"ödünç alınan ateş ve sahibinin külleri"

Start from the beginning
                                    

Muhafız kahkaha attı.

"Sen ha? Sahi var mısın ki sen? Ya yoksan?"

Kendisine sormaktan kaçındığı bir soruydu, iyi de neyin yorgunluğuydu bu o zaman? Konuyu değiştirmek için ayaklandı.

"Gel hadi ufku seyredelim belki ölmeyiz."

Bulundukları yer limandan çok uzaktı, avcı geri dönmeyi düşünmüyordu içinde bulunduğu beden onu uzun süre idare ederdi ama karşısında kendinden yirmi santim daha uzun ve sayfalarca daha muhteşem bir yaratık vardı. Anılarını çalmakla onunla sevişmek arasında kararsız kalmıştı.

"Sen peki muhafız olmadan önce kimdin?"

"Bak işte onu ben de hatırlamıyorum, ateşi teslim ettiğimde zihnim de açılacak."

"Tüm bunlardan nasıl bu kadar emin olabilirsin ki, ya yazar seni kandırmışsa?"

Muhafız o muhteşem vücudu ile karşısında dikilip tepeden tırnağa inceledi avcıyı.

"İnançtaş olduğumuzu sanıyordum."

"İnanç, ne?"

"İnançtaş, aynı şeye inanan. Yazara."

Sevgi ve sevgisizlik insana her şeyi yaptırabilirdi. Avcı başını salladı, muhafız için yazara inanmaya çalışabilirdi ya da daha kolayı yalan söylerdi. Muhafızın gözlerine bakmaya devam etti, meydan okuyordu, hadi durma inandır beni der gibiydi.

İkisi de öyle gergindi ki aralarından rüzgârda savrulan bir diken yumağı geçtiğini sandılar, hayali atmacalar bağırarak tepelerinde daire çiziyordu.

"Suyla tanıştın mı?

Avcının bilmediği ne çok şey vardı. "Kimle?"

"Suyla, yazarın söylediğine göre benim sonumu getirecek şey. Ya su ya da avcı."

Titredi.

"Ben senin olmanı isterdim, sonumu getirecek olan şeyin yani."

Fazla içine atmak ve kelimeleri yutmak aynı zamanda manevi dilsizliğe de yol açmıştı, avcı körelmişti ve şimdi de muhafıza karşı söyleyebileceği tek bir kelime yoktu. Zavallı kelimeler daha avcının sesiyle buluşmadan kırılıyorlardı.

Neyse ki muhafızın kelimelere ihtiyacı yoktu, avcıya yaklaşıp kılıfının dudaklarından öptü.

"İzin istiyorum senden doğmak için. Anılarımı al, önceki hayatımı anlat bana."

Avcı ne yaptığını ya da yapacağını bilmiyordu, önlerindeki birkaç saat birbirlerini sevmeleriyle geçti ve en sonunda muhafız fısıldadı. Umut vadediyordu sesi. Umut ve ölüm.

"Merak etme kimse eksik kalmaz, herkes doğar ben de doğacağım. Sen de."

Avcı muhafızın çıplak bedenini kendine çekip içine hapsetmek istedi. Anılarını yaşarken ağlamak istiyordu, haklıydı muhafız önceki hayatını da görüyordu avcı.

Bir gün uyanıp gazetede ölüm ilanlarına bakarken öldüğünü öğrenmişti. Bu kadar.

Kacak çay demlemiş, kaçak çay içmiş ve hayatını da bir o kadar kaçak yaşamıştı. Kimseye ve hiçbir şeye değmeden yaşamaya çalışmış, kimsenin onu fark etmesini istememişti. Kendisine verdiği sözler vardı. Öldüğünde cenazesinde kimse yoktu.

Gazete ilanı sadece öldüğünün haberini almak içindi, yazar yapmıştı hepsini ve muhafızı diğer insanlardan ayıran da gölgesi olmuştu. Gölgesini ezip geçti ölürken artık karanlığını sahiplenmiş ve onu yenmişti böylece ateşi bulmuştu.

Avcı çıplak bir şekilde toprağa bıraktı kendini, muhafız haklıydı. Gerçekten de bir kişinin binbir suretinden biriydi sadece.

Aşık olmuş ve onu da öldürmüştü, başka türlü yaşamayı bilmiyordu ki.

Yaşadıkları yetmezmiş gibi bir de muhafızın ateşini üstlenmişti, artık muhafız oydu ve ateşi kuklalara götürmesi gerekiyordu ama bir yandan da kafasının içinde onu mahveden ne varsa çıkartıp o ateşle yakmak istiyordu.

Dünya ağrısı ile bir başınaydı yine, keşke muhafızı dinlemesee, ona yenilmeseydi.

Ayağa kalkmadı, yükü o kadar ağırdı ki.



Bu bölüm, Yalnızlığınla Nasıl Savaşıyorsun'un kilit noktasıydı.

Eski Dünya Yadigârı: "Avcı"Where stories live. Discover now