Bölüm On İki

6.3K 544 9
                                    

 Eğitim Binasında…

  Lex, sigarasından bir nefes daha çektikten sonra onu yere atıp ayağıyla ezdi ve devasa Eğitim Binası’ndan içeri adımını attı.

  Andrew, alnındaki teri tişörtüne sildi ve gümüş bıçağı, elindeki taşla bilemeye devam etti. Bir yandan da atış yapmakta olan birkaç nefilimi izliyor ve arada sırada onları ikaz ediyordu. Lex, onun bu halini görünce eski günleri hatırlamıştı ama derin bir nefes alıp ona doğru yürümeye devam etti.

  Neredeyse on metrelik yolu yürüdükten sonra durdu. ‘’Seni tanımasam, buraya ait olduğunu düşünürdüm.’’ Lex’in sesi, Andrew’un oturduğu yerden başını kaldırıp ona bakmasını sağladı.

  ‘’Biliyor musun?’’ Andrew, konuşmasına devam etmeden önce ayağa kalktı. ‘’Bu tavırların senin kendini iyi hissetmeni sağlıyor olabilir. Ama ben çok sıkıldım. Seni yeniden kazanmaya çalışmaktan ve bunun sürekli geri tepmesinden bıktım. Beni ağabeyin olarak mı yoksa düşmanın olarak mı gördüğüne karar verene kadar ne halt etmek istiyorsan onu et.’’

  Andrew, onun yanından geçip gidecekken Lex arkasından seslendi. ‘’Sen ve ben hakkında konuşmaya gelmemiştim.’’ Andrew’un durup arkasına dönmesini bekledi. ‘’Bugün Clara’nın annesiyle babasının cenazesi geliyor. Ve muhtemelen hemen hemen hiç kimse katılmayacak. Onun için utanç verici olur.’’

  Andrew, gri gözleriyle onu süzdü. ‘’Bunun olmasını bekliyor olmalıydı.’’

  ‘’Yine de olmamasını umut ediyordur bence.’’ Duraksadı. ‘’En azından biz katılabiliriz.’’ Lex, sözlerini bitirdiğinde arka cebinde taşıdığı sigara paketinden bir sigara çıkardı ve onu yakmadan elinde tutmaya başladı.

  Andrew, kardeşinin yosun yeşili gözlerine baktı. Sonra sol eliyle alnına düşen bir tutam siyah saçı geriye itti. ‘’Clara’nın bizi orada görmek isteyeceğini sanmıyorum. Unuttun mu bilmiyorum ama bundan biraz daha eski bir zamanda olsaydık, onun ailesini öldürenlerle müttefik olacaktık. Ve o da bunun farkında.’’

  Lex, başını alayla salladı. ‘’Biliyor musun bence sen aklı başında olan tarafken benim umursamaz olan kişi olmam çok tuhaf.’’ Bunları söyledikten sonra dışarıya çıkmayı beklemeden bir kibrit çıkardı ve sigarasını yaktı. İşi biten kibriti de Andrew’un ayaklarının önüne atıp binadan çıktı.

  Başım önüme eğik bir şekilde çakıllı yolda yürüyordum. Hava kapalı ve aşırı nemliydi. Yağmur havası… Hafif bir esinti topuzumdan çıkan birkaç tel saçı uçuşturuyor ama giydiğim elbisenin inceliğine rağmen üşümeme neden olmuyordu.

  Şehrin merkezi konumundaki kiliseyle kaldığım motel arasındaki yarım saatlik mesafeyi yürümeye karar vermiştim. Belki kapalı hava, belki ailemi kaybetmenin hüznüdür buna sebep olan, bilmem, ama bu yolu gitmek bir ömür gibi gelmişti bana.

   Esintinin yüzüme çarpmasıyla başka bir şeyi daha fark ettim. Yanaklarımda çizgi şekilli izler bırakan gözyaşlarımı… Ağladığımın farkında bile değildim. Açıkçası üzüntü de dahil bir şey hissedemeyecek kadar boş hissediyordum. Bomboş… Dün; beni sıradan bir hayat yaşamaya zorlandıkları için feryat ettiğim ailemin cenazesine gidiyordum.

    Hep istediğim hayata kavuşmuştum ama hiç mutlu değildim. Son iki günde tanıştığım herkes sadece hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Hepsi olmalarından korktuğum gibiydi: bencil, duygudan yoksun...

  Kilisenin devasa kapısının önünde durdum. Islak toprak rengindeki kapının üstündeki belli belirsiz melek kabartmalarına su damlaları doluyordu. Tıpkı rengi gibi kokusu da ıslak toprak gibiydi.

Kayıp Kanatlar: UyanışWhere stories live. Discover now