[5]

4.8K 639 358
                                    

"Basit bir zehirlenme, prensim. Daha fazla yeseydi daha kötü sonuçlara sebep olabilirdi."

Gözlerimi hafifçe araladım. Kulağıma gelen sesler tam net değildi, uğultulu geliyordu. Yaşlı bir kadın konuşuyordu, yüzüme ıslak bir şey sürüp geri yerine bıraktı.

Görüş açım netleşirken yaşlı kadının odadan çıktığını gördüm. Yan tarafıma baktığımda bakışlarını yere odaklamış ve düşünceli duran prens Minho'yu gördüm.

Dün gece onu mutlu etmek yerine endişelendirmiştim.

"İyi misin?"

"Evet."

Yatakta dikleşip sırtımı duvara yasladım ve etrafıma baktım. Parmağımdaki inci yüzük yoktu. Tek hakkımı mükemmel bir biçimde kaybetmiştim.

Prens Minho tam karşıma geçip elinde tuttuğu yüzüğü bana gösterdi ardından parmağına taktı.

"Soeun, adına özür dilerim. Seni huzuruma çağırmakta büyük bir hata yaptım."

Kesinlikle kaybetmiştim hakkımı.

"Dinlen sen."dedikten sonra derin bir nefes aldı.

"Dün gece için özür dilerim, prensim."

Kafasını iki yana salladı. "Senin özür dilememen gerekiyor. Soeun suçlu."

Omuz silktim. "Ona bir şey yapacak mısınız?"

Cevap verme gereksinimi duymadan arkasını döndü ve kapıya doğru ilerlemeye başladı. Kafamı eğip gözlerimi ellerime diktim. Boynumda hissettiğim ağırlık ile kafamı kaldırdım.

Bu Malezya'nın prenslerine verdiği özel bir kolyeydi. Kore'nin inci yüzüğü gibiydi aynı. Prensin huzuruna çıkmak için verilirdi.

Prens Minho ile bakışlarımız buluşunca gülerek "En azından daha az tehlikeli."dedi.

Odadan çıktığında kolyeyi avuç içime alıp incelemeye başladım. Altın kolyenin üzerinde büyük, yeşil bir zümrüt vardı.

Prens Minho, Malezya hakkında her şeyi nasıl biliyordu?

•••

"Prens Han." Kraliçenin sesini duyduğumda dizlerimin üzerinde oturduğum yeşil minderden kalktım.

"Buyrun, efendim."

"Minho seni yanına çağırıyor."

Kaşlarımı çattım. Beni çağırmak için annesini mi gönderiyordu? Kraliçe bunu fark etmiş olacak ki gülümsemiş ve koluma girmişti.

"Kalfalardan birine söylerken duydum ve dedim ki en iyisi ben çağırayım."

Kafamı sallayarak onu onayladıktan sonra birlikte bahçeye çıkmıştık. Kocaman sarayın kocaman bir bahçesi vardı. Bahçenin bir kısmı rengarenk çiçeklerden oluşurken diğer bir kısma siyah güllerden oluşuyordu.

"Kraliçem, neden bahçe ortadan ikiye bölünmüş gibi?"

"Minho ve cariye Soeun ikilisi yüzünden."dediğinde ona anlamaz bakışlar attım. "Soeun ve Minho, zorla bir araya getirilmiş bir çift. Bunu fark etmiş olman lazım."

Kafamı sallayarak onu onayladım. "Evet."

"Soeun, eline geçen bir fırsatta Minho'yu zehirlemeye çalıştı ve böylece Minho bu ilişkiye olumlu gözle bakmadı. Onu sadece özel cariye olarak tutuyor yanında. Tek kalmamak için gibi."

Siyah güllerin olduğu yere doğru ilerlemeye başladığımızda derin bir nefes almış ve konuşmasına devam etmişti.

"Soeun, renkli ve parlak şeyleri sever fakat Minho renksiz ve mat şeyleri sever. Sebebi birbirlerine olan nefretleri. Bahçede onun için böyle. Renkli çiçekler Soeun'u, siyah güller Minho'yu temsil ediyor."

"Kraliçem, bu bir suç. Bir cariyenin bir soyluyu zehirlemeye çalışması suç."

"Öyle fakat kral için bu sadece Soeun'un kıskançlığı olarak tanımlıyor. Yoksa bugün onun idamını izlerdik."

"Niye ki?"

"Çünkü Minho'nun odasında iken onun özel cariyesi tarafından zehirlendiğin ortaya çıktı. Sen olsan ne yapardın?"

"Haklısınız."deyip kafamı eğdim.

Siyah güllerin olduğu yol bitmiş, taşlardan yapılmış bir alan belirmişti. Kenarlarda tahtadan yapılmış kılıç tutacakları vardı. Boylarına göre dizilmiş kılıç ve bıçaklar duruyordu.

"Bakalım prens Han, ne kadar iyi kılıç kullanabiliyor."

Yan tarafımda duyduğum ses ile oraya doğru döndüm. Prens Minho elindeki uzun kılıca bakarken gülümsüyordu. Kraliçe kolumdan çıkıp çember şeklindeki alandan çıktı.

"Onu fazla incitme, Jisung."

Minho kaşlarını çatıp annesine baktı. "Burda beni savunman gerekiyor, anne."

Kraliçe omzu silkti. "Jisung'un tarafındayım."

Göz devirip ofladı. "İyi."

Orta boy bir kılıcı elime aldım. Çemberin ortasında karşı karşıya geçtik. Kılıcımı hazırda tutuyordum.

Birbirimize zarar vermeyen hafif bir başlangıç yaptık. İkimizde hafifçe kullanıyorduk kılıçları fakat biliyorduk ki istesek daha güçlü olabilirdik.

Hiç beklemediğim bir anda kılıcıma büyük bir baskı yaptı ve kılıcı yere düşürmemi sağladı. Yerdeki kılıcıma odaklandığımda bedenime baskı uygulamış ve sırtım duvar ile buluşmuştu. Tam karşımda bana bakan kahvenin en güzel tonu olan gözlere baktım.

Kılıcını boynuma dayamış ve nefes nefese kalmıştı. Aynı durumda olduğunu yeni yeni fark ediyordum.

İyi kılıç kullanıyordu fakat benim stratejim ile başa çıkamazdı.

Hızla onun yorgunluğundan faydalanıp bedenlerimizin yerini değiştirdim ve gömleğimin kolunun içine sakladığım hançeri boynuna bastırdım.

"İkinci plan ha."deyip yorgunca gülümsedi.

"Pes ediyor musunuz, prens Minho?"

Bakışları derinleşirken hançeri tuttuğum kolumu tutup ters çevirince acıyla inlemiştim. "O soruyu benim sormam gerekiyor, prens Han."

Elindeki kılıcı boynuma tutmuştu. Kolumu kurtarmaya çalıştıkça kılıç ile daha fazla baskı uyguluyordu.

"Pes pes."

Gülümseyerek bıraktı beni. "Kılıcı iyi kullanıyorsun fakat çabuk dikkatin dağılıyor."

Kafamı eğip omuz silktim. "Olabilir."

"Olamaz. Ölmek istemiyorsan olmamalı."

Who was able to stand in love/ MinSungМесто, где живут истории. Откройте их для себя