Bölüm Kırk İki

Start from the beginning
                                    

  İkisinin tam ortasında kalmıştım ve aralarındaki gergin hava her an daha da yoğunlaşıyordu. Andrew’un onlara nasıl bir etkisi olduğunu hiç düşünmemiştim ama sanırım bir köprü görevi görüyordu. Birbirinden çok farklı iki tepeyi birbirine bağlayan bir köprüydü. Şimdi köprü gitmişti ve tepeler asla birleşemiyordu. Aslında Andrew’un hepimize ne kadar büyük bir etkisi olduğunu ilk kez fark ediyordum. Mektubunda, varlığının bizi hayal kırıklığına uğrattığını yazmıştı ama şu an anlıyordum ki varlığı bizi bir arada tutuyordu.

  İçerisi karanlık olsa da biraz ilerideki kapıyı ve kapının önündeki gölgeyi çok net görebiliyordum. O kadını tanıyordum. Melekler Çemberindeki duruşunu ve Faye’in boynunu sıkışını hatırlıyordum. Andrew ona Abel diye seslenmişti. Göz göze gelmiştik ve bana gülümseyerek bakmıştı. Kapı pervazına yaslanmış bizi izliyordu. Bakışlarımı ondan çekip Lex ve Nate’i süzdüm. İkisinin de yüzündeki öfke gerçekçi gelmemeye başlamıştı bir anda. ‘’Yapmayın.’’ dedim. Dikkatlerini kendi üzerime çekmeyi başarmıştım. Başımla kapıyı ve meleği işaret ettim. ‘’Size bunu o yaptırıyor.’’

  Kavga etmeyi kestiler. Abel, kısa ve zarif adımlarla bize doğru yürümeye başladı. Topuklu ayakkabılarının ıslak taş zeminde yarattığı ritmik ses sinir bozucuydu. Nate, yavaşça ayağa kalktı. Abel, ona doğru döndü. ‘’Son görüşmemizden beri nasılsın?’’ diye sordu.

   Nate, gülümsedi. ‘’Gördüğün gibi harikayım.’’

  Abel, başını aşağı yukarı salladı. ‘’Görebiliyorum.’’ dedi iğneleyici bir ses tonuyla. ‘’Yaralarının iyileşmesi neden bu kadar uzun sürdü?’’ Başını havaya kaldırıp bir şeyi yeni fark etmiş gibi nefesini koyuverdi. ‘’Ah, evet. Bir melekten dayak yemiştin.’’

  Nate, ellerini cebine sokup gülmeye devam etti. ‘’Sen bir de onun halini görsen.’’

  Abel de ona eşlik etti. ‘’Keşke…’’ dedi. Melek, bakışlarını bana ve Lex’e çevirdi. Lex, onu umursamadan bıçağıyla uğraşmaya devam ediyordu. Bazen, onun kadar umursamaz olabilmek istiyordum. Abel, benim kafesimin önünde durdu. ‘’Mektubu okuduğunda nasıl hissettin? Çok fazla üzüldün mü? Seçtiğin kişi yüzünden pişman oldun mu?’’ dedi bana doğru. Ona öfkeyle baktım. Andrew’un mektubunu nereden bildiğini merak etsem de sorgulamadım. Sorularına cevap vermedim.

  Tasha, içeri girdi ve Abel’e seslendi. ‘’Mühürler, etkinleşmek üzere.’’ dedi. ‘’Dışarı çık.’’ Bunu bir emirden çok bir rica gibi söylemişti.

  Abel, başını hafifçe yana yatırdı ve Lex’e doğru yürüdü. Deri ceketinin cebinden üç tane sigara çıkararak parmaklıkların arasından ona uzattı. ‘’Gözlerin hoşuma gitti.’’ dedi. Lex, sigaraları aldı ama başka hiçbir karşılık vermeden tekrar eskisi gibi bıçağına döndü. Abel, yüzünde çarpık bir gülümsemeyle Tasha’nın yanından geçerek dışarı çıktı.

  Tasha, onun çkmasını bekledi. Biraz sonra bize döndü. Buz mavisi gözleri dalgındı. ‘’Üzgünüm…’’ dedi.

  Nate, ayakta durmayı bıraktı ve eskisi gibi yere oturdu. ‘’O kadar acınası halde değiliz bence.’’

  Tasha, başını sağa sola salladı. ‘’Bir mühür çizdirdiler. Kapıya… İçeriye, melek kanı taşıyanların girmesini engelleyen bir mühür… Ve zaten içeride olanlara…’’ Cümlesini tamamlayamadı.

  ‘’Ve içeride olanlara ne?’’ dedi Lex başını kaldırmadan. ‘’İşkence mi yapacaklar bize?’’

  İşkence kelimesi tüylerimi diken diken etse de hiçbir karşılık vermedim. Tasha, başını öne eğdi. ‘’Üzgünüm…’’

Kayıp Kanatlar: UyanışWhere stories live. Discover now