakken dışardan sesler gelmeye başlamıştı. Sikerim cidden.
- Braga salgını mı?
- Evet Börü.
- KÜRŞAD! Kuleye gidiyoruz!
Birkaç dakika sonra kulelere çıkmıştık. Salgına yakalanan ilkel varlıklar harekete geçiyordu.
- KÜRŞAD! Üçüncü fişeği fırlat. Ateşe hazırlan! Hareket halindeki her şeyi vur!
Kürşad sandıktan üçüncü fişeği çıkarıp havaya doğru ateşledi. Birkaç dakika süren aydınlanmada teker teker salgınlıların üzerine ateş yağdırdık. Bunlar nedense bazen vardı bazen yoktu. Biyolojik saldırıdan şüpheleniyordum ama şu an kanıtlayacak durumda değildim.
Kuleler yan yanaydı ve binanın üstünde yer alıyordu. Herhangi olumsuz bir durumda binaya zarar vermemesi için kilit noktalarından eklemleri çıkıyordu. Yıkıldığında sorun yaratmaması için eklemleri ateşleyip binadan uzaklaştırıyorduk.
Biraz sonra birkaç tanesi atlama eyleminde bulundu. Evlerin etrafında uzun çivili çitler olmasına rağmen ölü yığınları çoğalmıştı ve tırmanıp çıkmak üzerelerdi. Zombi gibi saldırgan olan bu salgınlılardan birkaçı atlayıp çitlerden geçmeye çalışırken çivilere takılıp öldü. Ama yığınlar fazlalaştıkça geçmeleri kolaylaşıyordu. Biraz sonra uzunca olan bir salgınlı atlayıp Kürşad'ın kulesine doğru tırmanmaya başladı.
- KÜRŞAD! DİKKAT ET!
Kürşad sesimi duyunca hemen altındaki salgınlıyı vurmaya başladı. Birkaç dakika sonra onlarca salgınlı içeri dalıp kulelere tırmanmaya başlamıştı. Elimdeki ağır makineliyle etrafı tararken kulağıma bir metalin bükülme sesine benzer bir ses geldi. Dikkatim dağıldı ve etrafıma bakınmaya başladım. Benim kulem sağlam gözüküyordu. Kürşad'ın kulesini incelemeye başladım ama çok zamanım yoktu, her yerdelerdi.
- KÜRŞAD! 2. HALATTA SORUN VAR! KULE DAYANMIYOR!
Kürşad duraksayıp altına doğru baktığında çok geçti. Kule yamulmaya ve çökmeye başlamıştı.
- BURAYA ATLA!
Kürşad'ın kulesi ağırlığa dayanamıyordu. Birkaç dakikada 15 20 tane salgınlı kuleye tırmanmaya başlıyordu. Kule iyice sallanmaya başladı.
- BABA! TUT ŞUNLARI!
Bağırırken fitilleri ve fişekleri benim kuleme doğru fırlattı. Kule iyiden iyiye bükülmeye ve çökmeye başlıyordu! Ama Kürşad çatışmayı bırakamıyordu.
- SİKTİĞİM KULESİNE ATLA ARTIK!
Fişeklerden birini ateşleyip büyük sandıktan Gra-78'i çıkardım. Namı diğer ateş püskürten.
- DAYAN!
Gerilimli bir dakikadan sonra çatır çatır bütün salgınlıları uzaklaştırıp yakıyordum. Kule düşüyordu!
- ATLA!
Kürşad son bir kuvvetle benim tarafıma atladı. Kuleye asılı kaldı, alttan ayaklarına bir salgınlı sıçradı. Kulesi bize doğru düşüyordu ve çok zor durumdaydık.
- AZ KALDI DAYAN!
Otomatiği elime alıp kulenin eklemlerine ateş etmeye başladım. Birkaç saniye içinde kuleyi havaya uçurmuştum. O sırada başımdan kaynar sular döküldü!
- KÜRŞAD!
- GERİ ÇEKİL!
Bağıran Astrid'di. Gerilim dolu birkaç saniye içinde tüfeğiyle Kürşad'ın ayaklarındaki salgınlıyı yere serdi.
- YUKARI ÇIKIN ÇABUK!
Kürşad'ı yukarı çektim.
- SALDIR!
Saat sabah 5:43. Çok uzun ve dehşet dolu bir gecenin ardından bitmiş durumdaydık. Kuleye yığılı kaldık. Ev büyük hasar almıştı. Mühimmatları yarılamıştık, uzun bir gece geçirmiştik. Sanırım Astrid ve Kürşad'ı yanıma alacaktım. Dinlenmeliyim..

GÖREV II: İntikam AteşiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin