18. Bölüm

447 15 1
                                    


Bihruz Beyin kütüphaneden aldığı iki ciltten birisi Jan Jak Russo'nun muhaberat-ı âşıkaneyi havî [âşıkane haberleşmeleri içeren] meşhur Nuvel Eloiz'i, diğeri ise Sökreter de zaman namında ufak bir kitap idi.

Bihruz Bey, kolası parlak frenk gömleğinden bed' [başlayarak] ile Terzi Mir markalı hafif ve zarif pardösüsüne kadar üzerinde bulundurduğu yakalı ne kadar şey varsa her birisiyle başka başka yakasını pençesine teslim etmeye özendiği amur dö fam! hakkında Profesör Mösyö Piyer cenaplarından her ne kadar bir öğüt alamamış ise de –yukarıda bahsi geçtiği vechle [gibi]– gelecek cuma günü Periveş Hanıma takdim olunmak üzere mükemmel bir sitemname hazırlamaktan ibaret olarak akşamdan kendi kendine vermiş olduğu karardan vazgeçmemiş idi.

Fakat beyin fikrince Periveş Hanım gibi nobl bir aileye mensup, mükemmel terbiye görmüş bir nazenine takdim olunacak muhabbetnamenin havî olacağı [aşk mektubunda bulunacak] tabirler, sentimantlar da nobl olmak lâzım ve bu hususta Fransızca o yolda yazılmış şeylere müracaat zarurî [zorunlu] idi.

Binaenaleyh beyefendi iptida [ilk olarak] Nuvel Eloiz'i açtı. Ötesinden berisinden okudu. Anladı, anlayamadı. Çünkü kitabın ibaresi pek çetin, ibarelerde gizlenen fikirler ise ziyade filozofik [fazlaca felsefî] idi. Kitabı karıştırdı, yine karıştırdı, birçok karıştırdı. Nihayet kolay sandığı ve azıcık tebeddülât icrasıyla [değişiklik yapmakla] kendi hâl ve mevkiine tatbik kabul eder [durumuna uyarlanabilir] gibi gördüğü birinci mektubu lâzım gelen yerlerini hâle göre tebdil ederek [duruma göre değiştirerek] tercümeye başladı ise de bu suret sökmedi. Yalnız baş taraflarında şuradan buradan birkaç ibaresini almakla iktifa ederek [yetinerek] ve kusur [geri kalan] yerlerini kendi karihasından [zihninden] çıkararak uğraşa uğraşa aşağıki mektup suretini meydana getirdi:

"Ah! güzel hanımefendi!

Sizden kaçmalıyım. Evet efendim, burasını pek iyi hissediyorum. O kadarcık bile durup size bakmamalı idim. Yahut sizi hiç görmemeli idim. Lâkin bugünkü gün ne yapmalı, kendimi nasıl idare etmeli? Bakınız hâlime de âşık-ı bîçarenize [zavallı âşığınıza] bir consey veriniz.

Bilirsiniz ki, bendeniz bahçeye kendi arzumla girmedim, nigâh-ı mestanenizin [sarhoş eden bakışınızın] davetiyle girdim. Yer aynalarını letafetine [güzelliğine] hayran eden cemalinizi [güzel yüzünüzü] yakından gördüm, çıldırdım! Evet, sizden ayrıldıktan sonra bahçenin öbür kapısından âdeta mezon de zalieneden kurtulmuş gibi çılgın çıktım! Bunun üzerinde zat-ı ismetanelerini [temiz kişiliğinizi] temin edebilirim.

Ah! O moment da ne kadar örö ne kadar da malörö idim. Derece-i noblesini tarif etmeye kâfi bir kalifikatif bulmaktan âciz kaldığım zat-ı ismetanelerine takdime cesaret ettiğim o fakir geranyumu par jantiyes kabul buyurdunuz da o güzel korsajınızda ona yer bile verdiniz. Ah! O fane çiçeğin bahtiyarlığına haset!.. Her biri bir cihana bedel olan iltifatnameniz onunla da kalmadı. Lâkin kendime emportans vermiş olmaktan korkarım, bunları tekrar etmekten çekinirim. Her ne kadar bazı talanlar kültive ettirmese de zat-ı ismetanelerine lâyık olmadığımı itiraf ile kendimi bahtiyar sayarım!

Hem de malörö idim demiş idim. Çünkü, ah sizden şikâyet etmeklik dahi cinayettir. Lâkin, kulda kusur çok olur, affeder efendisi fehvasınca çakerinizin [sözü uyarına kölenizin] bu kabahatimi affetmekliğinizi ulüvv-i cenabınızdan memul ederim [büyüklüğünüzden ümit ederim]. Gelecek cuma günü yine buraya gelelim diye buyurduğunuzda saat kaçta diye sordum ise de cevaba her nedense tenezzül buyurulmadı. Bunun sebebini mümkünü yok keşfedemedim. Birdenbire nazar-ı ismetanenizden [temiz ve masum gözünüzden] düşüvermiş olmaklık için ne kusur etmiş olduğumu bilemiyorum. Ve bahusus bahçeden çıkıp acele landonuza atlayışınız ve giderken bin can ile muntazır-ı iltfatnameniz olan [iltifatınızı bekleyen] bu âşık-ı bîçarenize [zavallı âşığınıza] bir adiyö bile demekliğe tenezzül buyurmayışınız!.. Artık bu ensültlerin yüreğimde açtığı kanlı yaraların acısı ebediyete sürecektir.

Evet, bunlar benim kendi ceza-yı amelimdir [yaptıklarımın cezasıdır]. Sizi gördüğüm zaman cemalinize [güzel yüzünüze] –oh, kel divin bote kö vuzet– cemalinize bakmaya cesaret etmemeli, yüreğimi pençe-i sevdanıza giriftar etmemeli [aşkınızın pençesine düşürmemeli] idim. Bununla beraber cesaretimin cezasını çekmekliğe ibtidar ettiğimden zat-ı ismetanenize [başladığımdan temiz kişiliğinize] hiç bahsetmemeliyim. Bu baptaki [konudaki] plezir dahi başka bir lezzettir! Bununla beraber sizi her gün görüyorum. O güzel, o şık, o zarif landonuza bir ren gibi kurulup hayalimin "park"ında dolaşıp yüreğimi üzüyorsunuz! Lâkin görüyorum ki, siz bunu düşünmeyerek masumane yapıyorsunuz. Ve çakerinizin elemlerimi [kölenizin üzüntülerini] ağırlatıyorsunuz. Lâkin çakeriniz [köleniz] ümitsiz mi kalacağım? Sizi kendime çekmeklik için sevdanızdan gönlümü almaklık benim elimde midir? Küçük hanımefendi, çakeriniz yalnız bir çare görüyorum bu ambaradan çıkmaklık için ki, sonra arz ederim. Şimdilik zat-ı ismetanelerinden istirhamım [temiz kişiliğinizden ricam] budur ki, bu ariza-i çakeraneme [köleniz olduğumu bildiren mektubuma] her ne sansta olursa olsun bir iki satırlık cevap yazmaklığınızı rica ederim. Cevabı kendim almak için pazar günü saatsekizden on bir buçuğa kadar Büyük Çamlıca'da teşrifinizi beklerim.

O kadar güzel bir vücudun içindeki yürek taş olabilir mi?.. Artık merhametinize iltica ederim [sığınırım]. Arizam zat-ı ismetanenize [mektubum temiz kişiliğinize] lâyık değilse de bu baptaki [husustaki] kusurlarımın affını istirham ederek kendimi bahtiyar sayarım. Herhalde ferman efendimizindir."   

Araba SevdasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin