2.4

42 9 1
                                    

[Suzy - I Wanna Say To You]

Her yerin bembeyaz yorganla örtüldüğü ve sarı güneş ışınlarının parıl parıl beyaza düştüğü bir sabaha uyanırken uzun zaman sonra ilk defa huzurlu kalkmış ve annemin hazırladığı kahvaltı masasına oturmuştum. Benim aksime huzurlu olmayan annemi göz ucuyla hareketlerini izliyordum.

Başımı yavaşça salon kısmına çevirdiğimde şömineyi yakmayı ihmal etmiş ve daha iki gün önceki yaktığı odunların külleri duruyordu. Yuvarlak şeklindeki ahşap sehpanın üzerinde ise birkaç ay öncesine ait faturalar kitabın altında saklanıyor ve günden güne artıyordu. Ev temizliğini bile bayadır aksattığı güneş ışınlarının sayesinde görülen uçuşan toz taneciklerinden belliydi. Önüme fincanla çay bıraktığında karşıma oturup gazetesini kurcalamaya başladı. Bunu en son hafta sonu babamda kaldığımda görmüştüm, o da önüme çay bırakıp gazetesine gömülmüştü.

"Anne?"

"Hım?"

"Şekeri uzatır mısın?" Önündeki çiçekli kaseyi alıp uzattığında tek kaşım hafif kalktı. "Anne?" Gazetesini katlayıp çayını yudumladı. "Yine ne oldu Esin?"

"Anne, bu tuz," deyip kaseyi işaret ettiğimde önce şaşırmış sonra şekeri uzatmıştı. İki eliyle de başını ovalarken yüzünü buruşturdu. "Üzgünüm... Bugünlerde biraz fazla..."

"Dalgınsın. Git biraz dinlen, bugün pazar."

"Ama--"

"Faturaları ben yatırırım ve tabii ki senin için şömineyi de yakabilirim. Sen sadece biraz uzan."

"Teşekkür ederim Esin. Birkaç saat uyusam eminim ki daha dinç olacağım. Bu arada Beril'den var mı bir haber?" Çatalı bıraktığımda kollarımı masanın üzerine yasladım.

En son, yani bir ay önce, bana ihtiyacı olduğunu söylediğinden birkaç saat sonra kendimi onun evinde yanakları kızarmış bir şekilde odasının köşesinde ağlarken bulmuştum. Çok şiddetli bir kavga olduğunu anlatmış sonra ise babasının sinirden evi terk etmesinden bahsetmişti. Tabii, dört gün sonra eve daha sakin bir şekilde gelmiş ve hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmişti. Beril o dört gün boyunca biz de kalmıştı ama ne ablasının haberi vardı biz de kaldığından, ne de Alkan'ın. Sadece ben ve annem biliyordu bu durumu.

Her ne kadar polise gitmekte ısrar etsemde ağlayarak beni gitmemem için ikna etmişti. Sırf bunun yüzünden aramızda ufak bir tartışma bile yaşanmıştı. Babası döndüğünde de evine geri gitmişti. Annemde onun iyi olup olmamasını soruyordu. "Evet, dün gece telefonla konuştuğumuzda gayet iyi olduğunu söyledi." Kötü bir yalancıdır kendisi.

"Yaa, demek öyle. Sevindim. Akşam yemeğine çağırabilirsin. Ben büyük ihtimalle duş alıp erken yatarım, siz yemekten sonra takılırsınız."

Kafamı sallarken zeytinin çekirdeğini çıkartıp ayaklandım. "Yakılmayı bekleyen bir şömine ve yatırılmayı bekleyen faturalar var. Ben onları halledeyim, sen gidip dinlen."

Öğlene doğru faturaları çoktanş yatırmış siyah botlarıma ve diz kapaklarımın soğuktan kızardığını görebildiğim yırtık pantolonuma baka baka karda yürüyerek elimdeki poşetin ağzına kadar dolu olan abur cuburları taşıyordum. Güneş çoktan kendini saklamış ve arkasından da bana bulanık bir havayı teslim etmişti. Montumun içinde büzüşmüş kapüşonluyu çıkartıp kafama geçirdim ve donmuş parmaklarımı da cebime sokarken birden acı çeken bir kedi sesine kulak kesilmiştim. Aniden durup sesin geldiği yere doğru ilerlerken arabaların arkasında 12-13 yaşlarındaki bir erkek çocuğunun kediye vurduğunu gördüğümde öfkeyle bağırdım. "Seni piç velet! Ne yapıyorsun lan sen!" Korkarak irkildiğinde kaşlarını çatarak doğruldu. "Sana ne!" Yerdeki kocaman taşı alıp kaldırdığımda geri çekildi. "Siktir git, yoksa bu görmüş olduğun taş beyninin yanında yer edinmek üzere!"

surly IIWhere stories live. Discover now