Bölüm Kırk Üç

Start from the beginning
                                    

  Andrew, onun arkasından seslendi. ‘’Faye?’’ Faye, ona döndü. ‘’Hep bir kız kardeşim olsun istemişimdir.

  Faye, gülümsedi ve ağaç evden dışarı çıktı. Katalia’nın onu aşağıda beklediğini gördü. Amazon kraliçesi ela gözleriyle onu uzun uzun süzdü. ‘’Biliyorsun ki, artık onunla bu kadar yakınlık kuramazsın. Ne onunla ne de başka bir erkekle…’’

  Faye, omuz silkti. ‘’Zamanı geldiğinde veda edeceğim. Merak etme.’’ dedi sert bir ses tonuyla.

  ‘’Bana kızmamalısın, Cyriaca. Benden katil bir nefilim erkeğini kurtarmamı istedin. Bunun karşılığında bir şey almalıydım. Sen de zamanla bunun, verdiğin en iyi karar olduğunu anlayacaksın. İnan bana.’’

  Faye, gözlerini devirdi ve onu arkasında bırakarak yürümeye başladı.

  Katalia, onun arkasından seslendi. ‘’Shekinah, seni kutsasın, Cyriaca.’’

  Tesisler, Toplantı Odası…

  Regulus’un yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Melekler Çemberi’ne ve Exael’e uzun uzun baktı. Her zamanki gibi Anael dışındaki bütün melekler gülüyordu. Exael ise, Regulus’la göz göze geldikçe gülümsemeye zorluyordu kendini.

 ‘’Başlıyor.’’ dedi Regulus. ‘’Havanın kokusundan bile hissedebiliyorum.’’ Gözlerini kapattı. ‘’Kaosu hissedebiliyorum.’’

  Exael, sessizce nefesini verdi. Korkuyordu. Belki de hayatında ilk kez bu kadar çok korkuyordu. Regulus’un gözlerine baktı. Grigori meleğinin kahverengi gözleri, korkunç geliyordu Exael’e. Regulus’un gözlerinden hep korkmuştu, onun en yakın arkadaşıyken bile. Onunla arkadaşlıklarının ilk kez ne zaman bozulmaya başladığını düşündü. Ne zaman ondan bu kadar uzaklaşıp, ona ihanet edecek duruma geldiğini… Lucretia’nın hayatını mahvettiği zamandı belki… Belki de çok daha öncesi, Büyük Sel zamanı… Böylesi bir dehşeti başlatan ilk kişi Regulus’tu sonuçta. Hatta belki de çok çok daha öncesi, Will’in annesi Isaura’yı öldürdüğü zaman bitmişti her şey. Isaura’nın Regulus’un gerçek yüzünü görmesi çok uzun sürmemişti ama buna uzunca bir zaman katlanabilmişti. Will içindi belki de… Isaura, gerçekleri görebilecek kadar zeki bir kadındı ama Regulus’un yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını anlayamamıştı. Kaçmanın onu kurtarmayacağını ve bunun onun için ölüme giden bir yol olduğunu anlayamamıştı. Belki de anlamıştı ama bunu istemişti. Exael, Isaura’nın ölüme kolayca kucak açabilecek biri olduğuna inanmıştı hep.

  Öyle veya böyle. Exael için bazı şeyler kopmuştu ve bir daha asla düzelmemişti. O an için vardığı son durak, korku içinde yaşadığı ama bunu asla belli etmemesi gereken bir cehennemdi.

  Exael, Regulus’a doğru yürüdü. ‘’Artık sadece zaman meselesi.’’ dedi. Kendi kurduğu cümle onu ürkütmüştü ama çok uzun yıllar boyunca ustalaştığı bir konu varsa o da rol yapmaktı. Güçlü rolünü yapmayı çok iyi öğrenmişti. Tek istediği, çok kısa bir süreliğine gardını indirebilmekti. Artık güçlü olmak zorunda olmamak… Bazen Isaura’nın yaptığını yapmak istiyordu. Kaçmak… Sadece kaçmak… Ve sessizce kaçtığı ölümün onu bulmasını beklemek… Bulunmak için kaçmak istiyordu. Çünkü kaçtığımız her şeyin er ya da geç bizi bulacağını biliyordu. Kaçtığımız şeylerin bizim peşimizi asla bırakmayacağını en iyi o biliyordu.

