"Çok şükür" diyerek gülümseyen yüzüyle onayladı onu Hau.

"Eyvallah, Ala. Eyvallah." dedi Mehmet. İlk fırsatta karşısına çıkıp okumayı düşündüğü, gök gözlüsüne yazdığı sözleri, tekrar tekrar aklından geçirerek yoluna devam etti;

Gözlerini gördüğüm o an, filizlendi gönül ağacım.

Sesini duyduğum o an, ne dert kaldı, ne de sızlar bir acım.

En zor anlarımda sen oldun şifacım.

Ab-ı hayatısın gönlümün, şu biricik ömrümün...

Öte yandan Mehmet'in annesi Gülnur, yeni obasında bulunan çadırların mimarları kadınları tek tek ziyaret ederek bir sıkıntıları olup olmadığını soruyor, onların pazar için hazırladıkları ürünlere bakıyordu. Fakat hemen hemen girdiği her çadırda konu bir şekilde Mehmet'e geliyor, ona Mehmet'in ne zaman sevdiğine kavuşacağı soruluyordu. Bu durumun kızı Alarcın'ın işi olduğunu anlıyordu Gülnur. Zira çok sevdiği abisinin, ak örgüsünün vaadi dolmasına rağmen sevdiğine kavuşamamasının içten içe canını sıktığını biliyor, bu durumu dert edinmesi hoşuna gidiyordu. Fakat bilmediği bir şey vardı Alarcın'ın. Gülnur, dün oğlu Mehmet'e ve öz kızı gibi gördüğü Gök Sultan'a söylediği üzere, bugün akşam yemeğinden sonra, oğlunun vaadi dolan ak örgüsünü temiz tutup tutmadığını tekrar kontrol edecek, hemen akabinde, resmi olmayan şekilde kızı Alarcın'ın yürütmekte olduğu haberlerini aldığı kavuşma hazırlıklarını resmileştirecekti. Ve nihayet yarın, gönülleri bir olan iki genç birbirine kavuşacak, böylelikle onun da gözü arkada kalmayacaktı.

Aradan geçen bir saatin sonunda ormanı ve çevresini tetkik etme işini bitiren Mehmet, ormandaki gözcülerin tek tek yanına gidip son emirleri onlara verdikten sonra can dostları ile birlikte obaya dönmek üzere yürümeye başladı. Babası gözcüler için çok iyi konumlar seçmişti. Lâkin tıpkı babasının rahatsızlık duyduğu yer gibi o da en son görüştüğü gözcünün olduğu yere bir gözcü daha koymanın iyi olacağını düşündü. Zira başta engebelerle dolu bu yeri tek gözcü gözleyebilir gibi görünse de, detaylı düşünüldüğünde bunun mümkün olmadığı, bu alandan içeriye bir şekilde düşman sızabileceği ortaya çıkıyordu.

Mehmet bu eksikliği giderecek er kim olabilir diye düşünceli bir biçimde son gözcünün yanından can dostları ile birlikte otuz adım kadar uzaklaşmıştı ki tam o anda ormanın içerisinden aniden çıkan dört oktan biri Hau'nun sol koluna, biri Alakurt'un sol bacağına ve geriye kalan ikisi ise, doğruca Mehmet'in, göğüs kafesi bölgesinin üç farklı yerine saplandılar. Hau ile Alakurt kendi acılarına aldırmadan şokun etkisiyle yüksek sesle ard arda "Beyim." dediler. Akabinde bir taraftan ok nerden geldi diye etrafı bakarlarken diğer taraftan okların etkisiyle yere düşen beyleri Mehmet'in önünde bedenlerini siper ettiler. Çok geçmeden ormanın içerisinden, yüzleri kapalı, birinin sırtında ince işlemelere sahip iki kılıç, diğerlerinin ise ellerinde hançerler bulunan toplam beş kişi çıkageldi.

Sırtında, ince işlemeli iki kılıç olan bu kadının adı Hera'ydı. Hera, otuz yedi yaşında, kahverengi saçlı ve gözlü, bir yetmiş boyunda, güzelliğinden çok cesareti ve gücüyle Trabzon Rum İmparatorluğu kalesinde dillere destan olmuş bir kadındı. Helen'in teyzesi olmasına rağmen sıklıkla İmparatorluk dışında, en kritik görevlerde başrol oyuncusu olarak yer alır, hedeflediği görevi bitirdiğinde ise bir müddet ortalardan kaybolurdu. Bugüne kadar başaramadığı hiçbir görev olmamış, en zor yerlerden, ölüme el sallayarak çıkmayı başarmıştı. Hatta bu yüzden birtakım kimseler tarafından, Yunan mitolojisinde adı geçen Hera'nın ruhunu taşıdığına, kılıçlarında onun gücünü barındırdığına inanılmaya başlanmıştı.

ÇEPNİ TuğrabozanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin