İKİNCİ BÖLÜM │XXIII

156 6 0
                                    


XXIII


Birkaç gün sonra sabah erkenden iki kadın, eski püskü keten elbiseleri, ellerinde birer değnek, sırtlarında bohça, Nikolay'ın karşısına dikildiler. Sofia bu kılıkla daha kısa boylu görünüyordu ve sarı yüzünün ifadesi de sanki daha bir sert gibiydi.

Nikolay onunla güçlü bir şekilde el sıkışarak vedalaştı. Sonra iki kadını yolcu etti. Aralarındaki ilişkinin sadeliği ananın yine ilgisini çekti. Ne tatlı sözler söylemiş ne de öpüşmüşlerdi. Buna rağmen birbirlerine çok içten davranıyorlardı. Oysa eski yaşamındaki insanlar sürekli öpüşürler ve birbirlerine güzel sözler söyleyip dururlar, ama her fırsatta da birbirlerini köpek gibi yerlerdi.

Kentin sokaklarını sessizce geride bırakarak, iki yanına yaşlı kayın ağaçlarının dizildiği geniş toprak yolda yan yana ilerlemeye başladılar.

Ana, "Yoruldunuz mu?" diye sordu Sofia'ya.

Sofia bu soruya, "Yoksa benim yürümeye alışkın olmadığımı mı düşünüyorsunuz? Bu konuda hiç endişeniz olmasın," diyerek karşılık verdi.

Sonra da, sanki çocukluğunda yaptığı haylazlıklarla övünüyormuş gibi bir tavırla devrimci mücadelesi içinde yaptıklarını neşe içinde anlatmaya koyuldu: Sahte kimlikle dolaşmış, durmadan kılık değiştirmiş, sürgündeki yoldaşlarının kaçmasına yardım etmiş, oradan oraya bir sürü kitap taşımıştı. Evine matbaa makinesi kurulmuş, bunu öğrenip evi basan jandarmaların karşısına bir anda hizmetçi kılığında çıkmış, sonra da sırtında sadece bir elbise ve başında incecik bir atkıyla, elinde bir gaz tenekesi, o karda kışta saatlerce kentin sokaklarında dolaşmıştı. Bir gün de, başka bir kentte oturan bir tanıdığını ziyarete gitmiş, tam merdivenleri çıktığı sırada, içeride arama yapıldığını fark etmişti. Artık geri dönmesi mümkün olmadığından, alt katın kapısını çalarak elinde bavuluyla içeri dalmış ve cesaretle her şeyi açıkça anlatmıştı.

Güvenli bir ifadeyle, "Dilerseniz beni ele verebilirsiniz, ama bunu yapacağınızı hiç sanmıyorum," demişti.

Evdekiler oldukça korkmuş, bütün geceyi, jandarmaların kapıya dayanmasını bekleyerek uykusuz geçirmişler ama Sofia'yı ihbar da etmemişlerdi. Sabah olduğundaysa beraberce jandarmalarla dalga geçmişlerdi.

Başka bir keresinde de rahibe kılığına girmiş, kendisini izlemekle görevli sivil polisle trende aynı vagonda seyahat etmiş, hatta yan yana aynı sıraya oturmuştu. Polis ona sürekli bu işte ne kadar becerikli olduğunu anlatıp durmuştu. Ona, izlemekle görevli olduğu kadının da aynı trende olduğunu söylemiş ve her istasyonda inip tekrar yerine dönmüş, "Hiç ortalıkta görünmüyor, uyuyor sanırım!" demişti. "Çok yoruluyorlar elbette, onların hayatı da bizimki gibi zor!"

Ana, Sofia'yı gülerek dinliyor, tatlı tatlı yüzüne bakıyordu. İnce, uzun, düzgün vücuduyla kıvrak ve sağlam adımlarla yürüyor, yürüyüşünden ve sesinden cesaret, sağlık ve neşe taşıyor, gözlerinden insana mutluluk verici bir canlılık fışkırıyordu.

Ağacın birini göstererek, "Şuna bakın! Ne müthiş bir çam!" diyordu.

Ana gösterdiği ağaca bakıyor ama diğerlerinden hiçbir farkını göremiyordu.

"Evet, pek güzel bir ağaç," diyordu gülerek.

Ve rüzgârın, kadının şakaklarındaki beyaz saçları dalgalandırışını zevkle seyrediyordu.

Sofia, gözlerinde alevler parıldayarak, "Bakın bir çalıkuşu!" diyerek, sesin geldiği yere doğru zıplıyordu; ana ise gözleriyle gökyüzünde kuşu arıyor, bir türlü göremiyordu.

AnaWhere stories live. Discover now