Bölüm On Üç

5.4K 508 33
                                    

  Ertesi gün, uyandığımda kıyafetlerimle öylece uyuyakaldığımı fark ettim. Toparlanıp ayağa kalktım. Bir şey doğruydu ki; bir an önce yeni hayatıma adapte olmaya başlamalıydım. Siyah, elbisemi üstümden çıkarıp rahat bir şeyler giydim. Taytım ve bol siyah tişörtümün altındaki botlarımın bağcıklarını bağladıktan sonra gümüş bıçağımı da alarak iç karartıcı motel odasından çıktım. Karanlık koridorlarda, eskimiş ve dökülmüş duvar kağıtları zar zor seçilebiliyordu. Ruhsal iyileşme dönemime, bu yerin bir faydası olacağını sanmıyordum.

  Dışarı çıktığımda soğuk bir rüzgar yüzümü yalayıp geçti. Üşümenin nasıl bir his olduğunu merak ettim.

  Yanımdan geçenlerle göz teması kurmamaya çalışarak, Eğitim Binası’na ulaştım. Demir kapı, yavaşça açıldığında, başımı kaldırdım ve sahip olduğum tüm özgüvenle yürümeye başladım. Biraz aradıktan sonra Andrew’u buldum. Arkası bana dönüktü ve siyah bir boks torbasını, hiç ara vermeden yumrukluyordu. Yumruğunu sıktığı her saniye kol kasları kasılıp, gevşiyordu.

  ‘’O zavallı kum torbası sana ne yaptı?’’ Sesimin, yaralı bir kız gibi değil de hayata sımsıkı tutunan güçlü bir kız gibi çıktığını umuyordum.

  Sesimle irkilip, yüzünü bana çevirdiğinde gri gözleri, benim gözlerime dokundu sanki. Gözlerinin gerçekten çok güzel olduğunu inkar edemezdim. Elindeki boks eldivenlerini çıkardı ve yanıma geldi. Siyah saçları dağılmıştı ve alnının bir kısmını kapatmıştı. Yüzü ter içindeydi. ‘’Birazdan senin de yumruklamak zorunda kalacağın bir kum torbasını savunman büyük bir ironi değil mi?’’ Gülmüştü ama gözleri tereddütlü gibiydi. Kelimeleri özenle seçiyor, ruh halimin kırılgan duvarlarını devirmemek için çaba gösteriyordu.

  Bana acımasından nefret ediyordum.

  Dişlerimi göstererek gülümsedim. Bunu yaparken kendimi o kadar zorlamıştım ki, bir an yüz felci geçireceğimden korktum. ‘’Bence de. Hadi başlayalım. Belki, teke tek dövüşlerde seni yenebilirim.’’

  Bu kez gerçekten kahkaha atmıştı. ‘’Evet, belki ben uyurken dövüşürsek, beni yenebilirsin.’’

  Kaşlarımı alayla havaya kaldırdım. Sonra kum torbasının yanına gittim ve derin bir nefes alıp bütün gücümle kum torbasına yumruğumu indirdim. Kum torbası metrelerce yüksekten sarkıtıldığı ipinden koptu ve hızla yaklaşık elli metre ötedeki bir nefilime çarpıp onu hatırı sayılır bir sertlikle yere serdi. ‘’Özür dilerim,’’ diye bağırdım ona. ‘’Yanlışlıkla oldu.’’

  Andrew, kollarını göğsünde kavuşturmuş kaşları çatık bir şekilde izliyordu. ‘’Bunu…’’ Durdu, tekrar düşündü ve tekrar söze girdi. ‘’Bunu yapabileceğini düşünmemiştim. Hiç, dövüş eğitimi almadığını sanıyordum.’’

  ‘’Almadım. Ama ne kadar hızlı olabileceğimin farkında olmamam, ne kadar güçlü olabileceğimin farkına varmamı engellemiyordu. Kendimi eğittim.’’

  Başını yavaşça aşağı yukarı salladı. Afallamış ifadesi, gülümsememi sağlamıştı. ‘’Tek başına iyi iş çıkarmışsın, çaylak.’’

  ‘’Yani sıfırdan başlamamıza gerek yok. Temel eğitimi atlayabiliriz.’’

  ‘’Evet, bu bize yararlı olur.’’

   Ciddiyetsiz resmiyetimizi, dışarıdan izlesem ne kadar çok güleceğimi düşündüm.

  Ağır adımlarla bana geldi ve hemen yanımda durdu. Gerçekten çok yakınımdaydı. İster istemez soluk alışlarım hızlanmıştı. Eli, kemerimin arkasında asılı duran gümüş bıçağa gitti. Onu aldıktan sonra bir süre daha öylece durdu. Gri gözleri, yakından çok daha güzeldi. ‘’Çıplak elle dövüşte iyisin ama acaba bunu kullanmayı biliyor musun?’’ Bunun bir soru olduğundan emin değildim. Cevap bekliyorsa da, nane kokan nefesi yüzümü yaladıktan sonra öylece kalakaldığımdan bir cevap verebileceğimi sanmıyordum. Boştaki eliyle sağ avucumu açtı ve bıçağı oraya koydu. Sonra iki adım geri çekildi. ‘’Bıçağı bana sapla.’’ Durdu ve omuz silkti. ‘’Ya da dene.’’

  Evet, tabii ki sadece deneme aşamasında kaldım.

  Belki üç saat geçmişti. Belki de dört… Bilmiyordum. Ama sızlamaya başlayan kaslarımdan, uzun bir süre geçtiğini kestirebiliyordum.

  ‘’Bugünlük bu kadar yeter galiba, çaylak. Değil mi?’’ Yorulduğumu anlamıştı ve bununla alay edebilme cesaretini gösteriyordu. Bazen 1800’lerdeki centilmen erkekleri merak ediyordum. Ona sahte bir sırıtış atıp gözlerimi devirdim.

  Ayaklarım, bu akşam, gerçekten çok ağrıyacaktı.

  ‘’Andrew!’’ Tiz bir kız sesi, hem Andrew’un hem de benim arkamı dönmemi sağlamıştı. Kısa boylu minyon bir kızdı seslenen. Hemen hemen Andrew’la aynı yaşta olmalıydı. Gür kahverengi saçları, beline dalgalar halinde uzanıyordu. Yaklaştıkça gözlerinin yeşili ve porselen kadar pürüzsüz yüzünde kolayca kendini belli eden birkaç minik ben seçiliyordu. Yanımıza ulaştığında gülümsemesi büyüdü ve kolları Andrew’u sardı. Andrew, kıza sarıldı. Sonra başını eğip onu dudaklarından öptü.

Kayıp Kanatlar: UyanışWo Geschichten leben. Entdecke jetzt