Bölüm 47: 'Güzel Çocuklar'

Beginne am Anfang
                                    

O zamanlar Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı'na üsteğmen rütbesiyle mensup olan Ali Yağız Saran'ın o beş çocukla asıl hikayesi bundan sonra başlamıştı...

***

Yeni yılın ilk gününde, şöminede kor kor ateş ve kadehlerce şarap eşliğinde geçmişindeki tüm kilitli kapıların anahtarlarını avucuma tek tek bırakan adam...

Belki bilerek, belki de-... Belki de yine bilerek o beş küçük çocuğun hikayesini birkaç cümleyle geçiştirmişti o gün.

Sonraları onlardan bahsettiği zamanlar yine çokça derine inmez, ağzından yaşananları kestirebileceğim iri ufak tek bir kelime çıkmazdı.

Yüzünde varla yok arası o tanıdık tebessüm oluşur ve onlardan her defasında hep aynı şekilde söz ederdi:

"Güzel çocuklar" derdi. "Hepsi güzel çocuklar."

Bildiğim, dört yıl evvel Özel Kuvvetler'e mensup bir askerken Kuzey Irak'ta bulunduğu, o esnada araçlarına kurulan pusu sonrası yaralandığı ve gözlerini Hakurk kampında açtığı... Dahası, üç ay boyunca esir tutulduğu o yerde işkence gördüğü, üstelik kendisine bu işkenceleri yapanların da dokuz on yaşlarındaki çocukların olduğu...

O çocukları terör kampından kaçtığı gün oradan ayrılmaya ikna ettiği, hatta hepsini beraberinde Türkiye'ye getirdiği ve tüm bunları bağlı bulunduğu askeri birimin bilgisi dışında yaptığı gibi küçük detaylardansa henüz haberim yoktu.

Ve ta ki 'o gün' gelene kadar da haberim olmayacaktı...

--

Şeyhmuz, Dara, Cejno, Berken ve Azad...

Şeyhmuz hariç, diğer dördü Irak'ın kuzeyindeki örgüt kamplarında dünyaya gelmiş öksüz ve yetim çocuklar...

Yine Şeyhmuz hariç, diğer dördü anne babasını hiç tanımamış. Kıdemli büyüklerinin dediğine göre Türk askeri öldürmüş hepsini. Kimi dağda, kimi şehirde ölmüş. Şeyhmuz'un durumu ise daha farklı. O, anne babasının ölümüne bizzat şahit olanlardan...

Örgüt sempatizanlarının Eruh'ta çıkardığı bir ayaklanmaya katılan karı koca, o sıralar henüz altı yaşında olan çocukları Şeyhmuz'u da yanlarını almışlar. Baba, elinde örgüt liderinin posteriyle slogan atarken alnının çatından vurulmuş. Kadın ise kocasının vurulmasının ardından askerin üzerine koşarken zırhlı aracın altında kalmış. Ve tüm bu olan biten sadece altı yaşındaki Şeyhmuz'un gözleri önünde cereyan etmiş...

Sonrası malum. Sonrası daha çok ölüm, daha çok kan ve en nihayetinde daha da çok nefret.

Tüm bunlar... Yaşanan tüm bu korkunç döngü bir çeşit karma mı, denge mi yoksa bir bakıma kader mi bilmiyorum. Fakat bir şeyi çok iyi biliyorum... Ölümle büyüyen bir çocuğu yaşamdan yana kılmak, bataklıkta gül bahçeleri yetiştirmek kadar hayali bir hezeyan... Nefret tohumları serpilen topraktan sevgi çiçekleri yeşertmek umudu hele, ne büyük yanılgı... Daha da fenası ise bunu mutlak anlamak için mutlak yanılmak gerektiği...


Şeyhmuz, Dara, Cejno, Berken ve Azad... Dört yıl evvel, henüz bu tip toplumsal çıkarımların istatistiğine dönüşmeden önce, dağdan şehire inmiş olmayı talihsiz kaderlerinin sona ermesi olarak yorumlamışlardı.

Erbil'de Üsteğmen Yağız'ı bulmaları ve onunla birlikte sınırdan geçerek Türk topraklarına adım atmaları çok da zor olmamıştı. İlkin Şırnak'taydılar. Kuşkuyla yaklaştıkları asker onları gizlemiş, sınırdan geçirmiş, açlıktan birbirine yapışmış karınlarını da bir güzel doyurmuştu. Çocukların ilk kez önünde bir yırtığı olmayan ayakkabıları, yamasız kazakları, bedenlerini sıcak tutan güzel kabanları olmuştu.

Kırmızı AnahtarWo Geschichten leben. Entdecke jetzt