[1]

9.3K 791 658
                                    

Öldüreceklerdi belki de beni, koskoca Malezya'nın prensi olan Han Jisung'u. Daha dillerini bile bilmediğim bir ülkenin sarayına köle olarak verilmiştim.

Elimi attığım her çiçek solarken kırmızı güllerden medet beklemiştim. Suçumda buydu işte. Kore Malezya savaşında, ben Malezyalı bir prenstim.

Beni köle olarak verme nedenleri neydi, bilmiyordum. Babamın dört eşi vardı. İlk evlendiği Çinli kadın ona iki kız evlat vermişti. Ruslar ile yaptığı anlaşmada Rusya'nın prensesi ile evlenmiş ve üç erkek evlat vermişti ona. Japonya'nın prensesi ile evlendikten sonra bir kız evladı daha olmuş. Ondan sonra annemle evlenmiş, yani beni doğrumuştu. Ve sanırım bu dört erkek arasında nefret edilen tek kişiydim.

Diğer annelerim beni hor görürken, öz annem savaşta babamı kurtarmak için canını verebilecek kadar cesurdu. Ve bu cesaret bana da geçmiş olmalıydı. Kardeşlerim sarayda dururken ben, savaş meydanında kılıç tutmuştum. Ama beklediğim gibi gitmemişti. Savaşı Kore askerleri kazanmıştı. Askerlerimiz ya geri çekilmiş ya da ölmüştü.

Babama bir seçenek sundular. Üç kız evladından ve dört erkek evladından birini onlara vermelerini istemişlerdi. Ablalarımın hiçbirinin gitmesini kabul etmemiş ve başka bir anlaşma yapmak istediğini belirtmişti.

Kore kralı ilk başta kabul etmese de en sonunda kabul etmiş ve başka bir anlaşma yapılmıştı.

Kore'nin üç prensi istediği kişiyi seçecek ve onu Kore'ye götüreceklerdi.

En büyük abimi seçmişti, en küçük prens. Fakat diğer prensler kabul etmemişti. Diğer annelerimin büyük ısrarları üzerine beni götürmeyi kabul etmişlerdi. Beni koruyacak bir annem yoktu sonuçta.

Ve alçak babam, karısından ona kalan tek şeyi korumamış; benimle birlikte on cariye daha vermişti onlara.

Ellerimiz kollarımız bağlı, her bir yanımızda Kore askerleri ile birlikte yola koyulmuştuk.

Öldüreceklerinden korkmuştum. Ben ölümü göze alıp savaş meydanında kılıç tutmuş Jisung, öldürülmekten korkmuştu.

Kafamı sert ve soğuk duvara koyup usulca gözlerimi kapattım. Ellerim çözülmüş olsa bile bu karanlık zindan içimi karartmıştı.

Zamanla, az da olsa dilini anlayabildiğım, konuşabildiğim bu sarayda hep zindanda kalmak istemiyordum.

Bir kalfa haftada bir kez bizi hamama götürüyordu. On cariyenin hiçbiri kalmamıştı. Diğerleri bir şekilde, kadınların ve erkeklerin gözüne girmiş, onların özel cariyeleri olmuşlardı. Benden daha iyi bir hayat sürdüklerine yemin edebilirdim.

Bana bakmaya gelen bazı kişilere, benim onları intikam almak için öldüreceğimi söyleyerek vazgeçirmişlerdi.

Bana su uzatan askere baktım. Diğer askerlerden daha farklı duruyordu. Parmakları yüzüklerle kaplıydı ve bu hiçbir askerde olmazdı.

Suyu alıp içmeye başladığımda gülümsemiş ve işaret parmağı ile yanağıma dokunmuştu. "Tatlı,"diye fısıldadı.

Malayca konuşunca kaşlarımı çatmıştım. "Kimsin sen?"

"Asker."

"Hiçbir askerin elinde bu kadar yüzük olmaz."

Omuz silkti. "Zengin bir asker."

"Yalancı."

Korece bir şeyler mırıldandıktan sonra ayağa kalktı ve diğer askerlerin yanına gitti. Onlara bir şeyler dedi beni göstererek. Zindandan çıkarken şaşkınca arkasından bakıyordum.

Üç asker yanıma gelmiş ve zindanın kapısını açmıştı. Askerlerden biri "Şunu alıp hamama götürün."dedi. "Cariyelere söyleyin onu güzelce giydirsin. Açsa karnı doyurulsun."

"Bizi anlayabiliyor musun?"diye sordu, önüne geçen kalfa. Kafamı olumlu anlamda salladım. Koluma girip beni hamamın olduğu yere doğru götürmeye başladığında merakla ona baktım. Anlamış olacak ki bana bakıp konuşmaya başladı.

"Bu kadar kısa bir sürede prensin gözüne girmeye başardın. Seni sarayın cariyesi yapıyor."

Who was able to stand in love/ MinSungWhere stories live. Discover now