  …

   Tesisler, Bodrum Katı…

  Kaç gün geçtiğini bilmiyordum. En son ne zaman yemek yediğimi veya su içtiğimi de hatırlamıyordum. Saatler benim için Lex ve Nate’e göre daha kolay geçiyordu. Gücüm kalmadığında Lucretia, öne çıkarak toparlanmama yardım ediyordu. En kötüsü Nate’di. Tasha’nın da söylediği gibi içimizde en çok melek kanı ondaydı ve onu hiç bu halde görmemiştim. Yanakları içe göçmüştü ve gözlerinin altında kırmızı katmanlar oluşmuştu. Çok uzun zamandır hiç konuşmamıştı. Hiçbirimiz konuşmamıştık. Yorgunluk, susuzluk ve ağzımızdaki demir tadı buna engel oluyordu. Birisi tarafından işkence görmek, acı çektirilmek önemli değildi. Zor olan kısmı beklemekti. Ne kadar süreceğini bilmeden ve sonunu göremeden beklemek…

  Sonunda deponun kapısı açılıp içeri birisi girdiğinde, kim olduğunu görebilmem için iyice yaklaşması gerekmişti. Clay, içeri girdiğinde kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Diğerleri de öyle. Muhtemelen içeri girmesi için kapıdaki mühür silinmişti. Clay’in elinde geniş bir tepsi vardı. Önce Lex’e sonra bana en son da Nate’e yiyecek ve su verdi. Üçümüzün de eline aldığı ilk şey su oldu. Nate, suyunun hepsini bitirmedi hatta çok az içti. Diğer şeylere de dokunmadı. Lex, umursamadan önündeki şeyleri yemeye başladı. Bense ne yapmam gerektiğine karar veremeden elimde su bardağıyla oturmaya devam ettim. Clay, bir süre bizi süzdü ama hiçbirimiz ona bir şey söylemeyince boş tepsiyle birlikte kapıya doğru yürüdü. Nate, onun arkasından seslendi. ‘’Dışarıda hayat nasıl Clay?’’

  Clay, ona döndü. ‘’Bıraktığınız gibi.’’ dedi. Üzerinde beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı. Saçları her zamankinden biraz daha dağınık gibiydi.

  Nate, başını salladı. ‘’Bazıları bizim gibi bırakmak zorunda kalmadı tabi.’’

  Clay, yavaşça tepsiyi yere bıraktı ve Nate’e doğru yürüdü. ‘’Bak… Sırf burada bunları yaşıyorsun diye ve benim seninle aynı şartları yaşamak zorunda kalmadığım için bana sataşamazsın. Bu kadar görünmez ve işe yaramaz olmaktan gurur mu duyuyorum sanıyorsun? Hayır. Ama halimden memnunum çünkü birilerinin dışarıda kalıp bazı şeyleri düzeltmeye çalışması lazım. Ama sırf sizden daha pasif biri olduğum için beni böyle suçlamaya hakkın yok.’’ Her cümlesinde ses tonu daha da yükseliyordu.

  Clay sustuğunda Nate’in mahcup olacağını düşünmüştüm. Özür dilemesini zaten beklemiyordum ama en azından mahcup olacağını düşünmüştüm. Oysa Nate, bir süre sessizce Clay’i süzdü ve sonra da gülümsedi. Kurumuş dudaklarındaki yaralar ortaya çıktı ama gülmesi her an daha da genişledi. ‘’Dünyayı kurtarmanın şerefine, Clay.’’ dedi laubali bir şekilde.

  Clay, yüzünü ekşitti ve ona ters bir bakış atarak dışarı çıktı. Çıktığında kapıyı sertçe kapattı. Mührün henüz etkinleşmemesinin tadını, akciğerlerimdeki ağrı olmadan derin nefesler alarak çıkardım.

  Lex, hala hiçbir şeyi umursamadan duruyordu. Az önce getirilen tavuğunu yemekle meşguldü.

  Aradan birkaç dakika geçti. ‘’Bunu neden yapıyor?’’ diye sordum ikisine birden. Hem Nate’in hem Lex’in dikkatini çekince konuşmaya devam ettim. ‘’Bizi istediği anda öldürebilir. Bunu yapacak gücü ve yapması için gerekçeleri var ama yapmıyor. Bizi buraya hapsederek, öylece beklememizi sağlıyor. Bizi birbirimize düşürüyor, sonra yeniden yakınlaşmamızı sağlıyor. Faye’in Cyriaca olduğunu bildiği halde yaşamasına izin verdi. Kaçacağını tahmin etmiş olmalıydı neden onun yaşamasına ve kaçmasına izin verdi? Andrew’un ona yeniden ihanet edeceğini biliyordu ama neden bunu yapmasına izin verdi? Belli ki bizimle savaşmak istiyor, belli ki bizim onun karşısında olup onunla savaşmamızı istiyor. Bizi öldürmüyor, bizim güçlenmemizi sağlıyor. Resmen bizimle oyun oynuyor. Bunu neden yapıyor?’’

  İkisi de cevap vermedi. Ama onların da aynı şeyi düşündüğüne emindim.

  Birkaç saniye sonra beynimde Lucretia’nın sesini duydum. Kaos için. dedi. Kaos istiyor. Sizinle savaşmak istiyor. Sizin, onun karşısına dikileceğiniz düşüncesi bile ona zevk veriyor. 

Kayıp Kanatlar: UyanışWhere stories live. Discover now