XI: Kumda İnsan Ayak İzine Rastlıyor

359 8 0
                                    

XI: Kumda İnsan Ayak İzine Rastlıyor

Benim ve küçük ailemin akşam yemeğine oturuşumuzu görenlerin yüzünde soğukkanlı bir gülümseme belirirdi sanırım. Masanın başında majesteleri bendeniz, koca adanın prensi ve efendisi bulunuyordu; bütün uyruklarımın yaşamları bir tek buyruğuma bakardı; asabilir, sürebilir, özgürlüklerini bağışlayıp geri alabilirdim ve içlerinde tek bir isyankâr çıkmazdı. Hele bir de bir kral gibi, hizmetkârlarımın arasında tek başıma nasıl yemek yediğim görülmeye değerdi! Poll, gözdemmişçesine benimle konuşmasına izin verilen tek kişiydi. Artık yaşlanmış ve beyni sulanmış, türünü sürdürmek için kendi cinsinden birini bulamamış köpeğim ise daima sağ yanımda otururdu; özel bir ayrıcalığın göstergesi olarak arada sırada elimden bir şeyler yemeyi bekleyen iki kedimden birisi masanın bir yanında, ötekisi diğer yanında yer alırdı.

Ancak bunlar benim başlangıçta kıyıya çıkarttığım iki kedi değildi; onların ikisi de ölmüş, ben de kendi ellerimle barınağımın yakınına gömmüştüm onları. Yalnız içlerinden birisi ne tür bir yaratıktan olduğunu bilemediğim biçimde üremişti; bu ikisi de onlardan evcilleştirdiğim kedilerdi, diğerleri vahşileşip ormana kaçmışlar ve sonunda başıma bela olmuşlardı, çünkü sıklıkla evime gelip yağmalıyorlardı. En sonunda beni bırakana kadar onları vurmak zorunda kalmış, çoğunu da öldürmüştüm. İşte bu refakatçiler ve bu bolluk ortamında yaşıyordum; toplum yaşamı dışında hiçbir eksiğimin olduğu söylenemezdi ki bu eksikliği de bir zaman sonra istemediğim ölçüde giderecektim.

Anlattığım gibi, daha başka tehlikelere atılmakta gönülsüzsem de yine de sandalımı kullanmaya can atıyordum; bu yüzden kimi zaman onu adanın çevresinden dolaştırmak için yollar tasarlarken kimi zaman da sandalın yokluğundan hoşnut biçimde oturduğum yerde oturuyordum. Fakat adanın ucuna, son maceramda anlattığım gibi kumsalın ne tarafa uzandığını ve akıntının yönünü görmek için çıktığım o tepeye gitmek istiyor, içimde tuhaf bir huzursuzluk hissediyordum; sanki görmem gereken bir şey vardı. Bu istek her geçen gün içimde büyüyordu. En sonunda adanın kıyısını izleyerek oraya karadan gitmeye karar verdim ve öyle de yaptım. İngiltere'den herhangi biri beni görmüş olsaydı ya korkar ya da kahkahadan kırılırdı; durup kendime baktığımda York'ta böylesi bir donanım ve böylesi bir kılıkla yolculuk ettiğim düşüncesi karşısında ben bile hâlâ kendimi gülümsemekten alıkoyamıyordum. Görünüşümü tarif edeyim de siz de gülün.

Başımda, bu tip iklimlerde giysilerden içeri girip insanın etine işleyen yağmur kadar can yakıcı başka bir şey olmadığı için, hem yağmurun boynumdan içeri süzülmesini engelleyen hem de beni güneşten koruyan bir ense örtüsü bulunan, keçi derisinden yapılma, biçimsiz, uzun bir başlık vardı.

Üstümde, etekleri kalçalarımın ortasına dek inen keçi derisi, kısa bir ceketle kılları her iki tarafta bacaklarımın ortasına dek inen yaşlı bir tekenin derisinden yapılma bir don vardı; çorap ya da ayakkabım yoksa da nasıl adlandırmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim olmayan, çizme niyetine bacaklarımı sarsın diye kendi yaptığım ve her iki tarafı tozluk benzeri bağcıklı, bir çift bir şey vardı ki tam barbarca bir görünümdeydi; kılığımın geri kalanı da öyleydi aslına bakarsanız.

Toka yerine iki sırımla bir araya getirdiğim, kurutulmuş keçi derisinden geniş bir kemerle bu kemerin her iki yanında kurbağaya benzer biçimde asılı, kılıç ve hançer niyetine taşıdığım küçük bir baltayla bir nacak bulunuyordu. Omzumun üstünden geçirdiğim, o kadar geniş olmayan, aynı tarzda bağlanmış bir başka kemerim daha vardı ve sol kolumun altına gelen ucunda, her ikisi de aynı biçimde keçi derisinden yapılma, birinin içinde barutumu ötekindeyse saçmamı taşıdığım iki torba asılıydı. Sırtımda sepetimi ve omzumda da tüfeğimi taşıyordum; başımın üstünde de keçi derisinden büyük, biçimsiz, çirkin şemsiyem yer alıyordu ki bu da tüfeğimden sonra bana en gerekli olan şeydi. Yüzüme gelince, bu konuda pek dikkatli sayılmayacak ve ekvatora dokuz-on derece mesafede yaşayan birisininki kadar melez renginde değildi. Sakalımı bir zamanlar bir metrenin dörtte biri kadar uzatmakla uğraştıysam da hem makas hem de jilet bakımından kıtlık çekmediğim için epeyce kısa kesmiştim; bir tek üst dudağımda Müslüman usulü uzattığım bıyığıma (Sale'deki Türklerden gördüğüm biçimde uzatmıştım, Mağribîler Türklerin tersine favori bırakmazlardı) dokunmadım ki şapkamı asabileceğim uzunlukta olmasa da bıyığım de canavarca görünmeme yetecek uzunluk ve biçimdeydi, İngiltere'de gören olsa kesin korkardı.

Robinson CruoseHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin